Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

19 Eylül '12

 
Kategori
TV Programları
 

Aşk-ı Memnu

(24 Eylül 2009'da yazıldı)

Kanal D’nin yayınladığı Aşk-ı Memnu dizisinin 38 bölümlük ilk sezonunu bir iki hafta önce, neredeyse iki hafta içinde izleyince bir şeyler yazmaya kendimi mecbur hissetim. Her bölüm ortalama 80 dakika olduğuna göre nerdeyse hayatımın iki gününü bu yapıma ayırmışım ne de olsa. Oysa 2008’in sonbaharında bu diziden ilk bahsedildiğini duyduğumda bir küçümseme duygusuna kapılmış, günümüz İstanbul sosyetesinde yasak bir aşk iliskisinin hiç de ilgi çekmeyeceğini düşünmüştüm. Büyük konuşmamak gerekiyormuş. Gerçi yine o sıralarda Perihan Mağden iki yazısında bu diziye değinince hafiften şaşırmıştım. İlk yazısında –ki nerdeyse dizi yayına girdikten hemen sonra yazmış- bir tek kendisine çok benzettiğim Hazal Kaya’yı beğenmiş, ikinci yazısında ise en azından Beren Saat’ten esirgediği övgüyü dile getirmişti; ama yine de Avrupa Yakası’ndan başka Türk dizisi izlememeye devam etmiştim geçen yıl. 

Halit Ziya’nın romanı ve 1975’te TRT’de yayınlanan aslına daha uygun versiyonu kuşkusuz daha gerçekçi bir konu ekseninde gelişiyordu. Yazarın tam olarak vurgulamak istediği nedir bilemiyorum –kezâ yeni dizinin romanın satışlarını artırıp artırmadığını da merak ediyorum- ama hâlâ kadın erkek ilişkilerinin kısıtlı olduğu bir dönemde Behlül karakterinin etrafındaki uzak akraba kadınlara asılacağını beklemek mantıklı, Bihter’in de böyle birisine çekilmesi de doğaldı. 

Ama yeni uyarlama da gerçekten çok hoş. Her şeyden önce TV’de tutan bir program yapmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Hem madem DP’den AKP’ye seçtikleri her parti nedeniyle takdir edilen bir halk var orda, o zaman onların sevdiği programları da beğenmek gerek. Ama gerçekten bir dizi tutmazsa sonradan değerinin anlaşılması neredeyse olanaksız. Benim bildiğim nadir örneklerden biri ünlü Cheers. İlk sezonundaki reytingler hiç yüksek değilmiş ve devamının getirilmemesi bile düşünülmüş. Ama sonrasında sit-com tarzının en ünlü örneği oldu. Daha ilginci ise Firefly: Artık hangi anaakım Amerikan kanalı yayınlamaya kalktıysa, saatini geç tutmuş, bölümlerin sırasını karıştırmış ve en nihayet 14. bölümde kestirip atmışlar. Fantastik dizi severler neden sonra değerini fark etmişler ve şimdilerde en çok DVD’si satan TV yapımlarından biriymiş. Ama bu istisnaları bir kenara bırakacak olursak bir müzik albümü, bir kitap, bir film düşük bir olasılıkla da olsa piyasaya çıktıktan çok daha sonra tutulabilecekken, bir dizinin daha sonradan değerinin anlaşılması gibi bir durumu yok. Diyeceksiniz ki sanat eseri değiller de ondan.

Neyse efendim bu yaz Türkiye’yi daha çok sevdiğimden midir nedir, Didem'lerde sezon sonunu merak edip izledikten sonra Aşk-ı Memnu macerasına girişmiş oldum. Hiç de öyle altı çizilmemesine rağmen aslında sürekli bizi sınıf sorunu üzerine düşündürmesi ile, Youtube’dan diziyi izlerken kendimi Balzac romanları okuyan Marx gibi hissettim biraz. 

