Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

06 Ağustos '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Anılarla 70'li yıllar 1

Anılarla 70'li yıllar 1
 

Her şey öylesine pırıl pırıl, anılarım öylesine yerli yerinde ki.

70’li yıllarda Heybeliada’nın sonsuzluğa akan yokuşlarından, İstanbul’un sessizlik kokan ilçesi “tımarhane” lakaplı Bakırköy’e gelişimiz ve ada özlemiyle geceler boyu döktüğüm gözyaşları bile hala sımsıcak yanağımda…

Geçmişi şöyle bir gözden geçiriyorum da 50’leri hatırlamak güç. Adaların mahrumiyet bölgesi olduğu zamanlar. 60’lar capcanlı yüreğimde, çam ağaçları sığınağım. Yaşanabilir en güzel çocukluğu yaşadım kozalakların arasında.

70’lerde genç olmak, renkli bir dönme dolaptan hiç inmemek gibiydi benim için. Hele yanlış sevdalarla oyalanmadan hayat arkadaşınızı bulmuşsanız hiç ama hiç unutamazsınız ne ilk günlerin tutkulu sevdasını, ne sokak kavgalarından kaçışınızı, ne de evliliğin ilk yılları müdavimi olduğunuz bakkalın veresiye defterini...

Bazı insanların mazisi kalplerini burksa da hep mutludurlar. Çünkü küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmişlerdir. Zaten iyi melekler de hep yanlarında olur. İşte ben o şanslılardandım. Çektiğim sıkıntılar daima tecrübe, umutlarım, hayallerim geleceğim oldu hep. 70'li yıllarda da akide şekeri kavanozuna düşmüş gibiydim. Çok sevdiğim Heybeliada'ma "elveda" demem gerektiği halde...

Annemin rahatsızlığı neticesinde sanatoryumdan uzaklaşması gerekti ve tayini Bakırköy’e “Akıl ve Ruh hastalıkları” hastanesine çıkmıştı.

O zamanlar Bakırköy sadece “tımarhane”yi çağrıştırıyordu. Oysa meyve ağaçlarıyla süslü tek katlı şirin evleri, ahşap tarihi köşkleri, yazlık sinemaları, çay bahçeleri ve faytonları ile tam bir sayfiye yeriydi Bakırköy.

Biz hastaneye yakın iki katlı bir evin alt katını kiralamıştık. Üst katımızda evin sahibi emekli Albay Rıza amca ve Kamuran teyze oturuyordu. Rahmetliler yıllarca bizim cici babamız ve cici annemiz olmuştu.

Bahçesine, çiçeklerine, ağaçlarına sevdalı bir emekliydi Rıza cicibaba. Adadaki bahçemizi aratmayan dut, incir ve kiraz ağaçları, tırmanarak dalından meyve yeme alışkanlığımızı hiç yok etmedi o yüzden.

Ve çok şükür hala beton yığınına dönüşmedi o ev. Yanında yükselen beş katlı apartmanlara inat gururla duruyor yerli yerinde. Çiçekleri ve ağaçlarıyla hemde.

Bahçesinde fidanlarını adadan getirdiğimiz ve diktiğimiz 3 çam ağacı şimdi evin boyunu aşmış durumda. Şu anda aynı sokakta oturuyorum ve ne zaman önünden geçsem ve yanımda biri olsa gururla; "bak bu ağaç benim. Onu 12 yaşımda ben diktim" diyorum. Tam kırk yıldır ayakta ve benimle birlikte yaşlanıyor. Ve bu duyguyu anlatmam için şu anda kelimeler kifayetsiz kalıyor...

İstanbul'da yaşayanlar denize girip piknik yapmak için gelirdi Bakırköy'e. Sahide şimdiki "Gelik" restoranın olduğu yer güzel bir koruydu. Çocukluğumda dallarından ok-yay yaptığım dev osuruk ağaçları ve akasyalarla dolu bir koru.

Kolumuza taktığımız sepetlerin içine havlularımızı koyup, örgü bikinilerimizi de giyer denize girmek için o koruluğa yürürdük Bakırköy sokaklarında. Sahil yolu henüz yapılmamıştı. Ne araba vardı, ne yat limanı, ne de vapur iskelesi. Tahta iskeleler vardı bir de balıkçı sandalları.

Ada alışkanlığı, hemen hemen her gün sandal kiralar şimdi yat limanı olan küçük koydan güzel mezgit tutardık yemli.

Tek bir otobüs işlerdi. 95 Eminönü-Akıl hastanesi. Vitesleri güç değişen, yokuşları homurdana homurdana çıkan, kırışık yüz ifadeli Bissing marka otobüsler. Hafta sonları adaya gideceğimiz zaman hastanenin önündeki duraktan binerdik 95’e ve vapur iskelesine kadar giderdik.

Apollo 11'le Niel Armstrong aya henüz ayak basmış, Yusuf İnan, Hüseyin Aslan, Ulaş Bardakçı ODDÜ'ni işgal etmiş, beyaz miğferli toplum polisleri coplarını iyiden iyiye sallamaya başlamışlardı.

Fakülteler kapatılmaya, öğrenci polis çatışmaları iyiden iyiye kızışmaya başlamıştı. Rolling Stones 500.000 kişiye, gelmiş geçmiş en büyük konserini verirken, 6.filo İzmir ve Trabzon'da protesto edilmiş, endüstri çökmeye başlarken fabrikalardaki boykot ve grevler artmaya başlamıştı.

Evlerimizin misafir odaları radyoya ihanet edip büfelerinin içine beyazcamlı kutuları yeni oturtmuştu ve pikapların çoğunda, iç kapağında bir ingiliz anahtarı resmi olan Cem Karaca'nın 45'liği çalıyordu.

gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar yanar
ümit gönlümün ekmeği umar ha umar umar

elleri ak yumuk yumuk , ojeli tırnakları
nerelere gizlesin şu avucum nasırları

otomobili tamire geldi dün bizim tamirhaneye
görür görmez vurularak başladım ben sevmeye

ayağında uzun etek dalga dalga saçları
ustam seslendi uzaktan oğlum al takımları

bi romanda okumuştum buna benzer bir şeyi
cildi parlak kağıt kaplı, pahalı bir kitaptı

ne olmuş nasıl olmuşsa aşık olmuştu genç kız
yine böyle bir durumda tamirci çırağına

ustama dedim ki bugün giymeyim tulumları
arkası kuşlu aynamda taradım saçlarımı

gelecekti bugün geri arabayı almaya
o romandaki hayali belki gerçek yapmaya

durdu zaman durdu dünya girdi içeri kapıdan
öylece bakakaldım gözümü ayırmadan

arabanın kapısını açtım , açtım girsin içeri
kalktı hilal kaşları sordu kim bu serseri

çekti gitti arabayla egzozuna boğuldum
gözümde tomurcuk yaşlar ağır ağır doğruldum

ustam geldi sırtıma vurdu unut dedi romanları
işçisin sen işçi kal giy dedi tulumları

Ara sıra zamanı donduran fotoğraflara bakıyorum. O kargaşa dolu günlerde bile hayatı bir ucundan yakalamak ve onun ardından sürüklenmek gibi bir koşuşturmamız yoktu. Yetişmemiz gereken bir hayatımız olmadığından bir şeyleri kaçırmamak adına hiçbir şeyi şeyi yarım yaşamıyorduk.

Örneğin; bir filmin sonunu tahmin edip sinemayı terk ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Yarım bıraktığım, okumaktan sıkıldığım bir kitap yok? Hayır, hayır itiraf ediyorum; Balzac’ın "Vadideki Zambak"tan çok sıkılmıştım.

Bütün duyguları birarada yaşayabiliyorduk doğrusuyla, yanlışıyla...

Sevmeye gönüllü, cesaretli yüreklerle sarılmıştık yaşama. Bir serseri kurşununa hedef olacağımızı bilsek de gezmeyi çok severdik. Toplum polislerinden ürkerken, tam kavşağın ortasındaki PURO kutusundan beyaz eldivenleriyle ve düdüğüyle trafiği yöneten polisleri severdik.

Taksim'de yanan Kültür merkezi için, Gediz depreminde ölen 1000 kişi için, çatışmalarda ölen öğrenciler için ağlarken, uyuşturucudan ölen "benim için dünyanın en önemli gitaristidir" Jimi Hendrix için de ağlardık.

Filiz Vural avrupa güzeli seçildi diye çığlık atarken, Beatles dağıldığı için üzülürdük.

Benzin, tüp, yağ, sigara kuyruklarında beklememize, her sabah duvarlarda başka yazılar görmemize, kurşunların havalarda uçuşmasına, üniversiteli olmaktan bıkmamıza, Eurovizyon’da sonuncu olmamıza rağmen, Cem Karaca konserlerinde “Parkaaaaaaa!” diye bağırmak, soğuk bir mart akşamı Engin Cezzar, Gülriz Sururi sahnesinde Vietnam savaşını eleştiren “hair” müzikalini seyretmek, doğum günlerinde “adınız soyadınız?” diye başlayan ve “beğendiğiniz artist erkek” diye devam eden anketleri heyecanla doldurmak, Guliano Gemma’nın Ringo filmlerini seyrederek kovboyculuğa özenmek ve wrangler kot alıp converse ayakkabı giymek güzeldi 70’li yıllarda.

Dolu dolu yaşadık her günü, her saati.

İnsanlar masum ve saftı. Yüzlerinde ümit ve neşe vardı.

90’lara doğru her şey yavaş yavaş nasıl da kaybolup gitti?

Yokluk, hinlik ve hainlik getirdi.

Anarşi ve terör bölücülerin ekmeğine yağ sürdü.

70’lerde de terör ortalığı kasıp kavuruyordu ama insanlar kirli değildi bu kadar.

Masum yavruların yaşamları ikindi gezmesinde çöp kutusuna atılan bombalarla son bulmuyordu.

“devam edecek”

 
Toplam blog
: 21
: 2586
Kayıt tarihi
: 17.06.08
 
 

Hayat benim için herkesin iyi kötü rolünü oynamaya çalıştığı kocaman bir sahne. Ben de bu sa..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara