Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '18

 
Kategori
Güncel
 

Artık Neden Alim Yetişmiyor? (Bilhassa Türkiye'de)

Artık Neden Alim Yetişmiyor? (Bilhassa Türkiye'de)
 

Tarih ve Alimler

“Tarihini bilmeyenin
coğrafyasını başkaları çizer”

 Tarih, geçmişte yaşanmış ve olmuş bitmiş olaylardan ibaret olmayan oldukça geniş ölçekli ve yaşam içerisinde etkili bir bilim dalıdır.

Evet, bir bilim dalıdır; yıllardır bilim çevrelerinde tartışılır tarihin bilimler kategorisine girip girmeyeceği lakin bilim dediğimiz şey yalnızca tüpler ve teleskoplar ile yapılan bir deneyler dizisi midir? Bilim dünyası muhtemelen buna hayır cevabı vermiş olacak ki, pozitif bilimler ve sosyal bilimler adı altında iki alt başlığa ayırma gereği duyulmuş ve tarih de kendisine ikinci alanda yer bularak bir bilim unvanı almıştır. Bu konuyla ilgili tartışmalar bitmiş değildir, muhtemelen bitmeyecektir de, benim şahsi fikrim ise tarihin de kesinlikle bir bilim olduğudur.

İnsan hayatını ileriye götürme amacı taşıyan, sistematik bir doğrultuda ilerleyip bunu sonuca taşıyan ve o sonucu gerektiği şekilde kullanan alanların bilim olarak değerlendirilebileceği kanısındayım.  Zira tarihi ister bilim kabul edin, ister kabul etmeyin bu ona muhtaç olduğunuz gerçeğini değiştirmeyecektir. Tarihini bilmeyen toplumlardır ki, özgürlüklerini korumakta ciddi sıkıntılar çekerler. Bir toplumun geleceği gençlerine duydukları güven ile doğru orantılıdır. Yetişen nesil ne derecede kendini yetiştirir ve gerek çevresine gerek ilmine değer katarsa, içinde bulunduğu toplum da bundan payını alacak ve gelişme kaydedecektir.

Peki ya geçmişte “ilimlerin en büyüğü” olarak onurlandırılan ve yukarıda kısaca açıkladığımız tarih ilmini biz gençlerimize nasıl öğretiyoruz? Lise düzeyindeki eğitimin yeterli olmadığı görüşü ülkemizdeki ciddi birçok akademisyen ve değerli insanlar tarafından sıklıkla dile getirilmektedir. Zira her yıl değişen sistemler de bu görüşün haklılık payını açıkça ortaya koymaktadır. Çıtayı biraz daha yukarıya koyar ve akademiye bakarsak aslında durumların pek de farklı olmadığını görürüz. Liyakatin arka planda kaldığı hiçbir sistem başarılı olamamıştır ve maddenin yapısı gereği olamayacaktır. Ancak bu yazıda neden başarılı olamadığımızın siyasal arka nedenlerinden bahsetmek yerine yalnızca ilmi yönden konu ele alınacak ve ne şekilde eğitim verildiği naçizane incelenecektir.
 
 Üniversitelerin tarih bölümlerinde izlenen yol ve uygulanan strateji oldukça aşikârdır. Kendi üniversitemizi baz alarak anlatmam gerekirse,(ufak ayrıntılar dışında diğerlerinden çok farkı yoktur) 6 ana bilim dalından oluşur: Eski Çağ Tarihi, Orta Çağ Tarihi, Yeni Çağ Tarihi, Yakın Çağ Tarihi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Genel Türk Tarihi. Bu alanlardan herhangi birine ilgi duyan öğrencilerin gerekli yeterlilikleri sağladıkları takdirde istedikleri anabilim dalını tercih edip, uzmanlaşma imkânları bulunmaktadır. Gerekli aşamaları geçen birey, öğrencilikten öğretmenlik aşamasına intikal eder ve öğretim üyesi sıfatıyla onurlandırılır.

