Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Temmuz '12

 
Kategori
Edebiyat
 

Asi sükûta veda

 1975’te tanıdım… Çıplak, yalın, pervasız biriydi… Toplumda kendine yer edinmek için her tür kalıba girenlerden değildi… Şapkasız, sarıksız, fessiz, çarıksız, çürüksüz biri… İnandığı gibi söyledi, söylediklerinden hiç caymadı. Vur emrini bakın nasıl verdi, Kur’an-ı Kerim’deki cihat emrini dikkate alarak?

“…      

Ya... işte tarihin böyledir oğul!
Geçmişten hız alsın geleceğin de..
Göster Türklüğünü tunç bileğinle!
Bu dine, bu ırka ve bu toprağa
Sataşmak isterse herhangi gavur:
- Vur! ALLAH aşkına vur!”

      Bu dürüst ve inandıklarına sahip çıkmaktan korkmayan, “Hedefe ulaşmak için her yol mubahtır” diyen ve inandıkları değerleri hiçe sayıp, kendisini deve kuşu misali saklamaya çalışıp beceremeyen, temsil ettiklerini bile yüzden gözden düşürmekten çekinmeyen o zavallı mahlûklardan değildi Abdurrahim Karakoç. Çok iyi tanıdığımı sanıyorum yüzünü yazılı ve görsel basın dışında görmediğim bu insanı. Çünkü o bendim. Korkarak girdiğim devlet dairelerinde cevap alamadan azarlandığım memurları çıplak yüzleriyle o topluma deşifre ederek utanmasalar bile, kimler olduklarının bilinmesinin rahatsızlığını yaşamalarına çalışmıştı benim duygularımı yaşayarak.

“Gitmişti makama arz-ı hâl için
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim…
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini… Vazgeçti birden,
'Oy' dedi, yutkundu, eğdi başını.”

      O bir nehirdi yüreğimizde. O bir şehirdi belleğimizde. O bir köydü yoksulu, zengini, kadını, erkeği, çocuğu, davarı, sığırı, tandırı, tezeğiyle…

“Avrat yeğin sayrı benim karnım aç
Keyf için gelmedik bura doktur bey
Fukara harcından yaz da bir ilaç
Olsun derdimize çare doktur bey

Dert bela tebelleş oydu başıma
Her gece tahsildar girer düşüme
Beni mahcup etme can yoldaşıma
Erkeklik öldü mü bre doktor bey

Hemi Müslümanım insanım hemi
Halimi arz ettim darılma emi
İçinde mangır yok gördün kesemi
Bir de ceplerimi ara doktor bey

Daha sayayım mı noksan mı daha
Yalvara yalvara tükendim aha
Bu yüzle mi çıkacaksın Allaha
Vallahi yanarsın nara doktor bey”

       Ve bir ülke ki adalet var bulunamıyor, hak var alınamıyor, namus var korunamıyor, insan var görünemiyor. Bu durumda bakalım Abdurrahim Karakoç ne diyor:

“Gene tehir etme üç ay öteye
Bu dava dedemden kaldı hâkim bey
Otuz yıl da babam düştü ardına
Siz sağ olun o da öldü hâkim bey

Kırk yıl önce yani babam ölünce
Kadılıklar hâkimliğe dönünce
Mirasçılar tarla takim bölünce
Irezillik beni buldu hâkim bey

Mülkün temeliydi adalet hani
Bizim hak temelde saklı mı yani
Çıkartıp da versen kim olur mani
Yoksa hırsızlar mı çaldı hâkim bey

Hem davacı pişman hem de davalı
Bu yolda tükettik çulu çuvalı
Sabret makamından çalma kavalı
Sürüler ekine daldı hâkim bey”

Sevgili üstat hani Hasana mektup yazmıştın ya; yel vurdu sarartı, gün vurdu karartı, ne mektup kaldı, ne Hasan. Bak işte düştük yasan. Bir zamanlar Moskova’ya güvercin uçurulmaktan korkan halk, şimdi gönüllü Avrupa ve Amerika peşinde. Aklıma ismet özel geliyor burada: “Köleler gördüm, karavaşlar / hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı”… Seni, beni teğet geçeni yere göğe sığdıramadıkları içlerine sindirerek…

Hasana mektup–1

“Çok oku, çok düşün, çok şeyler anla,
Aha bu mektubu alınca Hasan.
Manalar iplikten incedir amma,
Kelimeler biraz kalınca Hasan.

Gene ağzımızı açmıyor bıçak,
Huzur size ömür… Dert salkım saçak…
Oyuna kalkıyor yüzlerce köçek,
Batıdan bir hava çalınca Hasan.

Derisini yüzdük demokrasinin,
İşi iştir imtiyazlı asinin.
Hakikatte vahşi, sözde 'vasinin'
Dörtnala gidilir yolunca Hasan.

Canım Hürriyeti koydunsa ara,
Ekmek yalınayak kaçtı dağlara.
Çevremize küsmüş kardeşlik var ya,
Haber ver, izini bulunca Hasan.

…”

Hasana mektup–9

“…

Öyle bir durum ki Allah etmesin
Kurtlar taşır ayıların sıtmasın
Ne duyarsan garibine gitmesin
Gövde bizim amma baş bizim değil

Gittikçe her yüke alışıyoruz
Ağlanacak yerde gülüşüyoruz
Gönüllü gönülsüz çalışıyoruz
Emek bizim amma iş bizim değil”

        Bütün işe yarar, sayın başbakanın dediği gibi “kalemini satmayan…” ozanlar ölüyor, Muhlis Akarsu öldü, Nesimi Çimen öldü, Hasret Gültekin öldü, Mahzuni Şerif öldü, Abdurrahim Karakoç Öldü, Erdem Beyazıt öldü, Can Yücel öldü, eskileri saymıyorum. Kalanlar, suya sabuna dokunmayanlar, “Bizden” dediklerine toz kondurmayanlar, konmuş tozları temizleyemedikleri zaman da ört bas etmeye çalışanlar… Hoşça kalın insanlar… Gidenlere haktan rahmet, kalanlara sıhhat ve afiyet… Biz nasıl olsa diyet yapıp şükretmeye alışığız. Kullanmayacağımız parayı ne yapalım… Bizim adımıza devlet, devler adına hükümet kullanıyor nasılsa… Bizde olsa çarçur ederiz zahir…

“Alışkanlık

Bu kirli düzenin düzenbazları
Azrail'e rüşvet vermeyi dener
Ölünce dünyanın en kurnazları
Torpille cennete girmeyi dener”

Kabrin nur dolsun, mekânın cennet olsun…

Osman Aktaş

13 Temmuz 12

     Bodrum

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..