- Kategori
- Dostluk
Allah bir daha yaşatmasın inşallah

Doğanın intikamı.milfoto@milliyet.com.tr
17 Ağustos depreminde yaşadıklarım
1999 yılının Ağustos ayındaydık. 17 gün geride kalmıştı ama günler, geceler oldukça sıcak geçiyordu..
Bugün hafifçe esen rüzgâr ile birlikte bahçedeki ağaçların yaprakları bir o yana, bir bu yana sallanıp duruyorlardı. İstanbul, Kadıköy boşalmıştı sanki.. İnsanların çoğu yazlıkları-na buralarda kalanların bir kısmı ise denize yüzmeye gitmişler, bir kısmı da belki duşların altında serinlemeye çalışıyorlardı. Sokaklar, caddeler bomboş gibiydi. Ben üç ay önce taşınmış olduğum bahçe içindeki üç katlı eski kâgir binanın , arka bahçeye bakan ikinci katındaydım.. Yan taraftan caddeyi gören balkonda yeni yavrulamış olan köpeğim Şila’ nın sepette yatan yavrularını seviyordum. Bir yandan da balkondan içeri girmek istercesine dallarını uzatmış ağaçlara bakıyordum.. İçimde tarifi imkânsız ve manasız bir sıkıntı vardı. Oysa ki kendimi mutlu hissetmeliydim. Çünkü Şila zor bir doğum yapmıştı ve yavrulardan teki çok cılızdı ama sağlıklıydı. Şila benim Teriyer cinsi şampanya renkli köpeciğim, can yoldaşımdı. Doğumuna veterinerden aldığım bilgilerle yardımcı olmuş ve şimdi Şilacığımı rahat ettiriyor, biraz da şımartıyordum. Tüm bunlara rağmen acayip şekilde sıkılıyordum. Bu sırada kapının zili çaldı. Gelen benim kız arkadaşım Zeynep’ ti. Birlikte akşamüstüne kadar oturup lâfladık. Çay içtik. Tv seyrettik, sonra biraz deniz havası alalım diyerek Kadıköy İskelesindeki çay bahçelerinden birisine gittik. Denize en yakın masayı boş bulunca, hemen o tarafa yönelip, kimseler oturmadan adeta kaptık.
Birer kahve söyledik, kahvelerimizi yudumlarken yine lâflamaya başladık. Ben bu sırada karşı sahillerde bir siluet halinde görünen Kumkapı tarafını gözlüyor, lâcivert suların ötesinden grimsi renkte görünen camilerin minarelerine bakıyordum. Gemilerin, vapurların, balıkçı sandallarının geçişlerini, bembeyaz martıların uçuşlarını görmek başka bir tat veriyordu insana.. Şimdi içimdeki o korkunç sıkıntı hüzne dönüşmüştü.. Ben hep akşam üzerleri hüzün dolu olurum. Nedendir bilemem ama, çocukluğumdan beri böyledir bu.. Yine hüzünlenmiştim ve dalgın dalgın, hemen yanı başımdaki iskeleye yanaşan vapurun oluşturduğu bembeyaz köpüklerinden sonra benim oturduğum yere doğru gelen öbek, öbek pisliklere bakıyordum.. Boş bira şişeleri, tahta parçaları bez parçaları talaş gibi bir şeyler. Ayy! Ne kadar da pis bir görünüm idi. Oysaki biraz evvel buraya oturduğumuzda bir birlerini kovalar gözüken balıkları rahatça görebiliyorduk. Bir anda içim cız etmişti. Ya, bu kadar güzel bir suya bu pislikleri nasıl da acımasızca atarlar! Bir zamanlar ne kadar temizdi bu sular diye düşünürken çocukluğumda Kalamış, Moda sahillerinde yüzmem gelmişti aklıma. Ailece oralara gider tertemiz mavi sularda yüzer, bazı balık tutardık. Kuşdili Çayırının hemen yanı başından geçen, şimdilerde lağıma dönmüş olan Kurbağlı Deresi’nin o zamanlarda pırıl, pırıl olan, baktığında dibinde ne olduğu gözüken suları aklıma geliverdi. Büyüklerimiz piknik için dere kıyısına gittiğimizde kavun ve karpuzları soğumaları için dere içine taşlarla sıkıştırırlardı.
