- Kategori
- Kültür - Sanat
Anadolu'da bir dünya insanı: Recai
Yaklaşık on yıl önce… Sıcak temmuz günleri… Safranbolu belgeselini çekiyoruz…
Bir yanda geleneksel Türk evleri, ahşap, kerpiç, taş işçiliğinin güzel örnekleri. Öte yanda, akarsular, kanyonlar, mağaralar, ormanlar, yaylalar...
Bütün arkadaşlarım gönüllü çalışıyor. Restore edilip pansiyon olarak düzenlenen evlerden birine yerleşir yerleşmez çekimlere başlıyoruz. Taş döşeli yollar, çeşmeler, çeşit çeşit meyvelerin olduğu bahçeler, bir kısmı kırılmış, yosun tutmuş kiremitler...
Safranbolu’da ilk dikkatimizi çeken bunlar oluyor. Ardından, Safranbolu çarşısı… Üzüm asmalarının örttüğü daracık sokaklardaki tek katlı dükkânları görünce zaman tüneline girmiş gibi oluyoruz. Unutulmaz güzellikte insan sıcağını tadıyoruz orada…
Arasta’da son yemenicilerden Mustafa Ustayla tanışıyoruz. Tipik bir Osmanlı beyefendisi; kibar, çalışkan, söyleşisi bal tadında...
Son semerciyi buluyoruz... Dürüst, işini sevgiyle yapan, açık sözlü biri… O da, yemenici gibi, artık bu işi yapan başka birilerinin olmadığının farkında. “Ben ölünce bu dükkân kapanır, bu iş de biter gayrı.” diyor hüzünle...
Asistanımın, “Semeri kimler alıyor?” sorusuna, bilgece, “Yörede yaşayanlar, genellikle dağ köylerinden gelenler alır kızım.” diye karşılık veriyor kalenderce... Son bakırcı, son demirci...
Tanıştığımız insanlar mesleğinin son temsilcileri hep… Acı ama el sanatlarının can çekiştiğini görüyoruz… Sokaklara adını veren mesleklerin icra edildiği iş yerleri bir bir kapanmış…
Geleneksel Türk mimarisinin örnekleri olan evlerin bir kısmı yıkılmış, harap vaziyette… Bir kısmı da yıkılmaya yüz tutmuş, adeta, kurtarın beni der gibi bakıyor gelip geçenlere…
Kimi çeşmelerin suyu akmıyor… Ama suyu akan çeşmelerin sayısı da az değil…
Han, hamam, cami, medrese, köprü... Hepsi güzel... Ama bunların hemen yakınındaki, cafe, disko, bar gibi yerleri görünce şaşırmadan edemiyoruz. …
Çarşı ve evlerden sonra sıra kanyonlara, mağaralara, kaya mezarlarına geliyor. Buralarda çalışmak biraz daha yorucu, aynı oranda da keyifli…
Sular şırıl şırıl akıyor, kuşlar ötüşüyor mavi gökyüzünün altında… Doğayla başbaşayız… Kimi gün geç kahvaltı yapıldı, kimi gün öğle yemeği yenilemedi. Ancak bu durumdan yakınmalar olsa da ekip genellikle uyum içinde çalışmaları sürdürdü…
Çok yoğun çalışılan günlerden biriydi… Birkaç köy dolaşıldı, hepsinin yolu birbirinden kötü… Otomobilden takır tukur sesler gelse de yolumuzdan dönmedik…
Çeşme, kaya mezarları, mağaralar, kanyonlar, ormanlar, yaylalar peş peşe çekildi… Bir yerden bir yere hızla gidiyoruz...
Çok zorunlu olmadıkça mola vermiyoruz... Derken, bir yol ayrımı, köyün adı yazılı, altında da kaç kilometre olduğu. Hemen durup okuyorum tabelayı…
Bir arkadaşım, “Çok acıktım, bu köye girmeyelim.” diyor... Ne olduğunu bilmiyorum, ama beni oraya çeken bir şey var… Çok zamanımızı almayacağını söyleyip köy yoluna giriyorum…
Güneş battı batacak… Küçük bir dağ köyü. Kaya mezarlarını arıyoruz. Acelemiz var. Güneş batmadan çekmemiz gerek… Süratle çevreye bakıyorum…
Köyün mezarlığı yukarda. Köy hemen aşağıda. Kaya mezarları görünürde yok…
Köyün girişinde oturan kadına soruyoruz.
“Ben bilmem.” diyor kadın.
“Kim bilir?” diyorum aceleyle.
“Recai bilir” diyor kadın.
“Recai nerede?”
“Aha orada…”
Yaklaşık yüz metre aşağıda, petrol yeşili atlet giymiş biri köpeklerle oynuyor…
Kadının işaret ettiği bu adamın yanına gidiyoruz çabucak. Derdimizi anlatıyoruz…
“Onların yerini biliyorum... Size yolu tarif ederim… Ama önce gelin Kültür Merkezini, buradaki resimleri görün…” diyor.
Biraz şaşırıyorum… Bir dağ köyünde Kültür Merkezi ve resim yapan, “Gelin resimlerimi görün.”, diyen biri... Öğretmen olmalı, sıkıntıdan resim yapıyor olmalı, diye düşünüyoruz…
Kısa bir tereddütten sonra Recai’yle konuşup anlaşıyoruz.
Önce Kaya Mezarlarını çekeceğiz. Ardından Kültür Merkezine gelip onun resimlerini göreceğiz…
“Bize yolu gösterir misin şimdi?” diyorum.
Recai arabaya biniyor…
Sıcak biri...
Güler yüzlü, doğayla, insanlarla barışık…
Arabaya bindikten çok kısa bir süre sonra Recai’nin, Ankara’da bir arkadaşımızın felsefeci, ressam olarak anlattığı, kimliğini, adresini bulamadığımız kişi olduğunu anlıyoruz...
Cep telefonumdaki onunla ilgili yazılı mesajları gösteriyorum ona. Recai’nin gözleri ışıl ışıl. Onunla ilgileniyor olmamız mutlu ediyor onu.
Recai seviniyor, biraz da mahcup oluyor sanki…
Kaya Mezarlarının yaşayan tarih olduğunu söylüyor o. Anadolu’nun uygarlıklar beşiği olduğunu ekliyor. Değişik uygarlıklara ait kalıntıların yeterince korunmayışını eleştiriyor. …
Ne sanat eleştirmeniyim, ne ressam. Ama Recai’nin resimleri çok güzel. Ben ve ekip arkadaşlarım hayran kaldık doğrusu…
Resim eğitimi almayan biri böyle güzel resimleri nasıl yapar, bu durumu, kim, nasıl açıklar bilmiyorum…
Bildiğim bir şey var, Recai’nin resimleri olağanüstü güzel…
Recai ilkokul mezunu. Okumak istemiş.
İstanbul’daki akrabaları, “Gönderin okutalım.” demişler. Recai çok sevinmiş, koşa koşa gitmiş İstanbul’a…
Ne var ki uzun sürmemiş Recai’nin sevinci. Bakmış ki okul filan yok, bakkal çıraklığı yaptırıyorlar…
Büyük umutlarla gittiği İstanbul’dan köyüne dönmüş. …
Eski gazeteleri, dergileri okumuş.
Eline geçen kitapları karıştırmış. Kitaplar aracılığıyla, Orhan Veli’yi, Cahit Sıtkı’yı, Voltair’i, Bertrand Russell’i, Picasso’yu, Van Gogh’u tanımış…
Gazetelerin ek olarak verdiği dergilerin sayfalarını tuvale dönüştürmüş. Almış eline fırçayı yüzlerce resim yapmış…
Resim yapmak bir yere kadar. An gelmiş, canı türkü söylemek istemiş Recai’nin. Almış bağlamayı eline, türküler söylemiş, sıcak, içten…
Peki, Recai tablo satıp para kazanıyor mu?...
Bugüne kadar hiç resim satmamış…
Recai nasıl geçiniyor?
Fırçaları, boyaları nereden, nasıl alıyor?...
Recai gülerek karşılık veriyor buna:
“Elektrik işleri yaparım, marangozluk yaparım. Haydi onu da söyleyeyim, mezar kazarım. Onurla yaparım bu işleri, kazandığım parayla da boya alırım, fırça alırım...”
…
Bir banka, Recai’ye kitaplar göndermiş. Bunların içinde Sanat Ansiklopedisi de varmış. Her nasıl olmuşsa bu ansiklopedi kaybolmuş. Recai bunu fark edince, üzülmüş, incinmiş. Diğer kitapları da almamış…
“Oysa alsaydım, Kültür Merkezinin girişine kitaplık yapacaktım, olmadı...” diyor.
Recai’yle söyleşi, kıvamında kahve tadında...
“Bu köy yetiyor mu sana, sıkılınca ne yapıyorsun?” diyorum.
Yalnız adam gülümsüyor…
“Şehirlerde sıkılan insanlar köye gelir kafalarını dinlerler. Ben de, burada sıkılırsam, alır başımı giderim. Kendimi İstanbul’un kalabalığına, gürültüsüne atarım. Çok sürmez bu. Birkaç gün sonra yine köyüme dönerim…”
Söyleşi koyulaştıkça peşpeşe mesajlar veriyor Recai:
“Beni hiç arayan soran yok…”
“İnsanlar tanımak istiyorum, insanlar beni tanısın istiyorum…”
“Paylaşmak istiyorum…”
…
Recai’ye, içinde Cahit Külebi’yle ilgili anma yazısının da bulunduğu Çağdaş Türk Dili dergisini göndermiştim…
Bir akşam posta kutumda bir mektup buldum…
Mektubu Recai yazmış.
Dergi için teşekkür ediyor.
Mektubunda da ilginç bir mesaj var:
“İleriki günler benden ne alıp, ne götürecek, bunu bugünden kestirmek oldukça güç...”
Gelecek günler Recai’den bir şeyler alıp götürmese, Recai mutlu olsa...
Fuat OVAT