Ancak olması gereken bu mudur? Tarih ilminin yalnızca bir bölümünde uzmanlaşmak yeterli midir? Tarih kısıtlamaları kaldıramayacak kadar büyük bir bilim dalıdır. Örnek vermem gerekirse, Orta Çağ alanında yetkinliğe sahip iyi bir uzmanın kendi alanından önce gelen İlk Çağı ve sonra gelen Yeni Çağı en az Orta Çağ kadar iyi bilmelidir. Çünkü uzmanlık alanı olan zaman dilimini hazırlayan kendinden öncek dönemde; aynı şekilde çalıştığı alanın sonuçları ise kendinden sonraki dönemde kendine yer bulacaktır. Bunlar mecburiyet olmakla beraber, gerçeken işini hakkıyla yapan birisinin, mesela, Orta Çağ Avrupası çalışıyor ise günümüz Avrupasını dahi bilmesi gerektiğini düşünüyorum aynı şekilde İslamiyet Öncesi Türk Tarihi çalışan bir araştırmacının 21.Yüzyılda Orta Doğu’daki Türkler hakkında bir sunum yapılacağı zaman söz sahibi olması gerekmektedir çünkü bu konunun derinlikleri o zamanlara kadar inmektedir. Öyle ki, milattan önceki zamanlarda tuttuğun ipin diğer ucu günümüzde etkili sonuçlar doğurabilecek potansiyele sahip olabilir.

Tarih sonu olmayan bir süreç olduğundan buna sınırlar eklememiz bence doğru değildir. Bu konuya karşıt olarak verilen en net cevap insanın yalnızca bir konuda uzmanlaşabileceği savıdır. Tarihi gerçeklerle sabit olmak üzere bu doğru değildir. Ortalama insan ömrü doğru çalışmayla iyi bir dünya tarihçisi olabilmek için oldukça uzun bir süreyi içerisinde barındırır. Günümüzde bunun emsallerini görüyoruz:  William Mcneill, Susan Bauer, John Roberts, Fernand Braudel gibi bir çırpıda sayabileceğimiz isimler çalışmalarıyla bu ünvanı rahatlıkla kaldırabilecek niteliktedirler. Bereket versin ki, insan ömrü bu usta isimlerin yaptıklarının daha fazlası için de yeterlidir. Ayrıntılı olarak ilk konu başlığında değineceğim ancak giriş yapmakta fayda var.

Eski âlimlerin hayatlarını inceleyecek olursak, yaptıkları çalışmalar karşısında bizim bu günlerde atalete kapıldığımızı düşünebiliriz. Örneğin tarihte bir Kindi gerçeği vardır. Tıptan Felsefeye, Matematikten İlahiyata kadar birçok alanda yetkinleşmiş ve eserler vermiş bir İslam filozofu. İstisna olarak görülmemelidir, zira Farabi, İbni Sina, Harezmî, Fahreddin Razi, Biruni; Platon, Aristotales, Arşimet… Gibi dehalar tarihin genellikle erken dönemlerinde sıkça isimlerinden söz ettirmişlerdir ve hala attığımız adımları onlara borçlu olduğumuz bir hayat sürüyor her fırsatta isimlerini anmak zorunda kalıyoruz.

Ancak benim bu konuda merak ettiğim husus, Kindi 9 alanda eser verebilecek yetkinliğe sahipken, günümüz insanı nasıl bir alanın 6 da 1’ini kendisine uzmanlık alanı olarak seçebiliyor? Bu açık bir şekilde insanlığın düşüşünün göstergesidir. İbni Sina’ya 14 ciltlik “El-Kanun fi’t-Tıb” kitabını yazdırırken aynı zamanda felsefe ve fizik ile uğraştıran irade şu an hangi bilim adamında mevcuttur? Günümüzde dünyanın en zeki adamlarından biri olarak gösterilen(ki şüphesiz öyle olan) ve akılalmaz teoriler üreten Stephan Hawking yalnızca evrenbilim konusunda uzmandır. Tıp, tarih veya felsefe alanında herhangi bir uzmanlığı yoktur.

Evren yaşlandıkça insanoğlu kendisini küçük görmeye başladı, belki de insanlık bir bütün olarak yorulmuştur ve yaşlanmış evrene uyum sağlıyordur diye düşünebiliriz. Ancak yaşananlar yine de bu şekilde açıklanacak kadar basit değildir. Niyetimiz ağaçtaki elmaları toplamaksa, hedefimiz gökteki yıldızlar olmalıdır. Çünkü ancak ve ancak gözü yukarılarda olan insanlar yaşadıkları toplumu bir üst seviyeye çıkarabilmişlerdir. İnsanoğlu tarih boyunca hayallerden beslenmiştir, öyle de devam etmelidir. Unutmamalıyız ki, Martin Luther King’e de şu an dünya çapında bir saygınlık kazandıran hayalleriydi.

Öğrenciler alanlarla kısıtlanmamalı aksine edinebileceği tüm bilgileri edinmesi için teşvik edilmelidir. Ülkemizde basılan kitap niteliğinin dünyadakine oranla kıyaslanmayacak derecede kötü olmasında da bu zihniyetin yer aldığını düşünüyorum. Bir ülkede, basılan yerli kitaplar çeviri kitaplar kadar rağbet görmüyorsa “ilmi kalifiyelik” konusu tartışmaya açılacaktır.

Son zamanlarda çok satanlar listesini kasıp kavuran ve gerçekten muazzam olduğunu düşündüğüm Harari’nin “Homo Sapiens” ve “Homo Deus” adlı kitapları, Jared Diamond’un ünlü “Tüfek Mikrop ve Çelik” kitabı, bunlar dışında Niall Ferguson, Eric Hobsbawm, İllin ve Segal, Ian Morris… Gibi birçok ismin dünya, doğa ve uygarlık tarihi temelli kaliteli kitapları ayarında ülkemizde kitap basılamıyor.

Uygarlık tarihi denilince ülkemizde akla gelen isim Server Tanilli’dir. Fakat o isim de tarih temeli olmayan bir hukukçudur. Lakin bu eleştirilecek bir konu değildir, herhangi bir tarihçi yazana kadar Server Hocanın kitapları ilk akla gelen kitaplar olacaktır. Bir lokantada aşçılar yemek yapmıyorsa müşteriler garsonların elinden yemek yemeye mecbur kalacaklardır. Onun dışında Alaeddin Şenel ve Oral Sander isimlerinden de bahsetmek gerekir. Oral Sander siyasi tarihle ilgilenirken, Şenel ise insanlık tarihi hakkında eserler vermiştir. Oral Sander’in hocası ise 19.Yüzyıl ve 20.Yüzyıl siyasi tarihlerinin uzmanı olan ve bu konuda eserler veren Fahir Armaoğlu’dur. Mehmet Ali Ağaoğlulları’nın da Avrupa’nın değişimini incelediği kitapları mevcuttur.

Tüm bu bilgilere sahip olduğumuz an aynı soruyu düşünmüyor muyuz: Biz neden yapamıyoruz? Bu sorunun cevabını tarihin derinliklerinde ararsak bulup çıkarabileceğimize inanıyorum. İlk Çağın bir bölümünden başlayıp Orta Çağın sonuna kadar giden âlimler zinciri neden daha sonrasında sekteye uğramıştır? Dünya tarihi birkaç istisna dışında neden giderek daha vasıfsız insanları manşetlere taşıyor? Ve en önemlisi artık neden âlim yetişmiyor? 

Artık Neden Âlim Yetişmiyor?
 
Bu denli iddialı başlık bir lisans öğrencisi için belki fazla olabilir ancak hayat boyu kendime slogan edindiğim sözlerden birisi Franz Kafka’nın “Abartıyorum, çünkü anlaşılmak istiyorum” aforizmasıdır. Öncelikle âlimlerin dünyayı kendilerine mesken edindiği, bilginin gerçekten kutsal olduğu yıllara dönelim…
 
 Emeviler güç kaybetmeye başladıktan sonra daha fazla dayanamayarak 750 yılında yıkılınca yerini Abbasiler almış ve bölgede İslam sancağını ellerinde tutmaya başlamışlardır. Abbasilerin hüküm sürdüğü bir dünyaya 801 yılında Küfe’de gözlerini açan Kindi soylu bir aileden geliyordu. Gerek babası gerek dedesi devlet mekanizmaları içerisinde yer almıştır. Bu gelenek onunla da sürmüş ve Kindi’nin Abbasi halifeleriyle arası gayet iyi olmuştur. Hatta halife Mustasım’ın oğlu Ahmed’in eğitimini de onun verdiği bilinmektedir. Halifeler çalışmaları konusunda Kindi’yi desteklemiştir. Bu önemli bir ayrıntıdır, zira Abbasi halifelerinin bilimi desteklemesine karşın Avrupa’da giderek artan bir Hristiyanlık baskısı vardır. 12.yüzyılın sonlarına doğru kurulacak olan Engizisyon Mahkemeleri de bu baskının son aşaması olup, bilim adamlarının korkulu rüyası haline gelmiştir. Avrupa Reform ve Rönesans gibi hareketlerle kendisini yenileyip yanlışlarını bırakırken ataları saydıkları Roma ve Yunan düşünürlerin, bilim adamlarının eserlerini Arapça’dan çevirmeye başlamışlardır.

Doğu’nun bu üstünlüğünü kaybedişinin nedenleri başlı başına başka bir çalışma konusu olacağından burada kırıntılarından faydanlanmakla yetineceğiz.

Kindi, felsefe, tıp, matematik, astronomi, ilahiyat, psikoloji, fizik, kimya ve müzik alanları da dâhil olmak üzere yaklaşık 20 alanda 270’i aşkın eser vermiştir. Ayrıca bir kriptoloji uzmanıdır. Eserleri Latince ve İbranice gibi dillere çevrilmiş, Avrupa’ya kadar namı ilerlemiştir. 870’li yıllarda Bağdat’ta vefat ettiğinde arkasında büyük bir külliyat bırakmıştır, lakin bunların yalnızca belli bir kısmı günümüze ulaşabilmiştir. Kindi 70 yıl gibi ideal bir insan ömrünü yaşamıştır ve hayatını kolaylaştıracak, bilgiye tez elden ulaşabilecek bilgisayar, telefon gibi elektronik aletlerden haberi yoktur.

”Biz günümüzde kitap bitirmekle övünürken, eskiler kütüphane bitirdiklerinde bir diğeri için yola çıkarlarmış”

 Bağdat Kütüphanesi Moğollar tarafından yağmalanıncaya kadar bir bilim yuvasıydı. Dünyada belli başlı sayıda kütüphane vardı ve yazılan eserlerin birçoğu batının ünlü düşünürlerinin eserleriydi. Platon ve Aristotales gibi dehalar kendisinden sonra gelen herkesi etkiledikleri gibi Kindi’yi de etkileyeceklerdi.

Kindi’nin ilaç dozlarını uygulama hakkında fikir belirtip öte yandan müzikte armoni konusu hakkında yorumlar yapması günümüzün “entelektüellik” kavramı ile açıklanmasından çok daha ötededir. Kindi dünya literatüründeki en büyük âlimlerden birisidir, bunu 16.yüzyılda yaşayan İtalyan Rönesans araştırmacısı ve aynı zamanda hekim olan Gerolamo Cardano “Orta Çağ’ın en büyük 12 akıl bilimcisinden biridir” der.

Ancak tek alim Kindi değildir, yani bir istisnai durumdan söz edemeyiz. Burada sistemsel, düşünsel ve taktiksel bir farklılık vardır. Kindi’nin öldüğü yıllarda bilim saltanatı tahtına oturtmak için Farabi’yi bekliyordur. Zira 870 yılında Türkistan’da dünyaya gelen Farabi, yaşadığı evrene kelebek etkisini bırakmayı başarmıştır. Bir bakış açısına göre Farabi, Kindi’nin izlediği yolu takip etmiştir diyebiliriz.

Meşşailik olarak bilinen düşünce anlayışına sahip çıkan Farabi bunu geliştirmiş ve belki de en bilinen temsilcisi olmuştur. Meşşailiğin en önemli özelliği akılcılığa dayanmasıdır. Dogmatik din baskısının bilimi kısıtladığı yıllarda bu akım bilime özgürlük kazandıran bir harekettir. Evrensel olarak akılcılık (rasyonalizm) Batıda çok daha önce gelişmiş ve sistemleşmiştir. Akılcı hareketlerin temeli Antik Çağ’da oluşturulan Elea okuluna kadar gitmektedir. Platon ve Aristotales gibi deha isimlerin de bu görüşü benimsemesi ve aklın önemini vurgulaması rasyonalizmin günümüzde de en çok bilinen felsefi görüşlerden biri olmasının sebeplerindendir. Nitekim Farabi ve Kindi’nin de bunu Batıdan aldığını söylersek yanılmış olmayız.

Farabi, gökbilimci, filozof ve mantıkçı olmasının dışında bir müzisyendir. Günümüz araştırmacıları tarafından 100’ün üstünde eser Farabi’ye atfedilmiştir. Gerek batılı bilginleri gerekse kendisinden sonra gelen İslam bilginlerini oldukça etkileyen Farabi, 950/51 yılında hayata gözlerini yumduğunda arkasında onu hiç unutmayacak bir bilim dünyası bırakmıştır. Bu insanların hayatlarındaki en büyük özellik bilginin değerinin farkında olmalarıdır.

 Gerek Emevi Halifeliği döneminde gerekse Abbasi Halifeliği döneminde fetih ve gaza hareketleri bir an için durmamıştır. Emeviler Avrupa’ya kadar uzanıp Endülüs’e İslam sancağını dikerken Abbasiler Şii-Sünni çatışmasının içerisinde sarsılmış ve belki de Emeviler’in bıraktığı fetih hareketlerini daha ileriye götürememişlerdir. Fatımiler’in batıdan, Selçuklular’ın doğudan harekete geçmesi hasebiyle ortada sıkışıp kalan ve birnevi denge politikası yöneten Abbasi Halifeliği sırtını Çağrı ve Tuğrul Beylere dayamak zorunda kalmıştır. Aksayan fetih hareketleri “Çift başlı kartal” ile devam etmiş, kısa bir süre sonra ise Batı ve Doğunun en ciddi karşılaşması yaşanmıştır.

1071 Malazgirt Savaşı sonrası hem Türlük hem de İslam ilerlemeye başlamış ve Anadolu’ya girmişlerdir. Devlet mekanizmasının bu denli yoğun olduğu ve adeta savaştan savaşa koşulduğu bu ortamda âlimler kendini nasıl bu denli donanımlı yetiştirebilmiştir? Cemil Meriç’in “Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir” (Kemal Tahir’e ithafen söylemiştir) sözü belki yaşananların tamamını açıklamak için yeterli olmasa da, insanlığın yaradılış olarak zor şartlarda daha iyi reaksiyon verdiği gerçeğini anlayabiliriz. Ki bu doğrudur, rahatlığın insanı atalete sürüklediği ancak sıkıntıların düşünce mekanizmasını harekete geçirdiği tarihe baktığımızda rahatlıkla öne sürebileceğimiz bir yargıdır. Fakat her şeyi açıklamak için basit olacaktır, dünyanın şu an adalet ve liyakat beşiği olmadığını ve silahların, bombaların hala gündemde olduğunu biliyoruz. Bunun etkisini göz ardı etmeden başka nedenler aramalıyız. Bu neden hem o zamanların etkinliğini anlatmalı hem de günümüzün etkisizliğini…

  Farabi’nin ölümünün ardından saltanat koltuğuna İbn-i Sina geçmiştir. 980 yılında Buhara’da doğmuş ve Batılılar tarafından dönemin üstadı olarak görülmüştür. Felsefe ve tıp alanlarında 200’ü aşkın kitabı bulunmaktadır. 14 ciltlik “El- Kanun fi’t-Tıb” kitabı 600 yıl boyunca gerek Doğuda gerek Batıda ders kitabı olarak okutulmuştur. Hipokrat’tan sonra yeryüzüne gelmiş en büyük tıp bilgini olmasıyla beraber, modern ilime çıta atlatmıştır. “Kitabü’ş-Şifa” adlı felsefe eseri ise 11 cilttir ve Batılı okullarda yıllarca kullanılmıştır. Bunlar dışında fizik, astronomi ve kimya ile de ilgilenmiştir.

İbn-i Sina yalnızca 57 yıl yaşamıştır, tüm bunlar kısa bir ömrün ortaya koyduğu inanılmaz adanmışlığın sonucudur. İbn-i Sina’nın diğer kitaplarını bir kenara bırakacak olursak, 57 yılda yazdığı 25 cilt kitap (ki bu onbinlerce sayfa demektir) günümüz bilim dünyası için oldukça hayalî kalacaktır. Stephan Hawking’ten bahsetmiştik değil mi? Hawking şu an 76 yaşındadır, hayatını bilime adamış ve birçok eser vermiştir. Ancak tüm yazdıkları İbn-iSina’nın “El-Kanun fi’t-Tıb” kitabının dörtte birine dahi tekabül etmemektedir. Önemli olan çok yazmak değildir, önemli olan gerekli şeyi yazmak, ihtiyaç olanı yapmaktır. Sayfa sayılarını kıyaslayıp, İbn-i Sina daha çok yazdığı için Hawking’den daha büyüktür anlamı çıkarmak yanlış olacaktır. Doğruyu ve gerçeği yazmak esastır, her şeyden önce bilime ve insanlığa hizmet edilmesi hususu unutulmamalıdır. Lakin bir araştırmacı, yetkinliğini nasıl gösterebilir? Tabii ki yazarak, anlatarak ve kendinden sonraki nesillere bir şeyler aktararak.

Çağımızın bilim adamlarını, geçmişin âlimlerinden ayıran en büyük fark ise çok yönlülüktür. İbn-i Sina yalnızca bir filozof olup, felsefenin üstadı olsaydı bu denli büyük övgülerle anılmayacaktı. Bu diğerleri için de geçerlidir.  Veya olayı bir tek İslam âlemi ile kısıtlamayalım, Eski Çağ’da da Batıdaki âlimlerde büyük bir yükseliş vardır. Her şeyin tohumu Antik Yunan’da atılmıştır bu yadsınamaz bir gerçektir ve ben aslında günümüzde neden âlim yetişmiyor derken âlim olarak yalnızca Doğulu Müslümanları kabul etmiyorum. Eski Çağ’da Batılılar, Orta Çağ’da Doğulular önderdir ama sonrası yalnızca düşüştür. Genellikle Doğulu liderlerden bahsetmemin esas sebebi günümüzle bağlantı kurmak isteyişimdir. Batılıların da eskiye oranla günümüzde bilim adamı yetiştirdiğini söylemeyiz lakin çabaları ve yetiştirdikleri insanların döneme göre yetkinlikleri ele alındığında eleştirilmeyi en son hak eden taraf olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de onlardan da bahsetmemiz yazının evrenselliği açısından önemli olacaktır.

 MÖ 384 yılında Antik Yunan’da dünyaya gelen Aristotales, dünyanın en bilgili insanı olarak görülmektedir. Platon ile beraber batıyı oluşturan düşünce yapısının temelini oluştururlar. Astronomi, matematik, şiir, biyoloji, zooloji, felsefe ve siyaset gibi alanların da içinde bulunduğu pek çok konuyla ilgilenip sayısız eser vermiştir. Platon’un öğrencisi olup hocasının kurduğu Atina Akademisi’nde yetişmiştir. Atina Akademisi günümüzde batının ilk yükseköğretim kurumu olarak görülmektedir.

Platon’un akıl hocası ise Socrates’tir, batı felsefesinin oluşumunda katkısı büyüktür. Aristotales’in zooloji ve doğa üstüne çalışmaları ünlüdür, felsefe üstüne öne sürdüğü fikirler hala tartışma konusu olmaktadır. Platon’un ise “Devlet” adlı yapıtı günümüz dünyasının dahi en çok okunan kitapları arasındadır. 2000 yıldır popülerliğini ve geçerliliğini koruyan bir kitap. Eski Çağ, Batı’nın hâkim olduğu dönemken, Orta Çağ’da doğu âlimleri ön plana çıkmıştır.

Yeni Çağ’dan itibaren ise âlim sayısı giderek azalmıştır. Yunan filozoflarının başlattığı yazıyı, doğulu filozoflar bitirmiştir biz ise günümüzde noktalama işaretleriyle oynuyoruz. Teknolojinin hızla ilerlediği bu çağda bilimin en son safhasına ulaştığını düşünüyoruz, belki de bu imkanlar o insanların ellerinde olsaydı evrenin sırrı çözülür ve insanlığın ömrü biterek kıyamet kopardı. Tanrı oyunun bu kadar çabuk bitmesini istemiyor olacak ki, ipuçlarını arttırdıkça insanlığın seviyesini düşürdü. Öyle ya, neden doğduk neden öleceğiz diye düşünüyoruz. Benim fikrim insanlığın bir görevi olduğu ve o görevi başarıyla tamamladığında artık dünyada bir işi kalmayacağı yönündedir. İnsan yaşamın sırrını anlayabilecek yetkinliğe ulaştığında ve bu sırrı anladığında, kulaklarımız surdan gelecek sesi duyacaktır. Biz tekrar takvimlerimizi Orta Çağ’a ayarlayıp, yönümüzü doğuya dönelim, gözlerimizi Moğollar gelene kadar bereketli ve cennetvari olarak kalacak Horasan’ın kuzeyine, Maveraünnehr’in batısına çevirelim: Harezm.