Şimdilerde Salı pazarı olarak adlandırılan, çöplüğe dönüşmüş ama bir zamanlar yemyeşil olan kırsal alanın asırlık ağaçlarla, çeşitli çiçeklerle bezenmiş haldeki durumu canlanmıştı gözlerimde. O çayır ki, bayramlarda adeta bir panayır yerine dönerdi. Salıncaklar kurulur, ip cambazları tel üzerinde gösteriler yaparlardı. Çadır tiyatroları kurulur içerisinde çeşitli oyunlar sergilenirdi. Öylesine dalmışım ki Zeynep birkaç kez seslenmiş bana. En nihayet:
-“Huuu! Ne daldın be!. Fazla dalma çıkartamayız seni abla” dediğinde bu düşüncelerimden sıyrılabilmiştim. Neyse orada biraz daha oturduk. Çığlıklar atan martıları simitle besledik ve eve döndük. O gece Zeynep bende kaldı. Saat on ikide o yattı. Ben de kısık sesle biraz müzik dinlemeye ve gazetenin birisindeki bulmacaları çözmeye başlamıştım. Vakit hayli ilerlemesine rağmen uyku tutmuyordu bir türlü. Saat 02.30 sularında Şila ve yavrularını sepetleriyle birlikte yattığım odaya aldım. Onu şımartıyordum ya. Yeni loğusa idi ve bu sebepten yatak odamda yatmaya hak kazanmıştı. Yavruları sevdim ve zayıf doğan yavruya biberonla süt içirdim sonrada yatağıma yattım. Hafif bir uyku durumuna geçmiştim ki başucumdaki tel çaldı. Heyecanlandım. Çünkü bu saate beni kim arayabilirdi! Geç saatlerde gelen telefonlardan daima acı bir haber gelir diye korkmuşumdur. Ellerim titreyerek telefonu açıp, ürkek bir sesle alo diyebilmiştim. Telefonun diğer ucundaki ses ablamındı…
- “Tünay hemen şu kanalı aç orada senin filmin oynuyor. Galiba sonları, bende yeni açtım” diyordu bana. Ve hangi film olduğunu soruyordu. Mecburen kalktım.
Dediği kanala girdim ama filmin sonu idi ve kendimi de görememiştim, çünkü sadece ekranda bir son yazısı vardı. Neyse anladım bu Göksel Arsoy ve rahmetli Belgin Doruk ile birlikte oynadığımız o yıllarda tutulan salon filmlerinden Evcilik Oyunu adlı filmdi. Ablamı arayıp söyledikten sonra tekrar yatağıma döndüğümde başucumdaki saat tam üçe beş vardı. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştığım sırada Şila homurdanmaya başlamıştı.. Bir türlü yatmıyor bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki.. Ona bağırmıştım.
Kız yat bakayım ne istiyorsun!. Karnın tok , çiş yaptın, yavruların yanında Haydi yat bakayım..
Şila yattı ben de tekrar uyumaya çalışıyordum ki, Şila yine acayip şekilde homurdanmaya başlamıştı tam ona bağıracaktım ki; İşte o korkunç sallantı olmaya başladı. Aman Allahım ! Bu neydi böyle!. Hemen ayağa fırlamıştım ama duramıyordum bir türlü, ev önce sağa yattı sonra sola yattı. Kıyamet dedikleri şeyin koptuğunu sanmıştım. Ayakta duramıyor bir o duvara bir ötekine çarpıyordum. Zorla yatak odasının kapısına kadar gelebilmiştim. Yandaki odada yatan Zeynep’te uykusundan uyanmış benim kapıya gelmişti. Kapı eşiğinde birbirimize sarıldık ve bu sırada hayatında deprem görmemiş olan Zeynep zoraki “Abla ne oluyor böyle” diye sormuştu bana. Benim ise sanki boğazım kurumuştu, kalbim delicesine çarpıyordu. Deprem diyebilmiştim ancak. Bu sırada koca eski ev aşağıya inmeye başlamıştı ve ben o an yere battığımızı düşünmüştüm saliseler içerisinde. Sonra tekrar yukarıya çıktık. Bu sırada salondan yerlere devrilen eşyaların, bibloların, kırılan cam eşyaların sesleri duyuluyordu..
Aman Allahım! Aman yarabbi neydi bu? Bir kâbus muydu , karabasan mıydı?.
Neydi? O, kırk beş saniye sanki geçmek bilmiyordu ve saatler gibi gelmişti bize. Sonra her şey sessizliğe büründü ve caddeden, civardan, apartmandan bağrış çağrış sesleri gelmeye başlamıştı. Biz de can havliyle merdivenleri karanlıkta el yordamı ile bularak, adeta uçarak aşağıya caddeye atmıştık kendimizi. Bir de baktık ki, o gündüz tenha olan cadde ana baba günü olmuş. Donla, gecelikle, herkes bir şekilde aşağıya atmıştı kendisini. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı uyku sersemi. Ben bir cesaretle tüm ikazlara rağmen birisinden aldığım çakmak ile yukarı çıkıp küçük pilli radyomu ve Şila ile yavruları kapıp aşağı inmiştim. Ve radyoyu açtığımızda şöyle deniyordu.. Merkezi Kocaeli, Gölcük olan Richter ölçüsüne göre 7.4 şiddetinde deprem yaşanmıştır. Bu deprem İstanbul ve tüm Marmara bölgesinde, Ankara ve İzmir de hissedilmiştir... Cep telefonları ile herkes bir yakınını aramaya çalışıyordu ama tüm hatlar kilitlenmişti. Ortalık zifiri karanlık oluvermişti sanki. Sanki dünyanın sonu gelecek gibi herkes korku içindeydi. Birkaç kez daha sallandık ufak ufak. Kimse evine giremiyordu. Sonrası epey zaman herkes ile birlikte biz de sokaklarda, bahçelerde yattık evlerimize giremedik. Depremden birkaç gün sonra Kadıköy Belediyesi çalışanları ve CHP kadın kolları olarak oralara gittik yardım götürmek için. İçler acısı bir durumdu. Anlatamam… Bu anlatılmaz yaşanır... (Allah bir daha yaşatmasın dileklerimle) Evlerin çoğu yıkılmış, bazıları yan yatmış, kimisinin yarısı yok olmuş, çöken katların aralarından sallanan tül perdeler insanı dehşet içinde bırakıyordu. Katlarda sanki hiç eşya yokmuşçasına aralarda kalan eşyalar ezilmişlerdi. Ağlayanlar, yakınlarını arayan insanlar ve kesif bir koku. Maske takmamıza rağmen kokuyu hissedebiliyorduk. Değirmendere’ye vardığımızda çay bahçesinin denize kayması ve yok olması bana tarifsiz acılar yaşatmıştı. O bahçede kaç kez orkestramla birlikte konserler vermiş, fındık festivallerine katılmıştım. Kendim de kahroluyordum ve insanları teselli etmek mümkün değildi. Onlarla beraber ağladık, her türlü yardım için koşuşturduk. Şimdi şu satırları yazarken bile içim fena oluyor.
Adapazarı, Gölcük, Yalova ve çevrelerinde büyük çapta can ve hasara neden olan bu afette , tam yirmi bin yurttaşımızı belki daha fazlasını yitirdik.Yüz binlerce insanımızın evsiz kalması, on binlerce hasarlı yapı , depremin bilinen bilançosu idi.. O kâbus gibi korkunç gecede bende yakınım bildiğim birkaç müzisyen arkadaşımı kaybetmiştim. Tüm, yakınlarını kaybedenler gibi ben de günlerce kendime gelemedim kahroldum. Sevgili arkadaşım Portekizli şantöz Adela, değerli müzisyen Ertuğrul Çayıroğlu ve nice hayatlar yok oldu.
Bu gün 17 Ağustos depreminin 9 .u yıl dönümü. Bu depremin bilançosu çok ağır olmuştu. Binlerce ölü, on binlerce yaralı ve bir o kadar evsiz kalan yurttaşlarımız. Devlet gidenleri geri getiremese de, acaba yaraları tam sarabildi mi dersiniz?
İstanbul’da otuz sene içinde büyük bir deprem olasılığının olduğu acı bir gerçekken, ne tedbir alındı. Koca bir hiç ve bir sürü anlatılan, uyutulan masallardan başka. Bundan böyle ticari zihniyetlerle deprem bölgelerinde çok katlı evlerin yapılmasına asla müsaade edilme-meli ve depreme dayanıklı ahşap evler, diğer kentlerde de çalmadan çırpmadan depreme dayanıklı katlar çıkılmalı, yapılmalıdır. Depremde hayatını kaybedenlere Allahtan rahmet-ler dilerken, geride kalanlara sabırlar diliyorum. Allah memleketimizi böyle afetlerden korusun. Bu depremi unutmamalı ve unuttur-mamalıyız. Sevgiyle kalınız…