Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Şubat '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşk üzerine metaforlar-5-

Aşk üzerine metaforlar-5-
 

..beni bana bırak,bırak ki seni sana...işte böyle bir bizi sevebilmek aşktır...


Korkularımız vardı, çoğu kurgu birazı gerçek. Ne yaparsak yapalım içimizde bir boşluk kaldı hep.

Kimimiz başarısızlığımıza kimimiz yoksulluğumuza yorduk bu boşluğu, kimimiz tam tersi her şeyi elde etmiş olmanın tatminsizliği olarak değerlendirdik.Belki değerlendiremedik bile, sorgulamaya gerek görmediğimiz için…
Ama en güzel havalarda, en eğlenceli ortamlarda, en romantik anlarda bile bir parçamız eksikti sanki. Aşkın büyüsü de yetmiyordu sevişmelerin hazzı da…

Sözcükler tanımlayamıyor, akıl açıklayamıyordu… Binyıllardır tamamlanamayan bir “puzzle”ın insanoğlu tarafından bir türlü bulunamayan son parçasıydı bu.

Sanatçılar; denizlerden, çiçeklerden, rüzgârdan ve aşktan medet umarak aradılar onu. Bilim adamları DNA’ları araştırdılar. Filozoflar derinlere daldılar, yarattıkları felsefeler içinde sıkışıp kaldılar.Ve insanlar çabaladıkça, aradıklarından uzaklaştılar. Çaba, “olan”ı görmeyi engelliyordu çünkü.

“Olan” neydi peki?

“Olan” hem olmaya çalıştığımız her şeyin dışındaydı hem de içinde.

Denizlerde, çiçeklerde, rüzgârda ve aşkta da bulabilirdik onu, DNA’larımızda veya düşüncelerimizde. Ya da hiçbir yerde bulamazdık.

“Olan” bizdeydi. İçimizdeki boşluk, eksikliğimiz bir “puzzle”ın bulunamayan parçası bizim kendimize duyamadığımız sevgiydi.

İşte bu yüzden başarılar da tatmin etmiyordu bizi aşk da… Kendimizi sevemediğimiz için aşkı da bilmiyorduk gerçekte, bildiğimizi sanıyorduk. Hormonlarımızdaki değişimi, kalp atışlarımızdaki hızlanmayı, ellerimizdeki terlemeyi, bedenimizde “Kundalini Enerjisi” olarak adlandırılan enerjideki küçücük bir kıpırdanma sonucu ortaya çıkan etkiyi de aşk zannediyorduk. Aşkı, bir başkasına karşı hissedebileceğimiz yanılgısı içindeydik ve hep o başkasını arıyorduk. Onu kendi içimizde bulabileceğimizi aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk.

Aşk dediğimiz duygu bir yanıyla birine tutulmak, ona sarılmak arzusuydu bir bakıma. Çogu kişi için ise bilerek veya bilmeyerek ötekine sahip olmak ve onunla kendi varlıgına bir anlam kazandırmaktır. Ama gel gör ki o kişiye "sahip olduktan" sonra aşkın gücü giderek tükeniyor, o tükendikçe de kendi varlıgı da onunla birlikte eriyordu. Birinin sahibi olmak, hem onu hemde kendini tüketmektir ki işte bir türlü anlaşılamayan da buydu.

Şayet, arada engeller varsa, sevdiğimiz kişiye bir türlü kavuşamıyorsak aşk büyüyordu, isteyip de elde edemediğimiz şeylerin değere binmesi gibi, ondan ayrı düştükçe ona duyduğumuz arzu ve ihtiyaç artıyordu. Ego’nun sahip olma isteği acılı bir gerginlik yaratıyor, bu gerginliğin mitolojik veya fantastik adı aşk oluyor; şiirler, romanlar, besteler aşkın etrafında dönüyordu. Üzerine böylesine yorumlar yapılan bir duygunun çogu zaman bir yanılsama olabileceğini kimse düşünmüyor, kimse gerçeğin "sessizlikte" yattığına ihtimal bile vermiyordu.

Evet, bence gerçek aşk sessizliktedir. İçiniz ne kadar sessiz olursa varlığınızın yeni bir ifadesiyle karşılaşırsınız. O ifadede derin bir aşk, vardır, üstelik sadece tek bir kişiye duyulan bir aşk değil, başta kendiniz olmak üzere, her şeye duyulan bir aşk... Sizin yaşam biçiminiz haline gelen bir aşk hali… Sahip olma hırsı gütmeyen, beklentisiz ve koşulsuz… Su gibi akan, gerginlik yerine huzur veren, sarıp sarmalayan, ışık saçan ve ısıtan…

İşte o zaman sessizliğin de bir sesi olduğunu hissedersiniz. İçinizdeki koro o güne kadar hiç duymadığınız bir şarkıyı söyler. Ağaçların, kuşların, denizin, rüzgârın, gökyüzündeki bulutların ortak şarkısıdır bu, evrenin şarkısıdır. Siz, evrensel notaların ritmini yakalamışsınızdır artık, hücreleriniz bu ritmle titreşmeye başlamıştır. “Olan” olmuştur.

Aşk, her şeydedir bundan böyle. Küçük bir çocuğun gülüşünde, saksıdaki fesleğende, dalda öten kuşta, babanızın alnındaki kırışıklıklarda, sevgilinizin bir kahkahasında ve aynadaki yüzünüzde…

Gerçek aşkı içinizde bir kez hissedince yıllar yılı bakıp da görmediğiniz ya da göre göre alıştığınız ağaçlara başka bir gözle bakmaya başlarsınız, “Olan”ı en iyi kabul eden onlar olduğu için belki de… Onlar; ne kaygılanır, ne strese kapılır, ne de çabalarlar “olmak” için. Sessizliklerini hiç bozmazlar. Zamanı gelince çiçeklenir, yapraklanır, ardından meyvelerini verir, sonra tekrar yapraklarını dökerler. Direnmezler. Evrensel bir bilgiyle, direncin acı getireceğini bilirler. Doğaya kabul verirler. Aynı kabulü siz de verdiğinizde, kocaman dallarını dünyayı kucaklarmışçasına açan ağaçlar gibi kollarınızı uzatır ve içinizdeki koro şarkısını söylerken dudaklarınızdan dökülen sözcüklerle bu şarkıya eşlik edersiniz:

Ben sensiz olanlara seni aratıyorum
Ben sensiz kalanlara seni yaratıyorum
Seni saklayacağım seni yazıp andıkça
Kendimi çoğaltıyor seni kuşatıyorum
Unutturmayacağım seni yaşatacağım
Kendimi çoğalttıkça seni kuşatacağım
Her zamanda her yerde sen bende yaşadıkça
Senin evreninde sana seni aratacağım.(Ö. Asaf)

 
Toplam blog
: 88
: 1115
Kayıt tarihi
: 09.01.07
 
 

Ankara SBF'yi bitirdim. Öğrencilik yıllarında gazetecilik, sonrasında uzun yıllar özel sektörde ü..