 Kindi’nin çağdaşı sayılabilecek bir diğer önemli isim ise Harizmi’dir. 780 yılında Türkistan’da dünyaya gelmiştir ve İslam’ın Altın Çağı’nı yaşayan diğer âlim arkadaşları gibi önce Batı’yı daha sonra tüm dünyayı etkilemişlerdir. Günümüzde Batı’nın dünyanın bilimsel ve kültürel (hiç kuşkuşuz bu sıralamaya askeri ve siyasi alanlarda eklenebilir) önderliğini yürütmesinde doğunun payı oldukça büyüktür ancak tabii ki bir Batılı bunu kabul etmeyecektir. Yunan ve Roma geleneğinin oldukça güçlü olması ve kendilerini onların mirasçısı olarak görmeleri kendi savlarını desteklemektedir.

Harizmi’nin uzmanlık alanı matematiktir, bilinene göre 0 sayısını ve X bilinmeyenini ilk kullanan kişidir. 0 rakamının tarihçesi Hindistan’a kadar gitse de genellikle ilk kullanan kişi olarak Harizmi gösterilmektedir. Doğu’yu iyi analiz etmiştir özellikle Hindistan’da kullanılan sistemleri irdeleyip onları bir düzene sokmuştur. Cebir ve algoritma konularında akla ilk gelen isim olması da bu yüzdendir. Günümüz matematiğinin gelişmesinde etkisinin yadsınılamayacağı 12.yüzyılda Latince’ye çevrilen eserlerinin batı üniversitelerinde okutulmasıyla anlaşılmıştır.

Harizmi, matematiğe olan ilgisini coğrafyaya da yansıtmış ve önemli çalışmalar yapmıştır. Batlamyus’un eserini tenkit etmiş ve yanlışlarını düzeltmiştir. Astronomi ve astrolojiye ilgili olduğu bilinmektedir.

 Jeoloji alanında çalışamalar yapan Kazvini’den, astronomi, tarih, ilaçbilim ve diğer birçok dalda söz sahibi olup, günümüz İslam dünyası tarafından da ismi fazlasıyla zikredilen Biruni’ye; güneş yılının esaslarını bulup, Kopernik’in yıllar sonra yapıtında minnetle bahsettiği Battani’den, botanik ilmiyle uğraşan Dineveri’ye; Aristo’nun en güçlü savunucularından biri olan İbn-i Rüşd’den, ışık üstüne çalışmalar yapıp kendi kuramını geliştiren İbn-i Heysem’e, İslam dünyası için fen bilimlerinin temelini atan Cabir b. Hayyan’dan, ilk robot çalışmasını yaptığı ileri sürülen El-Cezeri’ye varıncaya kadar içerisinde daha birçok bilim insanını barındıran bir liste ortaya çıkarabiliriz.

Bu kadar fazla sayıda insanın, bu denli iyi çalışmalarla gündeme gelmelerinin arkasındaki sebep kesinlikle araştırılmalı ve çıkan sonuçlar doğrultusuna günümüze bazı yaptırımlar uygulamalıyız. Gençlerini eğitemeyen hiçbir toplum ilerisi için iç açıcı hayaller kuramayacaktır.

Snelman önderliğindeki Finlandiya’nın kalkınması tüm dünya toplumları için örnek olacak niteliktedir. Bu yüzdendir ki Gazi Mustafa Kemal bu olayın anlatıldığı ve Petrov’un yazdığı “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı kitabı okul müfredatlarına koydurmak istemiştir. Finlandiya, bir kültür ve eğitim harekâtına başlamış ve tüm dünyanın gözü önünde sıfırdan başlayarak zirveyi ele geçirmiştir. PISA eğitim araştırmalarında daima zirveyi kovalayan, birincilikleri de gören bir ülke haline gelmiştir Finlandiya. Biz ise 2017 araştırmalarına göre 72 ülke içerisinde 50. sırada kendimize yer bulduk. Eğitimin her şeyin temeli olduğu konusunda hemfikir isek o zaman soruyorum: Biz neden bir “Anadolu Parsı Diyarında “(?) yazdırmayalım?

 Orta Çağ’ın içinde bulunduğunu durumu inceledikten sonra günümüze de bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Ne haldeyiz? Neden eğitim bu denli yerlerde ve donanımlı insan yetiştirme sıkıntısı çekiyoruz? Sizce yetişen neslin yüzde kaçı her konuda fikri olan, bilgili, aydın ve entelektüel olabiliyor? Çok azı bunlara sahip olabiliyor çünkü yetiştiği ortam buna müsaade etmiyor.

Eğitim sistemimizin zafiyet içerisinde olduğunu daha önce de söylemiştik, onun haricinde olayın toplumsal boyutunu irdelemek de bazı ipuçları verecektir. Yerleşim bölgelerinin en alt birimlerinden biri olan mahallelerimiz nasıl? Örneğin, dışarıya çıktığınızda neler görüyorsunuz? Bu soruya kütüphane görüyorum cevabını veren insan sayısının oranı, yukarıda sorduğum neden bu haldeyiz sorusunun cevaplarından birisidir. Ortalama bir mahallede kütüphane olmuyor, onun yerine kahvehaneler oluyor. Örneğin bir mahallede üç tane kahvehane varken hiç kütüphane yok. Bu yüzden 15 yaşına gelmiş bir çocuk kütüphanede kitap dizmeyi bilmezken, okey ıstakasına taş dizmede ahkâm kesecek hale geliyor. Çalışmayı unutan, vaktini boşa harcayan ve atalarının ne emeklerle kurduğu bu devlete sahip çıkma hissiyatı gütmeyen bu nesil yetişkin olduğu an istikbal tehlikeye düşecektir.

Büyük Atatürk 1921 yılında mecliste konuşurken şu sözleri sarf eder:
Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Dolayısıyla her birimizin hakkı vardır. Salahiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde biz hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını emek harcamadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur. İnsan ancak çalışmakla insan olur.”

 
İnsan ancak çalışmakla insan olur… Bizi tembelliğe sevk eden her şeyi kaldıralım gibi gerçekçilikten uzak yorumlar yapmıyorum. Kahvehanelerler de hayatımızda olmalı ancak genellikle emekli kesimin sosyalleşmek için gittiği, diğer insanların da düzenli olarak gidip gelmediği ve özellikle sayısı çok daha az olan bir mekân olarak kalmalılar.

Neden âlim yetişmiyor diye sorarken ufak ayrıntıları da gözden kaçırmamak önemli olacaktır. Sizce Farabi mi kahvehanelerde yetişmiştir İbn-i Sina mı? Muhtemelen her ikisi de önünden geçmemiştir. 

Günümüzde Doğu ülkeleri Batı ülkelerine nazaran bilim adamları yetiştirme konusunda daha kötü haldedir. Belki üniversitelerin yetersizliği belki de kütüphanelerin azlığıdır. Halil İnalcık bir konuşmasında Amerika’yı Amerika yapan şeyin üniversiteleri ve kütüphaneleri olduğunu söylemiştir. Ama doğu ülkelerinin daha büyük bir sıkıntısı var: Zihniyet! Var olan düşünce yapısı bizi ileri götürmeksizin geriye götürüyor. Ne ekersen onu biçersin diyen atalarımızın evlatlarıyız. Toprağa bilgi ekersek, yıllar sonra çiçek diye bilgin toplarız. O bilgin çocuklarımız dünyanın dört bir yanında Türk bayrağını temsil ederler. İşte güç budur, artık savaşlar ordularla ve askerlerle verilmiyor. Binyıllarca ordunun dünyaya hâkim olduğu bir hayat tarzı vardı ve bu binyıllar boyu Türk milletinin gücü aşikârdı. Şimdi bizim silahımız aynı lakin savaş değişti. Silah tutan eller kalem tutmayı öğrenmeli. Biz bir ordu-milletiz, askerliğimizi unutmayız fakat değişen dünyaya uyum sağlamalıyız. Kültürü, bilimi, sanatı, tarihi ve edebiyatı takip edip bu konularda son sözü söyleyecek insanlar yetiştirmeliyiz. Bunu nasıl yapmamız gerektiğinin sorusunu da geçmişe bakarak cevaplamalıyız.

Orta Çağ’ın batılılar tarafından hep karanlık çağ olarak adlandırılması ve skolâstik düşünce olarak yorumlamaları kendi geri kalmışlıklarının bir sonucudur. Unutmayın, hâkimiyet şark toplumlarının elindeyken batılılar kör, sağır ve dilsiz olurlar; fakat hâkimiyet sırası kendilerine geldiğinde sesleri okyanus dibinde süzülen balıkları dahi ürkütecek kadar gür çıkabilir.

UMUT KARADAŞ

 
Toplam blog
: 23
: 8045
Kayıt tarihi
: 06.08.14
 
 

Bilgi Güçtür ..