Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ağustos '14

 
Kategori
Felsefe
 

Allah var mı yok mu?

Allah var mı yok mu?
 

İnsanın dilini geliştirip kavramsal düşünmeye, kendisini,  dünyayı anlamaya ve anlatmaya başlaması ile birlikte olaylar ve olgular arkasındaki “nedensellik” dizgesinin, zincirinin sırlarını da merak etmeye başlaması bir oldu.

 

İlkçağların insanı önce kendi varlığının bilincine vardı sonrasında da varlığının nedenini merak etmeye. Öyle ya nasıl kendisi varsa, bitkiler, ovalar, çöller, hayvanlar, dağlar, denizler, gökyüzü, yıldızlar varsa bütün bunların bir varlık nedeninin hatta her şeyin bir varlık nedeni yani bir “ilk neden” inin de olması gerekiyordu. Zamanla o her şeyin nedeni olan “ilk neden” in de bir adı oldu. Got, Tanrı, Allah!

 

İnsanlar “ilk neden” i doğaüstü, sınırsız güç sahibi, mutlak akıl, eksiksiz, kusursuz, çelişkisiz, her şeye kadir, yoktan var eden, yaratan ve tüm yaşamı yöneten bir güç olarak kabul ettiler,  “Allah veya Tanrı” gibi isimlerle tanımlamaya ve onu önceleri gökyüzünde, her gece ışıldayan , göz kırpan yıldızlarda aramaya başladılar. İnsanın sınırsız hayal gücü daha sonraları o biricik ilk nedenden binlerce tanrı, bir o kadar da “din” hatta onlarda yetmedi “mezhep” ler yarattılar. Her tanrının ayrı bir hikâyesi, öğretisi, kuralları oldu. İnsanlar ayrı ayrı dinlere inanmaya, inançları doğrultusunda dünyayı anlamaya, o dinlerin önerdiği kurallar doğrultusunda yaşamaya, yaşamakla da kalmayıp onların uğrunda kavga etmeye, savaşmaya, ölüp öldürmeye başladılar. Ama baktılar olacak gibi değil en sonunda da “tek tanrı” lı dinleri icat ettiler.

 

Günümüzde dünya üzerinde yaklaşık 7 milyar insanın yaşadığını ve bunların hemen hemen yarısının Allah’ın varlığına inandığını biliyoruz. Kesin sayılar olmamakla birlikte günümüz itibarıyla Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinlerine mensup yaklaşık 4 milyar insanın Allah’ın varlığına, onun dünyayı ve evreni yarattığına, üstelik tüm yaşamı yönettiğine inandıklarından yola çıkmak mümkündür. Ancak ne var bu dini öğretilerden yola çıkarak olası bir “tek tanrı” ya ulaşmak, onu anlamak, kavramak ve tanımlamak maalesef mümkün değildir. Çünkü her ne kadar bu dini öğretilerin bizzat tek bir Allah tarafından seçilmiş peygamberlere “vahiy yoluyla tebliğ edildiği iddia” edilse de söz konusu öğretilerin tutarlı ve mantıklı öğretiler olduğunu iddia etmek maalesef mümkün değildir. Çünkü vahiylere dayalı dini öğretiler gerek kendi içlerinde, gerekse birbirleri arasında ve özellikle de içinde yaşadığımız doğanın gerçekliği ile birçok çelişki içermektedir.

 

Vahiy yoluyla geldiği iddia edilen dinlerin içerdiği çelişkiler saymakla bitirilecek gibi değillerdir. Ancak ilk akla gelen birkaçını sıralayacak olursak örneğin şarap içilmesi veya domuz etinin yenmesi Hıristiyanlara bir hak olarak tanınırken Müslümanlara haram olduğunu görürüz. Hadi şarabı insanlar ürettiler ama aynı domuzu aynı tek bir Allah yarattıysa o aynı domuzun bir dinde haram sayılırken, başka bir dinde helal sayılması aynı Allah adına bir çelişki, bir tutarsızlık değilse başka ne olabilir?

 

Benzer şekilde aynı yaratıcı yüce varlığın Hıristiyanlara sadece tek bir kere evlenmelerine müsaade ederken Müslüman erkeklerin aynı anda dört eş birden alabilmelerine ve bunları da istediklerinde tek bir “boş ol” sözüyle sokağa atabilmelerine müsaade etmesi de tutarlı bir davranış olabilir mi?

 

Kaldı ki madem erkeklere 4 kadın alma hakkı tanınacaktı o zaman insanları yaratırken her 1 erkeğe 4 kadın düşecek şekilde bir nüfus planlamasının yapılması gerekmez miydi?

 

Bir mukayese yapmak gerekirse Katoliklerde boşanmak kesinlikle mümkün değildi ve Laik İtalya’da 30-40 sene öncesine kadar Vatikandan izin almadan eşler boşanamıyorlardı. Yine çelişki oluşturacak bir şekilde Katolik rahiplere evlenme hakkı hiç tanınmazken Müslüman din adamlarının 4 eş bile almaları önünde herhangi bir engel bulunmuyordu. Diğer taraftan İslamiyet’in kutsal kitabı erkeklere eşliğe kabul ettikleri kadınlarını dayak ile terbiye etmelerini hatta gerektiğinde cezalandırma ve ıslah amacıyla cinsel ilişkiden mahrum bırakmalarını önermekte dolayısıyla kadınları ikinci sınıf bir insan, erkeğin mülkü hatta kölesi konumuna düşürmektedir.  

 

Her şey bir yana en eski kutsal kitap Tevrat’la tebliğ edilen “on emir” e göre Tanrı kullarına “zina” yı yasaklamış ama “köle ve cariye” edinmeyi bir hak olarak kabul etmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere tanrı insanın insana kulluk, kadınların erkeklere cariyelik yapmasını hoş görmüş ve cariye ile efendisi arasındaki ilişkiyi “zina” kapsamına sokmamış ama aynı “zina” yı yasaklamıştır. Burada ayrımcılık ve çelişki öylesine barizdir ki neden tüm tarih boyunca hep erkek peygamberlere vahiy indirilirken bir kere olsun kadınlara aynı hakkın tanınmadığı sorusunu sormak da ayrı bir zorunluluk halidir. Koskoca, yeri göğü, tüm canlıları yaratan Allah kulları arasında kadın erkek ayrımı yaparsa kulları neler yapmazlar?

 

Vahiylere göre Tanrının yeri, göğü, tüm evreni ve tüm varlıkları yaklaşık 6.000 yıl önce 6 gün içinde yoktan var ettiği iddia edilir. Oysa insanlık kendi yarım aklıyla geliştirdiği bilimler sayesinde evrenin yaklaşık 14 milyar yıllık bir geçmişi olduğunu ve evrenin bir anda değil aksine bir evrim sürecinde milyarlarca yıl içinde bu günkü haline eriştiğini ortaya çıkarmış, bilimsel olarak kanıtlamıştır. Kısacası tanrının 6 günde koskoca evreni var ettiği, çamur karıp önce Adem’i sonrasında onun kaburgasından Havva’yı yaratıp içlerine “ruh” üflediği varsayımı içinde yaşadığımız “doğa” nın gerçekliği ile tamamen çelişen ve hiçbir şekilde de doğrulanamayan bir iddiadır.

 

Bütün bu yukarda sayılan çelişkiler bir yana yeri göğü yaratan, kimseye kul hakkı yedirtmem diyen, her şeye kadir bir tanrının dünyada yaşanan tüm pisliklere, ahlâksızlara, haksızlıklara, hukuksuzluklara, savaşlara, sömürülere, toplumları yöneten büyüklerinin yaptıkları yolsuzluklara, ayrımcılıklara karşı kayıtsız kalması sanırım izah edilmesi mümkün olmayan bir çelişkidir. Öyle ya madem Tanrı evrenin yaratıcısı, bütün insanların efendisi, her şeye kadir, bütün dünyayı sular altında bırakacak kadar mutlak güç sahibi o zaman o tanrının her gün her yerde yaşanan haksızlıkların, hukuksuzlukların, adaletsizliklerin, ahlâksızlıkların önüne geçmesi ve ilâhi hesabı nerede olduğu belli bile olmayan “öbür dünya” ya bırakmaması gerekmez miydi? Kaldı ki dini öğretiler Tanrı’nın kötü insanlara “nuh tufanı” adı altında bir ceza verdiğini iddia etmektedirler. Yani Tanrı istediği zaman bu dünyada işlenen suçların cezasını hemen anında bu dünyada verebilmektedir. Hal böyleyken günümüz kötülerinin cezasız kalmasını nasıl izah edeceğiz?  Yüz yıllardır din savaşları, mezhep savaşları yaşanıyor, kadınlar çocuklar ölüyor, ailelerini yitiriyor, acı çekiyorlar, gözyaşı döküyorlar. Günümüzde bile aynı Tanrı’nın kullarının başta orta doğu olmak üzere bütün dünyada işlediği suçlara duyarsız kalmasını nasıl izah edeceğiz? İstediği zaman “Nuh tufanı” vasıtasıyla bütün dünyayı sular altında bırakabilen Tanrı avuç içi kadar bir ülke olan İsrail’in hakkından gelemez miydi?  

 

Bütün dinler Allah’ın mutlak akla sahip, hatasız ve eksiksiz bir güç olduğunu, her istediğini kayıtsız şartsız yapabildiğini öne sürerler. Ancak yukarıdaki birkaç örnekte de görülebileceği gibi Tanrının çeşitli zamanlarda gönderdiği iddia edilen “vahiyler” ve anlatılar arasında çok büyük çelişkiler bulunmaktadır. Hal böyle olduğu içinde böylesine büyük çelişkiler içeren “vahiy” lerin mutlak akıl sahibi, kusursuz bir Allah’ın ağzından çıkmış olması mümkün değildir. Aynı Allah’ın domuzu ve şarabı bir serbest bırakıp 600 sene sonra haram kılması yüce akla yakıştırılması hiçbir şekilde mümkün olmayan bir tutarsızlık değil midir? Oysa tüm var oluşu, her gün hayranlıkla izleyebildiğimiz muhteşem evreni kurgulayan Allah’ın her şeyden önce en ufak bir çelişki içermeyecek şekilde “tutarlı” olması gerekmez miydi?    

 

Elbette ki koskoca kâinatı var eden, kusursuz bir evren kurgulayan, milyarlarca varlığa can veren bir yaratıcının tutarsız ve çelişkili düşünceler içinde olduğuna, olabileceğine ihtimal dahi vermek mümkün değildir. Bu nedenle de ben dini öğretiler içindeki çelişkilerin ve tutarsızlıkların Allah’tan değil, aksine hiçbir dayanakları olmaksızın Allah’ın adını kullanan ve kendi kişisel düşünceleri doğrultusunda dini öğretileri kurgulayan, kurgularken de “kopyala, kes, yapıştır” misali birbirinden alıntılar yapan insanlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Kısacası dini öğretilerde bulunan tutarsızlıklar Allah’tan kaynaklanmamaktadır. Eğer kutsal kitaplar gerçekten de Allah tarafından gönderilmiş olsalardı öncelikle birbirinden farklı kutsal kitabın olmaması ve sonra da tek kutsal kitabın mutlak bir tutarlılık içinde, üstelik de farklı kişiler tarafından farklı şekillerde anlamlandırılmaya müsaade etmeyecek şekilde açık ve net bir dilde ifade edilmiş olması gerekirdi. Öyle ya, neden her dinin birbirinden farklı mezhepleri var? Var, çünkü aynı dinin müminleri bile kitaplarını farklı şekillerde anlayabiliyorlar, yorumlayabiliyorlar. Bu da onların Allah’ın olası vahiylerini çarpıttıkları anlamına gelmez mi? Hepimizin de bildiği gibi sadece farklı dinlerin müminleri değil, aynı dinin farklı mezhepleri bile çatışmalara, savaşlara neden olabilmektedir. Madem müminler aynı Allah’a ve onun öğretisine inanıyorlar, o zaman bu çatışmalar, savaşlar, birbirlerini öldürmelerin sebebi ne ola ki?   

 

İşte bütün bu nedenlerle de kutsal kitaplar güvenilir öğretiler içermemekte ve bu nedenle de her şart ve koşul altında olması gereken “ilk neden” in dini dogmalarda değil, içinde yaşadığımız “doğa” da aranması gerekmektedir.  Allah doğanın yaratıcıysa birbirleriyle çelişen kitaplara bakmaktansa bizzat Allah’ın eseri olan doğaya bakmak, Allah’ı orada aramak daha akıl kârı değil midir?. Eserin kendisi ortadaysa, canlı, kanlı, tüm gerçekliğiyle gözlerimizin önündeyse binlerce yıl önce gökten indirildiği iddia edilen kitaplara bakmak da neyin nesi? O kitaplar bunca zamandır ortada, ezberliyoruz, tekrar tekrar okuyoruz, inanıyoruz, ibadet ediyoruz, dualar ediyoruz. Peki, o kitaplar vasıtasıyla edindiğimiz, icatlarımız, keşiflerimiz için referans olarak kullanabildiğimiz tek bir somut ve gerçekçi “bilgi” kırıntısı gösterebilir miyiz?  Gösteremeyiz, çünkü günümüz teknolojini geliştirebildiysek bütün bunları sadece ve sadece “doğa bilimleri” nde yaşanan gelişmelere borçlu olduğumuzu cümle âlem biliyor. 

 

Allah’ın varlığı veya yokluğu ile ilgili en önemli sorun muhakkak ki “vahiy” kavramının içinde gizlidir. Vahiy yoluyla gönderildiği iddia edilen dini öğretilerin, anlatıların aklı başında ve tutarlı “tek bir yaratıcının” fikri olamayacak kadar çok çelişkili olduğu zaten ortadadır. Ancak buradaki asıl önemli sorun tek bir yaratıcı olarak kabul ettiğimiz Allah’ın neden bütün insanlara değil de içlerinden sadece güya seçilmiş birkaç kişiye “vahiy” gönderdiği sorusudur. Öyle ya madem Allah’ın “bütün insanların” bilmesini ve onlara uymasını istediği “fikirleri, düşünceleri, öğretileri, emirleri, talimatları” var da neden onları vahiy yoluyla bütün insanlara değil de sadece birkaç peygambere göndersin? Her şeye kadir mutlak akıl ve güç sahibi Allah isteseydi sadece birkaç kişiye değil bütün kullarına “vahiy” gönderemez miydi?

 

Allah isteseydi elbette ki bütün kullarını direk olarak bilgilendirebilir ve onlardan ne istiyorsa, ne bekliyorsa bunları bizzat ve direk olarak, aracı, temsilci kullanmadan herkese söyleyebilirdi. Dünyaya gelen her canlı Allah’ın emirlerini ve talimatlarını bilerek dünyaya gelebilir, dinlere, peygamberlere, din hocalarına, din tacirlerine hiç gerek kalmaz, herkes aynı Allah’a ve onun öğretisine inanır ve gül gibi, barış içinde geçinir giderlerdi. Allah bu kadarını akıl edememiş olabilir mi? Her şey bir yana zırt pırt değişen dinler, mezhepler olacağına tek bir din olur ama yüzlerce, binlerce yıldır süregelen din ve mezhep savaşları da hiç yaşanmamış olurdu.  Koskoca Allah’ın “vahiy” lerini herkese göndermesi, hatta herkesin o “bilgi” birikimiyle donatılmış olarak dünyaya gelmesini sağlaması önünde herhangi bir “engel veya olanaksızlık” olabilir mi? Adı üstünde, eğer o Allah ise, elbette ki her türlü zorluğunda üstesinden geleceği muhakkak değil midir? 

 

Allah isteseydi bütün kullarına direk olarak “vahiy” gönderebilir miydi, gönderemez miydi sorusu kadar önemli bir diğer soruda “neden” bütün canlıların “dürtüler veya içgüdüler” le donatılmış olarak dünyaya geldikleri sorusudur. Öyle ya, yüzlerce yıldır bildiğimiz gibi en ilkelinden en gelişmişine kadar bütün canlı varlıklar “dürtüler” le donatılmış olarak dünyaya geliyorlar ve çoğu eylemi de isteseler de, istemeseler de “dürtüler” doğrultusunda yapmak zorunda kalıyorlar.

 

Peki, madem bütün canlı varlıklar “dürtüler” le donatılmış olarak dünyaya geliyorlarsa,

isteseler de istemeseler de bu “dürtüler” doğrultusunda yaşamları için gerekli bir takım şeyleri yapmak zorunda kalıyorlarsa,

her şeyin bir “ilk neden” i varsa,

kim, hangi kusursuz “akıl”, hangi yüce ve her şeye kadir güç en ilkelinden, basitinden en gelişmişine kadar bütün varlıkların “dürtüler” le donatılmış olarak dünyaya gelmelerini sağlamış olabilir?

 

Bütün bu sorulara kim, “muhakkak ki Allah’tır” dan başka türlü bir cevap bulabilir ki?

Kim, hayır canlıların dürtüleri yoktur diyebilir? Bütün canlılar istedikleri gibi, bildikleri gibi yaşıyorlar diyebilir?

Kim dürtülerin varlığını, tüm canlı âlemin yaşam biçimini etkilediğini, belirlediğini inkâr edebilir?

Kim, hayır Allah değil de başka bir güç canlı varlıkları “dürtüler” le donatmıştır diyebilir ve bu başka gücü tanımlayabilir?

 

Bana göre “dürtüler” varsa muhakkak ki bu “dürtüler” dediğimiz canlı varlıkların yaşamlarına yön veren “kurallar dizgesi” nin de bir “kural koyucusu” vardır ve bu kural koyucu da Allah’tan başka kimse olamaz.    

 

Allah’ın Musa peygambere, İsa peygambere veya Hz. Muhammed’e veya sayısı belirsiz birçok seçilmiş kişiye vahiy gönderdiğini kimse kanıtlayamaz.

 

Ama eminim ki içinde yükselen ve herkesi “var olmaya, varlığını korumaya, varlığını geliştirmeye, varlığı için mücadele etmeye, beslenmeye, üremeye, merak etmeye, şüphe duymaya, araştırmaya, öğrenmeye” sevk eden o yüce “ses” i duymayan kimse yoktur.

 

O “dürtüler” adını verdiğimiz yüce “ses” de muhakkak ki Allah’ın sesinden başka bir ses değildir.

 

Her çocuk dünyaya ağlayarak gelir, nefes almaya başlar ve kendisine uzatılan anne memesini emmeye başlar. Oysa çocuk ne annesini bilir ne de memenin ne olduğunu, ne işe yaradığını. Yeni doğan bir bebeğin ağzına serçe parmağınızın ucunu uzatırsanız onu da emmeye başlayacaktır. Çünkü çocuk daha annesinin karnındayken kendi parmağını emmeye başlamıştır. Çünkü bir şeyleri ağza alıp onu emmek insanoğlunun dürtülerinin etkinliğinde yaptığı ilk eylemdir. Dünyanın bütün bebekleri de isteseler de istemeseler de bu eylemi yaparlar, başka bir seçenekleri de yoktur.

 

Belgesel filmlerde izliyoruz, memeli hayvanların yavruları da doğum sonrasında bin bir zorlukla ayağa kalmaya çalışır ve annesinin memelerini arar, bulur, emmeye başlar. Bunları yapamazsa hayatta kalamaz ama “dürtüler” i onlara bütün bu yaşamsal zorunlu eylemleri yaptırır. Hiçbir canlı yavrusu da “dürtüler” inin sesine, yaptırım gücüne karşı koymaz, koyamaz. Dürtülerin ona yap dediği şeyleri harfiyen yapar. İşte Allah’ın dürtüler vasıtasıyla kazandığı yaptırım gücü de burada gizlidir. Bütün varlıklar Allah’ın yap dediklerini yaptıkları içindir ki, yaşam da milyonlarca yıldır olduğu gibi o yüce “akıl” ın, tasarımcının planlaması doğrultusunda gelişir durur. Neden her canlı belli bir ergenliğe eriştikten sonra karşı cinsiyle çiftleşir? Sokaklarda yaşayan kediler ve köpeklerin nesillerinin devamını sağlamak gibi bilinçli bir amaçları olabilir mi? Hayır, onlar dürtüleri onları çiftleşmeye mecbur ettiği için çiftleşirler.

 

Peki, Allah “dürtüler” vasıtasıyla böylesine muhteşem bir var oluş kurgusu tasarladıysa ve yaşam da onun tasarımı doğrultusunda ilerleyip duruyorsa, yani her şey Allah açısından tıkırında gidiyorsa onun ikide birde “seçilmiş” insanlar arayıp onlara “vahiy” ler göndermesine hiç gerek kalır mı?

 

Peki, hiç şüphesiz ki yaşadığımız dünyada sayılamayacak kadar çok pislik, haksızlık, hukuksuzluk, ahlâksızlık varsa bütün bu olanlar da Allah’ın planlaması doğrultusunda gerçekleşiyor olabilirler mi?

 

Evet, maalesef Allah bütün bu olan bitenleri, olup bitebilecekleri muhakkak ki öngörmüştür. Çünkü “dürtüler” canlılara ve elbette ki insanlara “her şeyi” yapabilmelerine olanak sağlayan “YAP” , yani pozitif emirlerdir. Dürtülerin içinde şunu veya bunu “YAPMA” şeklinde yasaklayıcı, negatif bir emir yoktur. Allah evreni tasarlarken hiçbir konuda “YAPMA” emri veya talimatı vermediği için bütün varlıkları sınırsız bir “özgürlük” içinde bırakmıştır. Başka türlü de zaten olamazdı. Çünkü “YAPMA” türünden negatif emirler içeren kısıtlayıcı dürtülerle canlıların var olmaları, varlıklarını geliştirmeleri mümkün olamazdı. Ceylan özgürce ot yiyebilmeli, aslan ceylanı yiyebilmeli, büyük balık da küçük balığı yutabilmeliydi ki canlı hayat gelişebilsin, evrim geçirebil sindi. Bütün bunlarda zaten olabildiği içindir ki en sonunda insan dediğimiz tüm canlıların en gelişmişi ortaya çıkabilmiş ve bu günlere gelinmiştir.

 

Evet, günümüz toplumlarında aynen hayvanlar âleminde de olduğu gibi sınırsız “özgürlük” nedeniyle her türlü haksızlık, hukuksuzluk ve ahlâksızlık yapılabilmektedir. Ancak ne var evrimin bu günkü geldiği nokta muhakkak ki Allah’ın nihai amacı değildir ve olamazda zaten. Kaldı ki Allah’ın kurgusu evrim sürecinin devam edeceğine de işaret etmektedir. İnsanoğlu ilerleyen zamanda Allah’ın öngördüğü gibi sınırsız “özgürlüğün”  medeni bir yaşamı mümkün kılamayacağını idrak edecek ve “dürtüler” in içermediği “YAPMA” türünden negatif ama rasyonel yasalarla, yani “ahlâk ve hukuk” kurallarıyla uygarca bir yaşam türünün desteklenmesi gerektiğini anlayacaktır. Sonuçta da, eğer insanlık o zamana kadar kendi kendini yok etmediyse “akıl” ın egemen olduğu bir uygarlık mutlaka geliştirecektir. Zaten insanlık da uzun yıllar önce “ahlâk ve hukuk” kavramlarını keşfetmiş ve hayvanlıktan, yabanilikten insanlığa doğru önemli adımlar atabilmiştir. Günümüz yaban yaşamına baktığımızda atılan adımların çok yavaş ilerlediğini düşünebiliriz. Ancak ne var insanlığın evrimi 14 milyar yıldır sürüyor ve uygarlaşmak için harcadığımız süre çok da uzun bir zaman değildir ve köprülerin altından daha çok suların akacağı muhakkaktır.

 

Allah ile ilgili “Allah var mı yokmu?” sorusuna gelince her şeyden önce kutsal kitapların ve insanın sınırsız hayal gücünün tasvir ettiği gibi yukarıda bir yerlerde oturan, insanların “günah ve sevap” larının muhasebesini tutan bir Allah muhakkak ki yoktur. Her şey bir yana yarattığı kullarının övgülerini, methiyelerini, ibadetlerini, dualarını bekleyen bir Allahın olabileceğini hiç ama hiç düşünemiyorum. Ancak ne var “dürtüler” in varlığı mutlak bir şekilde bu dürtülerin bir tasarımcısının da olması gerektiğini zorunlu kılmaktadır. Çünkü “dürtüler” kendi başına oluşması mümkün olmayan ama yaşamı belirleyen, yaşama yön veren bir bilgisayar işletişim sistemi benzeri bir program, bir yazılım, bir kurallar kurallar bütünlüğüdür. Kesinlikle yüksek bir “akıl” ürünüdür ve kendisi hiçbir şekilde değişmeyen ama her şeyi aynı mantık doğrultusunda hareket ettirmekte, hareket ettikçe de değiştirmektedir.  Madde olsa bile “dürtüler” gibi hareket ettiren, tepki verdiren, devindiren bir program olmaksızın evrim sürecinin  başlaması olanaksızdı. “Dürtüler” olmasaydı ne “etki tepki” ne de “nedensellik” yasası gibi doğa yasalarının varlığı söz konusu bile olamazdı. Son tahlilde de ne olağan üstü muhteşem ve harmonik kâinat var olabilirdi ne de bizler bu gün “bilimler” vasıtasıyla doğayı anlayabilir ve açıklayabilirdik. Kısacası dürtüler olmasaydı kâinatın her köşesinde “kaos” olurdu ama gözlemlediğimiz muhteşem "düzen" olamazdı. Bütün bu nedenlerle de ben “nasıl” ve “ne tür” sorularına cevap veremesem bile “dürtüler” gibi bir yazılımla başlayıp tüm evrim sürecini tetikleyen bir “ilk neden” in yani Allah’ın varlığına kesinlikle inanıyorum.

 

Peki, Allah şu anda nerededir, ne yapıyor ve en önemlisi de nasıl bir varlıktır bilemem. Çünkü 14 milyar yıllık evrim sürecine baktığımızda Allah’ın bu sürece müdahale ettiğine ilişkin bir işaret göremiyorum. Kendisi sessiz sedasız olan biteni izliyor mu, bir şeyler bekliyor mu yoksa o da mı “var olmak” mücadelesi veriyor, bilemem. Zaten dürüst olmak gerekirse ben Allah’ı da çok fazla merak etmiyorum. O nasıl olursa olsun kurguladığı kâinatın planladığı gibi gerçeklemesi için gereken her şeyi yapmıştır. Benim asıl merakım içimdeki annemden, babamdan ve onlardan önce yaşamış tüm atalarımdan miras aldığım “dürtüler” le ilgilidir.

 

“Dürtüler”var oluşu tetikleyen ve hiçbir şekilde değişim göstermeyen ama tüm değişimleri, gelişimleri belirleyen kurallardan oluşan, içsel bir “itki, itici bir güç, enerji” olarak tanımlanabilecek hatta "ruhumuz, bilincimiz" de diyebileceğimiz bir etkendir. Eminim ki dürtüler kâinatın var oluşunun ilk adımıdır ve her canlı veya cansız varlığının en küçük parçası olan atomlarının şifresinde gizlidir. Eminim ki ileride bir gün bilimler o kadar gelişecek ki sonunda hücre DNA ları ve atomların kimyasal yapılarının sırları tamamen çözülecek ve Allah’ın kendisi değilse bile “dürtüler” in bütün sırları kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Çoğu insana inanılmaz, hatta çok komik bir düşünce olarak gelecektir ama bana göre "dürtüler" in varlığının ve evrensel düzeni ayakta tuttuğunun en büyük kanıtı güneşin sahip olduğu büyük çekim gücüne rağmen dünyamızı ve diğer gezegenleri yutamamasıdır. Güneş kendi ekseni etrafında dönerek bu büyük çekim gücünü oluşturur, bunu biliyoruz. Buna karşılık ayrı bir varlık olarak dünyamızda kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde hareket ederek bir merkez kaç kuvveti oluşturmakta ve güneşin büyük çekimine karşı koyabilmektedir. Güneşte, dünyada dürtüleri gereği kendi eksenleri etrafında dönerek bir tarafta çekim gücü diğer taraftan da merkezkaç kuvveti uluşturmakta ve evrende gördüğümüz olağanüstü, muhteşem düzenin işleyini sağlamaktadırlar.     

 

Sizleri bilmem ama ben “dürtüler” imi çok çok seviyorum.

 

matilla@windowslive.com

 

Mustafa Atilla

08.08.2014

 

     

 

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..