- Kategori
- Gezi - Tatil
Ankara’dan Safanbolu' ya

"RESİM:ALINTI"
Takvimler haziran ayının birini gösteriyor… Yıl 2008…
Sabah 07:30 da Sezenler Sokaktan hareket eden tur otobüsümüzün ilk durağı Gerede idi. Yolculuğumuz başladıktan bir buçuk saat sonra Kaya Gölünü seyretmek, soluklanmak iyi gelmişti ruhumuza. Buğulu bir yeşillik… Ağaçlarla bir olmuş gölün rengi… Neşeli ördekler suyun içinde… Nasıl bir huzur… Bir çay içimlik zamana sığdırılan o eşsiz manzara…
İlerliyor otobüsümüz… Karabük’ten geçiyoruz Kardemir’in keskin kömür kokusu genizlerimizi yakarak…
Dipsiz Gölün hikâyesini dinliyoruz… Araç Çayından geçiyoruz…
Yörükköyüne varıyoruz ardından… Karabük’teki dumanlı gökyüzünden eser yok… Köyün girişindeki çift taraflı mezarlığın arasından fatiha okuyarak ilerliyoruz ölmüşlerimizin ruhları için… Soluklanıyoruz bir köy kahvesinde… Meşhur Bağlar Gazozunu yudumluyoruz. İyi gidiyor zira sıcak hava. Taş asfaltlı sokaklarında ilerliyoruz tarihi evleri seyrederek. Rehberimizin dediğine göre en eski ev 450, en yeni ev 90 yaşındaymış… Başımızı kaldırdığımızda geyik boynuzları çarpıyor gözümüze… Uğur sayılıyormuş öğreniyoruz…
Kapılarına gözlerimiz takılıyor ardından evlerin… Tokmaklarına… Tokmaların yanlarından sarkan iplere… İp sarkıyorsa “evdeyiz” mesajını veriyormuş Yörükler… Anladığınız gibi ip yoksa kapıda “evde yokuz”… Ama hırsıza davetiye çıkarmaz mı bu diye soruyorum..Herkes gülüyor.Demek ki daha bozulmamış yerler de var memleketimde.
Sıcakkanlı, samimi insanlar… Yol boyunca papatya, dağ kekiği, nane, tarhana, erişte satan kadınlara rastlıyoruz. Hepsi de güleryüzlü… Hoş geldiniz diyorlar sevgi ile hissedebiliyorsunuz o sıcaklığı… Papatya topluyorum yol kenarından… Kurutacağım kitap arasında bugünün anısı olarak…
Kocaman bir anahtarı olan Çamaşırhaneyi geziyoruz sonra… İki bakraç… Sanki altlarındaki ateşle ısınıyor gibiler hala… Hemen köşede bir çeşme var… Ve ortada kocaman bir alan çamasırların yıkandığı, tokaçlar…
Sipahioğlu Konağındayız daha sonra… Az önce dışarıdan gördüğümüz evlerin içlerini de görüyoruz artık…
Yorulmuşuz, acıkmış… Çevrik Köprü’de alıyoruz soluğu… Bir güzel, bir güzel… Ağaçların arasında yemyeşil… Sol tarafımızda alabalık havuzu, sağ tarafımızda fıskiyeli bir havuz var… Sürahilerle ayran geliyor hemen… Tereyağ ve petek bal… Sıcak pidesiz olur mu, olmaz elbette… Olmuyor tabii… Biz sıcacık pidelerimizin arasına doldururken tereyağı ve balı kuyu kebabı geliveriyor… Nasıl bir lezzet… Yedikçe yiyesi geliyor insanın… Ev baklavası ve tavuk göğsü peşi sıra… Mis gibi damla sakızı kokusunu çekiyoruz ciğerlerimize... Bir keyif çayı sonrasında… Kalkmak istemiyoruz keyfimiz yerinde… Lakin Safranbolu’ya geçeceğiz…
Hıdırlık Tepesindeyiz… Safranbolu’yu izliyoruz panoramik olarak… Bölgede yetişen, nadide bir bitki safran… Yöreye adını da vermiş… Fotoğraflar çekiyoruz, zamanı donduruyoruz karelerde… Üç mezar var Hıdırlık’da… Dr. Ali Yaver Ataman’ın…(Atatürk’ün doktoru Ali Yaver Ataman) Hemen yanında Hıdır Bey’in… Ve Hasan Paşa Türbesi… Dualarımızı ediyoruz… Türbenin hemen yanındaki namazlığa çevriliyor gözlerimiz… Açık havada namaz kılınan yer…
Yağmur yağarsa diye endişelerimiz boşa çıkıyor… Hava bir sıcak bir sıcak… Taş caddeden yokuş yukarı ilerliyoruz Hükümet Konağına doğru. Çeşmelere rastlıyoruz sokakta… Yeni restore edilmiş sarı renkli bina… Harika bir yapı… Hemen ardında Saat Kulesi var… Çın diye işitiyoruz zamanın sesini… Üç buçuk olmuş saat… Ne de çabuk geçmiş zaman …
Cinci Han ve hamamının önünden süzülüyoruz Kaymakam Evine… Mankenler ile canlandırılmış o günler… O günün modasını yansıtan elbiseler, bindallılar… Haremlik ve selamlık… Erkekler bir odada hanımlar diğer odada. Bir kına gecesi canlandırılmış mankenlerle… O kadar canlı ki kendimi tutamıyorum ve başlıyorum “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar…” türküsünü mırıldanmaya…
Başka bir odaya geçiyorum sonra bir bebek uyuyor beşikte… Bir anne kasnakta işleme yapıyor tahta sedir üzerinde… Yanında çocukları… Dantel perdeler var içeriden bakınca dışarısı gözüken ama dışarıdan içerisi gözükmeyen pencerelerde… Kilimler serili ahşap zeminde…
Dönen dolaptan alınan yemekler… Eve sadece erkek misafir geldiğinde kullanılırmış bu döner dolap ve evin en genç delikanlısı alırmış dolabın içindeki yemekleri… Bırakılan kirli tabaklar alınırmış hanımlar tarafından sonra da… Ama bu dolap sadece bu iş kullanılmazmış, birbirine gönlünü verenler mektuplaşırmış bu şekilde…
İçimde garip bir duygu uyanıyor gezdikçe… Kimler yaşamıştı bu konakta… Ne sevinçlere, ne hüzünlere tanık olmuştu dilsiz duvarları… Kimler kimler ağırlanmış tahta sofralarda, kimler uyumuş yer yataklarında… Tek tek oluyor düşündükçe tüylerim, ürperiyorum… Müze haline geldiğinden beri bu konak kaç milyon kişi inmiş çıkmış tahta merdivenlerinden… Kaç kişi çıkmış da, seyretmiş kenti, o zamanın hali vakti yerinde olan insanlarını simgeleyen cumbalı balkonlara…
Kaymakan evini gezdikten sonra birer bardak çay içiyoruz bahçesinde… Ardından da Köprülü Mehmet Paşa Camii’den kıvrılıyoruz Arasta’ya. İncik boncuk, süs eşyaları, dokumalar var tezgahlarda… Alışveriş de yapıyoruz ayak üstü…
Saatlerimiz beşi çeyrek geçiyor ve meydandaki İmren Lokumcusunda toplanma vaktimize sadece on beş dakika var. Tur ekibimiz yavaş yavaş toplanmakta burada… En ünlüsü safran lokumuymuş, alıyoruz tabii ki…
Ve otobüsümüz ilerliyor Ankara’ya varış güzergâhında…
Hayatımızdan bir gün daha kopuyor… Mazi de yerini alıyor çoktan…
Hatırlarımızda yer alan bir pazar günümüz var artık Yörükköyünde, Safranbolu’da geçen… Ve o hoş geziden geriye kalan anıların yanı sıra fotoğraf makinemizle dondurduğuz zaman dilimleri…