Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

Anlamak

Anlamak
 

'Anlamak' kelimesini sözlüklerden çıkartıp elimle dokunacağım kadar
somut hale getirdiğin ve yüreğime yerleştirmeme yardım ettiğin için...
'Anlamak' ve 'anlaşılmanın' en güzel denilen sevişmeleri kıskandırdığını
bildiğin ve bana da öğrettiğin için... Durum ne olursa olsun, dilinde bu
kadar güzel bir 'özgürlük' şarkısıyla yaşayabildiğin için... Senin
için...
Bu, insanın içinde yaşatıp zamanla sevdiği ve kendisine çok acı verse
de, neredeyse bedenine bir organ gibi eklediği, hüzün doğuran tüm uzun
soluklu duyguları yerle bir eden, kısacık bir hikayedir!
Sonra sen geldin.
Yaşayıp gidiyordum... 'Yaşayıp gitmek!' Ne saçma! Bu fiili nedense,
hayatımızın sıkıcı olduğunu, bir günün diğerinden farklı geçmediğini
düşündüğümüzde kullanırız. Oysa tam tersi olması gerekmez mi? 'Yaşamak
ve gitmek...' Yaşıyorum, gidiyorum, yol alıyorum. O halde şöyle
demeliyim: "Yaşıyordum ama gitmiyordum." veya "Gidiyordum akıp zaman
içinde, kaybolmuş vaziyette, ancak yaşamıyordum."
Bir aşk hikayesine boyanmıştı bütün mevsimlerim
Tuhaflığı yoktu yazın kazak giyip de
Kışın denize girişimin
Kazağımda da aşk kokusu vardı
Acıma dokunan ve
Nasıl kokacağını şaşıran
Yosunlarda da
Sonra sen geldin.
"Hadi gel, hayatı anlayalım ve anlatalım." dedin. Çok konuştuk bu
konuda, çok... Hem her duygunun tarifini almak istedin hem de hepsi
hakkında, bildiğin ne varsa bana vermek. Seninle konuştukça, kendime
dair son derece basit ama yine de hiç üzerinde durmadığım bir şeyler
olduğunu görmek beni nasıl da şaşırtıyordu.
'Acı' konusunda çok konakladık...
Kanattıkça beni böyle acı
Ve sohbetler yetmeyince nefes almaya
Ağlardım
Yaralarımdan şiir yapardım
Acı bir annedir, durmadan hüzün doğuran. Ahh, ben o hüzünlerle boğuşmak,
azıcık nefes alabilmek için kaç kitap okudum, kaç film izledim, kaç
hayat belledim, bir bilseniz.
Yooo! Dostlarıma haksızlık edemem şimdi. Turuncuya boyalı güney
akşamlarından, fesleğen kokulu batı ikindilerinden, kuzeyin gri
sabahlarına kadar kaç sohbet vardır yüreğimde daima saklayacağım. Ahh,
benim kelimelerle beyinlerinde tepindiğim dostlarım... Nasıl da
isterlerdi gözlerimden yanaklarıma dökemediğim gülüşleri görmeyi. Bence,
dostlar daima 'gülmek' ve 'gülümsemek' arasındaki farkı bilirler, bu
nedenle onlara arkadaş değil de 'dost' deriz zaten. Her sohbette
yüreğimi yatırıp masaya, son derece dikkatli ve zarif hareketlerle, acı
ve hüzün doğuran parçalarıma ulaşır, üzerini örterlerdi. İyi hissederdim
bir süre. Apartmanların üzerinde uçuşan martıları fark ederdim en
azından. Ancak sonra yine hüzün... Yüzsüz hüzün...
Baktığım yerlerde gözlerim
Bazen öyle uzun kalırdı
İnanmazsınız ama
Baktığım yerler sıkılırdı
Sonra sen geldin.
Geldin ve: "Hele şu yükünün birazını bana ver." dedin. Şaşırdım çünkü
görünüşe göre senin yükünün benimkinden fazlası vardı ama eksiği yoktu.
Sen anlatırken fark ettim ki içinde bir yerlerde bu yüklerle başa çıkmak
için özel eğitimli bir parçan vardı. Bu parça, yükün niteliğini ya da
niceliğini, yürekte en hafif duracak hale getirebiliyordu gerçekten.
Konuşurken bir yandan da yüreğimin en tozlanmış ve uzun süredir de
yanına hiç uğranmamış parçasını koydun masaya. "Bak, " dedin "bunlar
hayat dostu parçalar . Şimdi bunları öyle güzel temizleyeceğiz ki bir
daha canın içindeki parçalara dokunmak istediğinde ve hüzne giderken,
bunların ışıltısına takılacaksın. Takılacaksın ki hüzün doğuran acı
parçaları koyuvereceksin yerinde tozlanmaya. Böylece de zamanla
ağırlıkları, olması gerektiği kadar olacak. Oysa sen ha bire parlatıp
parlatıp durmadan onlara bakıyordun önceden ve bu da onları olduğundan
ağır hale getiriyordu. Oysa tam tersini de yapabiliriz hepimiz.
Işıldayan parça daima daha ağırdır. Gel, hayat dostu parçaları
ışıldatalım durmadan."
Sen geldin
Kelimelerini şekere batırarak
Sen geldin
Baktığın yerlerde çiçekler bırakarak
Acıya ve hüzne gereğinden çok yüz vermemeli insan. Ben artık hüznü
içimde şişmanlatmamayı, başarıyorum galiba. Geçen gün ne gördüm
dersiniz? Meğer ne kadar yakışıyormuş martılar denizin üzerine! Hikaye
bu kadar...
Merak edeceksiniz belki, bu değişiklikleri sağlayan dostum kimdi?
Diyelim ki, kırk yaşını geçmiş veya otuzuna gelmemiş bir adamdı, seksen
yaşında bir ihtiyar, hep otuzunda yaşayan bir kadındı ya da dört yaşında
bir çocuk; hem hepsiydi, hem hiçbiri değildi. Ne fark eder ki? Bir
can'dı.
Canımın içi değil
İçimin canı olup da
Sen
Geldin
Üstelik
Aşk da
Değildin
..............................
Hoş geldin
yazan:Anonim

Sevgili blogcular, yukarıdaki alıntıdan anladığım tek şey, şu dünyada tahammül edebilmeyi öğrenmek ve birbirimizi yeterince anlamaya çalışmak olmalı.Zira en fazla ihtiyaç duyulan şey anlaşılmak ve anlaşılır olmak. Bu yazıyı her okuduğumda etkilenirim, umarım sizde aynı duyguları hissederseniz.Sevgiyle kalın...
 
Toplam blog
: 14
: 1630
Kayıt tarihi
: 26.07.07
 
 

Kendimce doğrularım ama başkalarının özgür düşüncelerine saygı çerçevesinde, fikirlerle karşındakile..