- Kategori
- Efsaneler
Anadolu'dan gerilim efsaneleri
Elinde küçük bir defterle gelmişti kıraathaneye. Önce havadan sudan uzun, uzun konuşmuş ardından yudumladığımız çayların üzerimizde uyandırdığı ciddiyet atmosferi içinde yeni konulara dalmıştık. Mustafa hoca’ma; pamuk prenses, kırmızı başlıklı kız, fareli köyün kavalcısı vb. masalları çocuklara evde okurken inan ki zorlanıyorum. Yetişme çağındaki çocukları olumsuz etkileyebilecek pek çok çelişki bulunduğunu düşünüyorum bu klasiklerde. Çocuklara yönelik anlatımda korku faktörünün, çocukların düzeyine indirilmiş şekli eğer bu ise yetişkinler arasındaki boyutunu sen tahmin etmeye çalış dedim? Gerçi eldeki eserlerin geçmiş dönemlerin sosyopsikolojik durumunu tespit etmemize imkân verecek nostaljik değerleri var ama burada öncelik çocuk psikolojisinin yıpratılmadan sağlıklı olarak yetiştirilmelerine katkısı olup olmayacağı idi. Sonra O’na dönerek;
— Hocam henüz karalama aşamasında olan “doğa ile baş başa” isimli bir taslağım var, orada hayatın olumlu yönleri ile olumsuzlukları arasında bir denge kurmaya çalışıyorum. Başarılı olabilir miyim bilmiyorum ama çocuklarımızın bu ihtiyacının sağlıklı bir şekilde karşılanması gerekiyor dedim. Okumuştu karalamaları. “Haydi, hocam” dedim. Öyle ise “ daha önce yaptığımız gibi oradaki kurguyu da animasyona dönüştürelim” Hocam ressamdır. Elinden bu tür işler de gelir. “Hiç değilse bol resimli öğelerle bir görsellik kazanmış olur metin” Fikrimi başıyla onayladı. Zihnine girmişti bir kere bu düşünce. Ne yapıp edip bir şeyler ortaya koyacağından adım gibi emindim.
Hocam elindeki dokümanları uzattı bana. “Gerçi az önce anlattıklarınla bunlar çelişiyor ama istersen bak bir kez” dedi. Trakya bölgesine ait yöresel bir hikâye vardı metinde. Kendince yazmış, biraz mahcuptu yazdıklarından. “Hocam sen sanatkâr ruhlu bir adamsın yazık etme kendine, eminim ki yazdıkların güzel şeylerdir” dedim ona. Aşağıdaki hikâyeyi, güzel memleketimin dört bir yöresinde anlatılan efsanelerin bir kitapta toplanması fikrine neden olur inancıyla hocamın anlatımından aktarıyorum:
“ Vakit gece yarısını geçmişti. Her yer karanlıktı. Sık ağaçların arasında, ay ışığında parlayan patika yolda yürürken az ileride belli belirsiz yanmakta olan kandillerin ışığı çarptı gözüme. Neler olduğunu anlamak için ışığa doğru yaklaştım. Değişik yerlerde duran beş, altı odun ateşi gördüm. Üzerlerinde kaynayan kazanlar ve çevresinde telaşla koşuşturan köylü giyinişli kadınlar vardı. Kazanların yakınına, ağaç dallarından çattıkları direkleri öteberiyle örttükleri kabinler kurmuşlardı. Çok korkmuştum. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibiydi. Gecenin sessizliğinde; dumanlar çıkaran su kazanlarının çevresindeki kadınların, ellerindeki susakları kazanlara daldırırken işitilen su şakırtısından başka bir ses duyulmuyordu. Aman Allah’ım burası da neresiydi böyle! Yoksa ölmüşte cehenneme mi gelmiştim? Bunlar yamyam kabilesinden olabilirler miydi? Buralarda ne ararlardı? Bu sorularla meşgulken önümdeki çalılığın ötesinden; elinde gaz lambası tutan kirli sakallı yaşlı bir adam ve onun arkasında omuzları üzerinde ne olduğunu tam anlayamadığım bir şeyler taşımakta olan bir grup belirdi. Öndeki adam bir şeyler mırıldanıyor arkadakilerde taşıdıkları yükü düşürmemeye özen göstererek ona yetişmeye çalışıyorlardı. Görüntüye engel olan çalıları hafifçe araladığımda ne göreyim! Adamlar tabut taşıyorlar. Bir , iki, üç….altı. Evet tam altı tabut getirip bıraktılar meydana. Tabutlardan birini yere düşürdüler. Cesedin ağır kokusu duyuldu. Yaşlı adam mırıldanmasını sürdürürken diğerleri tabutları daha önce orada görmediğim taş blokların üzerine bıraktılar. Bazıları aceleyle cesetleri buradan alıp kabine benzettiğim yere taşıdılar. İçeride hummalı bir hareketlilik başladı. Olup biteni iyice görmek için biraz daha yaklaştığımda korkudan dehşete kapıldım. Çünkü içeride cesetleri parçalıyorlardı. Hele o kadın nasılda saplıyordu bıçağı öyle! Gördüklerim karşısında midem bulanmış, kusma isteği belirmişti. Çalıların arasına eğildiğimde omzumda bir elin sıcaklığını hissettim. Vücudum kaskatı kesilmiş, dönmek istiyorum, dönemiyorum. Çok korkuyorum. Eli bıçaklı kadınla karşılaşmayı göze alamıyorum. O ara duyduğum ses yüreğime su serpiyor;
— Oğlum Mustafa, hadi uyan artık! Kendine gel. Ne işin var senin arabanın dışında.?