Bence dizinin temel karakteri Adnan. Bir arkadaşım dışında ben dahil yakın arkadaşlarımdan kimsenin hazzetmediği kişi. Temel karakter olmasının nedeni de yalnızca ve yalnızca zengin olması. Acınacak bir tip olması, ayrıca da yakışıklı olmaması da cabası. Diyelim The Sound of Music’teki Baron von Trapp gibi değil. Öyle olmadığı için de her gün 11 yıl önce ölmüş eşinin mezarına gidebiliyor da, çocuklarını emanet ettiği Matmazel Deniz’le evlenmeyi düşünmüyor. Tabii Matmazel de Maria kadar genç ve delidolu değil ve izleyici yorumlarına bakılırsa sürekli börek çörek tıkınan bir hanım. Ama dizide sürekli akl-ı selim sahibi ve içli birisi olarak sunulan Adnan’ın neden Matmazel’le değil de taş gibi bir Bihter’le evlenmeye kalktığını daha eleştirel gözlerle irdelemeliyiz. Ya da 11 yıl onun pozisyonundaki bir adamın hiç başkasıyla ilişkisi olmamış mı sorusu da aklıma gelmiyor değil. Eğer gerçekten 11 yıl kadınlardan uzak durmuş ve her gün Aşiyan –Yalçın Küçük’e göre Sebatayistlerin- mezarlığında eşini ziyarete giden bir adamın biraz daha girift bir karakter olarak sunulması gerekirdi. 

Tabii Bihter’i neden istediğini anlamak kolay, alıp bir Türk sosyete dergisine bakmak yeter. Gerçekten ben bu yaz bir iki tanesine baktım ve genci yaşlısı erkeği kadını çoğunun çekici olmadığını düşündüm –belki Eda Taşpınar, Berrak Tüzünataç filan. O zaman parası olan bir erkek olarak güzel bir kadın aldığını düşünebiliyoruz. Çok az yorumcu Adnan Bey’in bu tutumunu eleştirmiş, daha çok Bihter’i, bir noktaya kadar da Behlül’ü hakaretâmiz sözlerle yerin dibine batırmışlar. Gerçekten de bu gizli ilişkide daha büyük ihaneti kim etmekte? Adnan’ın büyüttüğü Behlül mü karısı mı? Bence Behlül. Ama namus şartlanmamız Bihter’e kızdırıyor daha çok. Eğer Adnan bu kadar zengin olmasa, hattâ biraz da çekici, daha az acınası ve biraz daha karizmatik bir tip olarak çizilseydi bu manevi çelişki tek başına dahi olsa ilgimizi çekebilmeliydi. Tabii her ne kadarTürk aile anlayışına uymayan bir durum dense de –kimi porno filmlerin de konusu olduğunu belirtmem lazım babasının yeni karısıyla beraber olan oğul konusunun- aslında hâlâ bu tür yasak ilişkilerin hem ülkemizde hem de başka yerlerde yaşanabiliyor olacağını da düşünmüyor değilim. 

Ama Aşk-ı Memnu’yu Balzac romanı yapan şey hem Bihter’in hem de Behlül’ün Adnan’ın parasına duydukları gereksinim. Behlül aslında bayağı ipe sapa gelmez bir serseri. 26 yaşında hâlâ üniversitede okuyan ve işe kafası basmayan bir erkeği insan arzulayabilir, manken sevgilisi Hülya Avşar’ın yolundan gitmeyi tercih edebilir; ama evin sorunlu kızı değilse kim böyle birisine âşık olabilir? Behlül’ün karizmayı çizdirdiği an da yaşanmıyor değil. Diziyi ikinci sezonunda izlememe kararını bana aldıran bölüm: İki sevgili kaçmaya kalkıyorlar, Adnan’la parası için evlenmediğini söyleyen Bihter’in –her ne kadar Adnan’la ortak hesaptan 200 bin dolar çekiyor olsa da, o parayla yurt dışında çok idare edemeyeceğini bildiğimden- bunu yapabileceğine inanıyordum doğrusu. Kadınlar âşık oldular mı daha çılgın hareket edebilirlermiş gibi geliyor bana. Kaçmadan önceki konuşmalarda Behlül diyor ki “Ben seni amcam gibi yaşatamam”. Bihter hiç ben de çalışırım filan demiyor galiba. ABD’de eğitim görmüş; ama kendi sınıfından çoğu kadın gibi demek erkeğinin ona bakması gerektiğini biliyor. Son anda bu kaçma işinden vazgeçiyorlar. Behlül tırsıyor çünkü. 

Doğrusunu söylemek gerekirse tırsmakta da haksız değiller. Çünkü Adnan isterse ikisine de kök söktürtebilir –mafya ile temas etmeyecek mi çok gerekse? Daha da kolayı iş bulmalarına engel olarak onları süründürebilir. Hadi Adnan yine kendini belki Aşiyan’a kapatır, İstanbul sosyetesi bu ilişkiyi açık açık kabul edebilir mi? Gerçekten yasak kalmaya mahkûmlar ve dizinin yetenekli senaristleri bu işi nasıl bağlayacaklar hep merak edeceğim belki de. 

Dizinin ilk bölümler hariç en başarılı çizilmiş karakterinin Bihter olduğunu düşünüyorum. Baştaki belirsizlik ölen babasını çok iyi tanıtmamalarından. Babasına neden o kadar düşkündü –neden ablası Peyker öyle değildi- de babasıyla özdeşleştirdiği Adnan’la evlendi? O bölümlerde daha gerçekçi olan karakter Firdevs. Peyker’i bir milyon liraya sattı diye hücuma uğramasına rağmen ben kadının kocasından kalan borçları temizlemeye çalışmasını takdir ettim. Şu dünyada benzer br haksızlığa bir de Pride and Prejudice’ta kızlarını zenginlerle evlendirmeye çalışan Mrs. Bennet uğramıştır. Ayrıca Firdevs zengin dünyasında olması gerektiği gibi her anını para ve gücü koruma saplantısıyla yaşayan birisi olduğu için gerçekçiydi. Sonradan onu biraz daha sevimli kılmaya çalıştılar. 

Bihter’in sempatimi kazandığı bölüm evdeki emektar hizmetlileri işten attıramadığı bölümle oldu. Sınıfsal karakteri ile örtüşen bir emir vermişti. Ama Adnan ona haddini bildirdi. Bazen görünüşte güç sahibi birisinin, altındakilere söz geçiremeyeceğini –burda sendikal haklar söz konusu olmasa da- ve bu yüzden bir çaresizlik yaşamasını görmek, ardından ne kadar kızsa da annesinin dolduruşuna gelip kuyruğunu kıstırıp güç sahibi efendisine yanaşmak zorunda kaldığını izlemek beni en çok heyecanlandıran bölümlerden oldu. Adnan’la arasındaki eşitsiz ilişki zaten ondaki merkezkaç eğilimleri körüklemiş olmalı. Ben de Adnan gibi birisine bağımlı olsaydım ondan nefret ederdim herhalde. 1975 yapımı diziye baktığımda doğrusu Müjde Ar’ın bu kadar derin bir tipleme çizemediğini –altı bölümde her şey anlatıldığı için belki de- de düşündüm. Müjde Ar’lı versiyonu çocukluğumdan hayal meyal anımsadığım için seviyorum o ayrı. 

Bihter’den sonra bazen sinirlerimize dokunsa da en gerçekçi karakter Nihal. O yaşlarda babasına o kadar düşkün bir kız olması ve çok güvenmediği yabancılara soğuk hisler beslemesi çok beklenir bir şey. 1975 versiyonunda da aslında en çok rol Nihal karakterine verilmiş. Behlül uzun süre çok yakışıklı olması sayesinde idare ediyor. Onu da bayağı bir süre sevimli bulduğumu belirtmem lazım. İş gerilimli bir hal almaya başlayınca oyunculuğundaki aksaklıklar ve yukarda belirttiğim gibi ciddiye alınamayacak bir karakter olması daha çok batar oldu. Bunlar dışındaki karakterler ya faso fiso ya da sevimsiz. Adnan’dan sonraki ikinci sevimsiz kişi de bence Ahsen hala. İki kardeş de tapmamız için çizilmiş iyi zenginler. Bu kadın nerden öğrenmiş hem çiftlikte yaşayıp hem de değme işadamlarının göremediğini görecek kadar harika bir işkadını olmayı? Hayatları tamamen yukardakilere bağımlı olarak yaşayan, mutlu olmak için efendileri Adnan’a tapmak zorunda olan aşağıdakiler mi; yoksa siyaseten doğrucu Matmazel mi peki dizide bulabildiğim kendime en benzer karakterler? 

Onun dışında diziden parfüm nasıl sıkılırı da öğrendim. Ben çok sıkıyorum diye korkuyordum. Havaya bir kez sıkılır altından geçilir denirdi, burda maşallah yani. Kıvanç Tatlıtuğ’un elleri ve büyük olasılıkla ayakları çirkin; ama ağız yapısı Adanalı akrabalarımı anımsattı bana. Ama belinde havlusu duştan çıkışları kötüydü, Amerikalı olsa vücut çalışmış olurdu, o konuda da eksik kalmış. III. Selim’li pembe ve de Hintli aktrist resmi basılmış koyu renkli t-shirt’lerini çok beğendim. Behlül karakteri olarak en çok beni hemen hiçbir gün çalmadığı halde bir oturunca Chopin’in Nocturne No 20 C sharp minörünü virtüöz gibi çalmasıyla güldürdü. Bihter’inse Fransızca bilmemesi, piyano çalamaması ve onca güzelliğine ve dizideki tüm o sarmaş dolaş aşk trafiğine karşın yalnızca iki kişinin ona âşık olması gibi sorunlar kafamı kurcaladı. En güzel sahneler, Firdevs’in Adnan Bihter’i istemeye geldiğinde yaşadığı şaşkınlık, Firdevs’in Bihter’i kolundan tutup aynaya baktırarak sen aslında benim kızımsın demesi idi. 80 dakikayı doldurmak için her misafir karşılama ve yollamadaki öpüşme sahneleri dikkâtimizden kaçmadı. La Pianiste filminde Isabelle Hubert piyanosunu kendisi çalmıştı, un coeur en hiver filmi için Emmanuelle Béart keman çalmayı öğrenmişti. Keşke Nihal ve Matmazel’in piyano çaldıkları sahnelerde ellerinin hareketlerini kendileriyle birlikte aynı sahnede görebilseydik. Fransızca, kelebek yüzme ve tango gibi konularla filmde kendimi buldum, anlatılan aşkın nedenleri belirsiz olsa ne yazar! Kamera kullanımında ise bayağı iyi ve özenli olunduğunu düşündüm. İki senarist ve yönetmen kadın. Acaba yönetmenin etkisi ne kadardır? Değiştirilse etkisinin farkına varır mıyız? 

Filmin kahramanlarının tümünün adı Farsça. Artık çoğu İran’da bile kullanılmıyor. Ama Uşaklıgil bu adları romanıyla moda etmiş. Beşir ve Nihal duyduklarımdı, belki Bülent de o romandan sonra yaygınlık kazanmıştır. Bakalım dizi tekrar bu adları yaygınlaştıracak mı? 

Bu da filmin en vurucu ve her şeyi özetleyen sahnesi. Firdevs’in kulak tıkaçları halkımıza sempatik gelmiş olabilir, uyuyan bir koca, yılda bir filan olsa da oturdu mu ezberden Chopin çalan bir deha –muzipliğini de sonraki parçada gösterir. Sonuna kadar izlenir bu:

 
Toplam blog
: 19
: 865
Kayıt tarihi
: 11.06.12
 
 

Sabancı Üniversitesinde Endüstri mühendisliği dersleri veriyorum. ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara