Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mayıs '13

 
Kategori
Felsefe
 

Soyut kavramlarla somut sorunlar çözülebilir mi?

Soyut kavramlarla somut sorunlar çözülebilir mi?
 

Gerek düşünce hayatımızın ve gerekse de toplumsal yapımızın yapı taşları hiç şüphesiz ki “sosyal kavram” lardır. Ancak ne var söz konusu bu sosyal kavramlarda büyük çoğunlukla hatta belki de tamamen “soyut” kavramlardır ve bu hayati öneme haiz kavramlar soyut oldukları için toplumsal yaşamımızda ortaya çıkan sorunlar hemen hemen hiç çözülmez ve bunlar sanki alın yazısıymış gibi başımıza dert olup kalırlar.

Daha önce yazdığım “Felsefe nedir ve ne işe yarar?”  http://blog.milliyet.com.tr/felsefe-nedir-ve-ne-ise-yarar-/Blog/?BlogNo=415809  başlıklı blogumda burada olduğundan çok daha ayrıntılı bir şekilde belirttiğim gibi gerek “sosyal kavram” ve gerekse de “soyut” kavramları açıklamaya muhtaç, aksi takdirde anlaşılmaz kavramlardır. Öncelikle “sosyal kavram” ile “doğal kavram” ların birbirinden farklı olarak neler ifade ettiklerini belirlemek gerekir. Doğal varlıklar bizim dünyaya gelmemizden önce de var olan örneğin dağ, aslan, fare, ağaç gibi nesnel varlıklardır ve biz bunları dilimizde, kültürlerimizde sözlü ifadelerle “kavram” laştırırız ve o şekilde anlarız. Bu nedenle de doğada var olan her şey bizim için “doğal bir varlık” tır ve bu nedenle de doğal varlıkları “doğal kavram” lar olarak tanımlarız.

İnsanın dilini, kültürleri geliştirmesi ve toplumsallaşmaya başlaması ile de insanlar zorunlu olarak bir takım her hangi bir nesnelliği olmayan, kelimeler ile ifade edilebilen ve her biri de belli bir işlevi yerine getireceği düşünülen veya umulan “sosyal araç veya alet” ler yarattılar. Örneğin “ahlak, din, hak, hukuk, monarşi, cumhuriyet, demokrasi, iffet, fazilet, namus, şan, şeref” gibi kavramlarda “sosyal kavram” ların ilk akla gelenleridir.

“Sosyal kavram” ların ifade ettikleri karşılıkları olan “sosyal varlık” lar biz insanların yarattığımız, kelimeler ile ifade edilen anlamsal varlıklar oldukları ve doğal varlıkların aksine nesnel, elle tutulan, gözle görülen bir karşılıkları olmadığı için “soyut” varlıklar olarak tanımlarız. Örneğin ahlak, hak veya hukuk gibi kavramlar, duyu organlarımızla duyumsayabileceğimiz özellikleri ve işlevleri olmadığı için bu türden soyut “sosyal kavram” ları ancak “akıl” yoluyla kavrayabilir ve anlayabiliriz.  Ancak ne var bu soyut kavramlar büyük ölçüde tek kelime ile ifade edildikleri için tam olarak anlaşılması mümkün değildir. Örneğin tek kelimeden ibaret bir “hak” veya “hukuk” , “ahlak” gibi soyut kavramların nesini anlayabiliriz?  Mümkün bile değildir! Zaten olmadığı için de bu “soyut” kavramların hemen hemen hiçbirinin ifade ettiği “gerçek” liği ve genel geçer “gerçek”çi  bir “anlam” ı yoktur. Gidelim herhangi bir hukuk profesörüne soralım ve onun hak veya hukuk gibi toplumsal yaşamda hayati öneme haiz bu kavramların “somut”, herkes için aynı şeyi ifade edebilecek bir şekilde tanımını yapamayacağını görürüz. Peki, işinin uzmanı, âlimi olan bir hukukçunun bile “genel geçer” tanımını yapamayacağı bir kavramı biz sıradan insanlar “akıl” yoluyla anlamamız mümkün müdür?

Peki, sıradan bir insanın duyu organlarıyla ne olup ne olmadığını anlayamayacağı, bu nedenle de “akıl” yoluyla anlaması gereken bir varlığı ve o varlığın sözel tanımlaması olan “soyut kavram” ı anlayamaması halinde ne olur? Anlamayan her insanın yaptığı gibi herkes o anlayamadığı “anlam”ı kendi kafasına göre, sübjektif bir şekilde “anlam” landırır, yani “uydurur!”.  İşte biz insanların yaptığı da bundan başka bir şey değildir. Ben başta olmak üzere hepimiz anlayamadığımız şeyleri hemen uydurarak, onları kendi dünya anlayışımıza uyacak şekilde “anlam” landırırız. Yok, ben uydurmam, ben sadece objektif ve genel geçer tanımlamalara itibar ederim diyen parmak kaldırsın! Kimse kaldıramaz, çünkü sosyal kavramların objektif ve genel geçer bir tanımlamaları yoktur. Zaten hepimiz de ulemalarının, uzmanlarının, profesörlerinin bile anlayıp somut bir tanımlamasını yapamadığı bu “hak, hukuk, ahlak” gibi kavramları kendi dünya anlayışımıza göre “anlam” landırdığımız için birbirimizle anlaşamayız ve sokaklarda, meydanlarda, hak, hukuk tartışmalar, savaşları yaşar dururuz. Çünkü hepimiz kendimize göre “haklı” yızdır.

Hepimizin kendimize göre “haklı” olabildiği, dolayısıyla da kendimize göre düşünmeyen insanları “haksız” kabul ettiğimiz “öteki” leştirdiğimiz bir toplumsal yaşamda insanların birbirleriyle anlaşabilmeleri olanaksız bir durumdur. Hayvanlar dillerini geliştiremedikleri için sadece duyu organlarıyla dünyalarını duyumsarlar ve birbirleriyle iletişim kurarlar. Zaten bu nedenle de hayvanların “koklaşa, koklaşa” anlaştıklarını söyleriz. Ancak ne var hayvanların “koklaya koklaya” duyumsadıkları dünyanın bütün “doğal varlık” ları hep aynı şekilde kokar ve bu nedenle de bütün hayvanlar dünyalarını aynı şekilde algılar ve anlarlar. 

İnsanlar ise dillerini geliştirmişler soyut kavramlar icat etmişler ve bu soyut kavramlarla “sosyal dünya” lar oluşturmuşlardır. Ancak ne var o sosyal dünyaların yapı taşları olan sosyal kavramlar “soyut” oldukları için birbirleriyle “koklaşa koklaşa” değil sözlü iletişim kurarak anlaşmaya çalışırlar. Ancak ne var o söz konusu kavramlarda “soyut” kaldıkları, genel geçer bir anlam ifade etmedikleri için herkes o soyut kavramları sübjektif bir şekilde kendine göre anlamlandırdığı için insanların “konuşa konuşa” anlaşmaları olanaksız bir hale gelmiştir. Çünkü milyonlarca insanın bir arada yaşamak ve mutlaka anlaşmak zorunda oldukları sosyal yaşamda ne kadar çok soyut kavram varsa o kadar çok da “anlaşmazlık” nedeni var demektir. Anlaşmazlıkların olduğu bir dünyada da çatışmaların olmamasının olanaksız bir durum olduğunu sanırım bilmeyenimiz yoktur.

Buradaki temel sorun toplumsal yaşamlarımızın yapı taşları olan “sosyal” kavramların tek kelimeden ibaret, genel geçer “anlam” ları olmayan “soyut” kavramlar olarak kalmış olmalarıdır. Bu sorunun çözülebilmesi de o “soyut” kavramların mutlak bir şekilde “somut” laştırılmasına ve sonuçta da herkes için aynı şeyi ifade eder bir hale getirilmesine bağlıdır. Çünkü soyut kavramlar soyut kaldığı, somutlaştırılamadığı müddetçe belli, sabit, genel geçer bir anlamları olmayacak ve bu durumda da onları herkes istediği gibi, işine geldiği gibi anlamlandırmaya mecbur kalacak, öyle de yapacaktır. “Sol” kavramı gibi yılların en popüler kavramlarından biri olan o “soyut” kavramın bugün bile bir tanımlaması yapılamamakta ve o nedenle de herkes nasıl kendine göre Müslüman olabiliyorsa aynı şekilde kendisine göre de “solcu” olabilmekte ama ne olduğu belli olmamaktadır.

Soyut sosyal kavramlarla sağlıklı bir toplumun kurulamayacağının en güzel örneği gerek ülkemizde ve gerekse de dünyanın pek çok ülkesinde süregelen “anayasa” tartışmalarıdır. Aslında anayasa da Montesquieu’nun geliştirdiği “güçler ayrılığı” ilkesi ve J.J. Rousseau’nun ortaya attığı “toplumsal sözleşme” kavramları üzerine kurulu ama sonuç itibarıyla “soyut” bir kavramdır. Anlamsal olarak bakıldığında anayasanın “halk” ile “devlet” ve devleti yöneten “siyaset kurumu” arasında yapılan ve devletin “nasıl ve ne şekilde” yönetileceğini belirleyen bir sözleşme olduğunu düşünebiliriz. Diğer bir ifadeyle anayasanın halk ile siyaset kurumu arasında yapılan ve karşılıklı “hak, yetki ve sorumluluk” ların belirlendiği, dolayısıyla da her iki tarafında uymak zorunda olduğu bir hukuk metni olarak kabul etmek mümkündür. Ancak ne var günümüz anayasalarının yapılış biçimini göz önüne aldığımızda kayıtsız şartsız bütün anayasaların devleti zaten yöneten siyasetçiler tarafından veya askerler tarafından yapıldığı ve halkın en ufak bir yetkisinin, söz hakkının olmadığını görürüz. Yani halk ile siyaset kurumu arasında yapılan bir toplumsal sözleşme yoktur, aksine sadece siyasetçiler tarafından yapılan “tek taraf” lı bir sözleşme söz konusu olmaktadır. Siyasetçi anayasayı istediği gibi formüle eder ve başka bir seçeneği olmayan halk da referanduma sunulan Anayasa taslağına oy vererek kabul eder. Ancak ne var şimdiye kadarki anayasalarının hiç birinde siyaset kurumunun ve devletin halka karşı üstlendiği her hangi bir görevden veya sorumluktan söz edilmediğini görürüz. Anayasalara göre siyasetçiler istedikleri gibi devleti yönetirler, istedikleri gibi kanunları, ihale ve teşvik yasaları çıkarırlar ve dokunulmazlık zırhı ile koruma altına alınırlar. Buna karşılık anayasalar vasıtasıyla halka tanınan en ufak bir hak ve yetkiden söz edilmez. Halkın tek hakkı ve yetkisi seçimden seçime bir siyasi partiyi seçmektir. Bu durumda da siyaset kurumu halka karşı en ufak bir sorumluluğu olmayan ama padişah yetkileriyle donatılmış bir tür kral değil ama kraldan da daha fazla yetkisi olan bir tür “yarı tanrı” konumuna sokulur. Bütün bu saydıklarımın olabilmesinin yegâne nedeni de bütün sosyal kavramlar gibi hak, hukuk gibi “anayasa” kavramının da “soyut” olması ve kimsenin de yaşanan problemlerin nedenlerini anlayamamasıdır. Halk hukukçu olmadığı için de ne dönen dolapları görebilir ne de o dolaplara karşı koruma önlemi alabilir.

Gerek bireysel ve gerekse de toplumsal bilincin geliştirilmesi tamamen ve tamamen “soyut” kavramların detaylandırılarak, içlerinin “bilgi” ile doldurularak “somut” laştırılmasına bağlıdır. Çünkü ancak ve ancak “somut” kavramlarla düşünen bir insan neyin ne olduğunu ve neyin ne olmadığını anlayabilir, anlayabildiği oranda da diğer insanlarla anlaşabilir, sorunlarını çözebilir.

Günümüz toplumları eşitsizlik, haksızlık ve adaletsizliklerin egemen olduğu, % 1 lik azınlıkların geri kalanları sömürebildiği, aralarındaki gelir farklılıklarından kaynaklanan uçurumların giderek derinleştiği ve en önemlisi de insanların birbirleri ile anlaşamadığı kaotik toplumlardır. İnsanların birbirleriyle konuşarak anlaşamamaları göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir sorundur. Birbirleriyle anlaşamayan insanlar arasında “aidiyet” birliği asla ve asla kurulamaz, toplumsal barış sağlanamaz. Hatta hiçbir sosyal sorun çözülemez. Bu nedenlerle de bir an evvel toplumsal yaşamın yapı taşları olan sosyal kavramların hepsinin de somutlaştırılması ve bunun sonucunda da birbirleriyle anlaşmanın mümkün olacağı kültürlerin geliştirilmesi gerekir. Bu da hiç şüphesiz doğa bilimcilerinin, fizikçilerin, kimyagerlerin, biyologların, zoologların yerine getirebileceği türden bir görev değildir. Bu görev başta felsefe dünyası olmak üzere bütün sosyal bilimcilerin üstlenmesi gereken bir görevdir. Bir süre önce yazdığım “felsefe nedir ve işe yarar?” başlıklı blogumda soyut kavramların nasıl ve ne şekilde somutlaştırılabileceğini uzun uzun ve detaylandırarak yazdım. Hala anlaşılmayan sorunlar varsa ilave açıklamalar yapmaya her zaman hazırım. Yeter ki özellikle felsefe dünyası bir an evvel toplumsal sorunlara el atsın ve bu sorunların çözümlenmesini mümkün kılacak çalışmalara başlasın. Nasıl doğa bilimciler milyarlarca yıl önce olan biteni anlayabiliyor, bunlardan sonuçlar çıkartabiliyorsa bence felsefenin çözemeyeceği bir sosyal sorun da olmamalıdır. Yeter ki soyut kavramlar üzerinde sonu gelmez tartışmalara son versinler ve somut sorunlara somut çözümler aramaya başlasınlar.

Mustafa Atilla           

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..