Bu babamdı. Sesini duyduğumda rahatlıyor ve ona dönerek;
— Az daha korkudan ödümü patlatacaktın? Dedim. O’da bana;
— Oğlum bir saat oldu. Nerelerdesin diye merak edip seni aramaya çıktım. Tekerin tamirini tamamladım, yerine taktım. Baktım ki yerinde yoksun.
— Şu ağacın altına uzandıydım azıcık, uyuyakalmışım demek. Rüyamda karabasan gördüm.
Babamla birlikte ormanın kenarındaki arabamıza binerek dar ve dönemeçli yollardan yarım saat uzaktaki evimize dönerken babam bana dönerek;
— demek karabasan gördün orada ha! Dedi. Sonra;
— bak şimdi beni iyice dinle. Yalnız anlatacaklarım aramızda kalmalı. Benim gibi yaşı ilerlemiş kişilerin dışında gençlerden bilen yok öyküyü. Pek konuşulmaz hikâye köyde. Nedendir bilinmez? Uğursuzluk getireceğine inanılır.
— neymiş o anlatacağın hikâye? Yoksa gerçek mi? Anlatacakların?
— He ya! Gerçek elbette. Dinle bak, bu onların yaşam tarzları. Ormanın aşağısındaki kızılmeşe köyünde yaşıyorlardı bir vakitler. Ölülerini altı tane olana kadar bekletirler, altı tane olmadan gömmezlerdi. Cesetler kokmasın diye köy yakınlarındaki kör bir kuyuda saklarlardı onları. Kuyuyu da karla doldururlardı.
— ama baba! Niye ölünce hemen gömmüyorlar da altı tane olana kadar bekletiyorlar?
— Ne bileyim be oğlum; o köyden olan bir asker arkadaşım anlatmıştı; altı sayısı onlar için çok önemliymiş. Öldükten sonra ruhlar bedenlere geri döndüğünde altısı bir arada olabilenler kurtulabiliyormuş ancak. İnanç işte. Rüyanda gördüğün kadınlar, cesetleri kendi inançlarına göre hazırladıktan sonra kalplerini ateşte pişirerek yerlermiş. Kuralları çok katı olduğu için sevilmez ve onlara “ leş yiyiciler” denirmiş. Kendi köylerinin dışına ne kız alır ne de kız verirlermiş.
Babamdan duyduklarımın yanında kâbusum bir hiçti. Korku tünelinde olduğum hissine kapılmıştım. Babam eve dönerken hikayenin kalan kısmını anlatmayı sürdürdü.;
— Oğlum yirmi yaşlarımda iken Izgariçe ile onun hemen karşısındaki Develi köyünün arasında bulunan ovanın tam ortasında bir Tümülüs bulunmaktaydı.
— Oda ne ki?
- Kesme sözümü!.Tümülüs kral mezarı demek. 1967 yılı falandı galiba. Haziranın da yirmi yedinci gecesi olacak. Deden, babaannen, amcanlar ve halanlar hepsi tarlada oraktaydılar. Herkes tarlada yatıp kalkar, yaz sıcağında kimse eve girmezdi. Bende koyunları gece güder, gündüzleri gölgeliklerde oyalanırdım. O gece hayvanları Fettah Ağa’nın çeşmesinin orada suladıktan sonra patika yoldan geçirerek Develi köyünün altında ki Tümülüse doğru otlatarak götürüyordum. Kurt saldırısı olur korkusuyla hayvanları bu tepede oyalayacaktım. Gökyüzü pırıl, pırıl. Tek bir bulut bile yok. Yıldızlar ve dolunay çok parlak. Gece on iki gibi üzerine uzanmak için kepeneği yere serdim. Hafifçe içim geçmiş. Kendime geldiğimde başımın üzerinden üç tane büyük ışık kümesi geçti. Tepenin öte tarafına kondular.
— baba sakın bunlar uzaylılar falan olmasın?
— hayır, oğlum uzaylı falan değillerdi.
— neydi peki onlar?
— Parlayan şeyler; ruhtu. Korkarak ve birazda meraklanarak tepenin öbür tarafında duran ışık kümelerinin ne olduğuna bakmak için yattığım yerden kalkıp oraya doğru yürüdüm. Bunların konuşabilen insan ruhları olduğunu anladım. Altışarlı grup halinde konaklamışlardı. Önlerinde zengin sofralar vardı. En gösterişli sofrada göz kamaştırıcı güzellikte bir kadın bulunmaktaydı. Çevresinde köleleri ve ona her şeyde hizmet eden zenci bir uşak vardı. Saydım, tam on sekiz genç durmaksızın hizmet ediyordu kadına. Beni saklandığım yerde buldular. Hemen dört genç yaka paça tuttukları gibi doğruca kadının yanına götürdüler beni. El, kol işaretleriyle düşman olmadığımı, kendilerine zarar vermek için orada bulunmadığımı anlatmaya çalıştım. Derken uyanmışım. Gördüklerim hep bir rüya imiş.
— Şimdi ne anlattın sen bana?
— Oğlum, senin kâbus gördüğün yer burası. İnsanlar nedense bu tür rüyalar görüyor bu civarda. Bu Tümülüs, bir vakitler çok zengin olan Tasos adında bir Rum ağasının ve onun canı gibi sevdiği güzeller güzeli kızı Maria’nın katledilmesiyle oluşan bir mezarlık.
— Böyle güzel bir kız niçin öldürülsün ki baba?
— o da ayrı, uzun bir hikâye oğlum. Bir başka zaman da onu anlatırım sana. Ama şimdilik sevdiği gence verilmediği için olduğunu söylemekle yetineyim sana.