Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Aysegül Akbay Yarpuzlu

http://blog.milliyet.com.tr/yarpuzlu

21 Mayıs '15

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Aşka dair-1

Aşka dair-1
 

aşk ve edebiyat


Eğer aşkla ilgili bir düşünsel tartışma başlatmanın ve sürdürmenin zor olmayacağını düşünüyorsanız, tekrar düşünün. “Aşk”, suyun elekten geçmesi gibi günlük konuşmaların arasından sızar; yine de bunu açıklayabilen ve açıklamayı isteyen birini bulmaya çalışın. Aşkla ilgili çeşitli yanılgılar okyanusa dalıvermek gibi konuşmanın içine ve konuşmanın dışına akar. Duygusal açıdan, “aşk” kelimesi çoğunlukla bir kamuflajdır veya biraz daha fazlasıdır. Benim hipotezim şudur; eğer aşk sargılarından çıkarılsaydı, boş bir alan bulurduk. Aşk, biraz daha başka türlüdür. Aşk tek kelimeli tezatlıktır; farklı anlamları tam daireye yayılmaktadır. Açıkçası “gönül işlerinden” bahsediyorum, “gönül işleri”: istek, açlık, özlem, sıcaklık, cazibe, ihtiyaç, yakınlık, çekicilik-gücü, manyetik yakınlık. İnsanlar için, ham insan cazibesini analitik olarak düşünmek nerdeyse imkânsızdır. Bu içimizdeki en güçlü kuvvettir- aşk dediğimiz, başka birine duyulan mecburiyet. Daha doğrusu, bizler büyük bir kültürel kişisel “cazibe” korkusunu barındırıyoruz ve bunu “aşk” kelimesi ile güzel gösteriyoruz. Hayalimizdeki aşk, sadece kapımızı çalmasını bekleyen sihirli bir kaidenin üzerinde oturmaktadır. Ve çoğumuz ara sıra aşkın büyüsünü yaşarız- bu yüzden gücünü biliyoruz, yine de onu gerçekten anlamıyoruz.

“Aşk” idrak kabiliyeti dâhilinde oluşturulmaz; bunun yerine tamamen içgüdüseldir. Kendimizi “aşk” için açık bırakabiliriz, fakat aşk başımıza gelebilir ya da gelmez. Bu garip ve güçlü içgüdünün her zamanki gibi nasıl işe yaradığını anlamak için, zaman içinde yeniden düşünmemiz, gerçekten muhtemelen hayal edebileceğimizden daha geriye doğru gitmemiz gerekmektedir. Açıkça, “aşk” bizim burada olmamızın sebebidir. Arkeologlar, ilk primat atalarımızın şempanze ve goril akrabalarımızdan 8 ile 6 milyon yıl önce arasında bir yerde ayrıldığını keşfetmiştir- ve “aşk” bu ayrımı mümkün kılmıştır.

 

“Aşkın” hazırladığı, Bayan Şans, sırasıyla atalarımız haline gelen şanslı evlatlarına pek çok seçilmiş genetik madde dağıtmıştır. Bu kesinlikle yarın güneşin doğuşu kadar yakındır. Küçük topluluklarda, avantajlar sunmuş olan yeni özellikleri olan bireyler büyük olasılıkla hayatta kalmayı ve gelecek nesillerine bu özellikleri aktarmayı amaçlamıştı. Biyoloji 101’i hatırlayın: Eşeyli üreme esnasında, nesillere her ebeveynin genetik maddesinin paketleri miras kalır. Dolayısıyla, farklı bireyler arasındaki çiftler (ne kadar fazlaysa, o kadar iyi) çok daha çeşitli evlatlar doğurmuştur. “Avantajı” olan kardeşler, hayatta kalan ve yeniden üreyenlerdir. Bu çarkı 7 milyon yıllık doğal seçime kadar, isterseniz ihtiyaç duyulmayanların elenmesine kadar döndürün ve insanların dünya gezegenine nasıl geldiklerini anlamaya çalışın.

 

Bizler eşeyli üremenin nasıl başladığını muhtemelen çözerken, bunun işe yaradığını da biliyoruz. İki gücünün olduğunu biliyoruz: cinsel cazibe ve güçlü, çekici yakınlık. Romantik “Aşk”, iki güçlü içgüdü olan Çekici Yakınlık ve Cinsel Arzunun belirsiz bir karışımıdır. Cinsel arzu bağımsızdır, çabuk alev alır; her zaman beklemededir. Çekici yakınlık şarta bağlıdır; gelişimi daha yavaştır ve genellikle beklenmedik bir biçimde gerçekleşir. Bir paket olarak, Romantik “aşk” bilincin dışında gelişir; içgüdüseldir, manyetik olarak çok güçlü ve etkilidir ve nedeni anlaşılamaz. Başkaları için yoğun bir açlık haline gelir. Hissetme, dokunma, tatma, koklama, görme, duyma ve sahip olma ihtiyacı duyarız. Biriyle beraber, kollarında olmak isteriz-yokluk sadece boşluk bırakır. Bu karma “aşk” içgüdüsü, bireyleri kaçınılmaz bir biçimde daha da yakın iletişime, cinsel birleşmeye doğru sürükler. Bu susuzluğu dindirmenin başka bir yolu yoktur; cinsel birliktelik olacak. Buna mecbursunuz. Biyoloji, bizim zamanımız başlamadan çok önce gelgit dalgalarını harekete geçirmiştir. Tutkulu “aşk” sahneyi kurar ve hormonlarımız kontrolü alır; eşeyli üreme sadece yan üründür. Duygular ne kadar yoğun olursa, cinsel faaliyet için meyil o kadar büyük olur; son sonuç aşırı doldurulmuş doğal seçimdir. Güçlü bir “aşk” dürtüsü olmayan ilk primatlar bizim atalarımız olamadı. Bunun yerine, “aşkın” çekimi için büyük kapasiteleri olanlar en çok nesli doğurmuştur. Ve şimdi 7 milyon yıl sonrasındayız- sert bir şekilde değişen bir gezegende, yine hala miras kalan, “aşkın” çok güçlü kapasitesi ile birlikte yaşıyoruz. (Atalarımız eğer bugün burada yaşasaydı dünyayı tanıyamazdı).

 

Bu konuyu düşündüğünüz zaman, dinamik bir gezegende hayatta kalmak için sıcakkanlı memeliler için başka bir yol yoktur. Yaşayan organizmalar ya dünyevi değişikliklere uyum sağlamıştır ya da tükenmiştir. Unutmayın ki, fosil kalıntıları kabul edilmeyen türler, evrimsel çıkmazlar ile karıştırılmıştır. Kademeli evrimsel değişiklik her zaman çözüm olmuştur. Memelilerin evrimi, farklı genetik değişimlerin rastgele birleşmeleri ile ileri götürülmüştür; açıkçası, farklı partnerlerin sayısı ne kadar fazlaysa, yavruların çevresel değişiklerle birlikte gelişebilmesine izin veren genetik birleşim olasılığı daha yüksek olur. Jeolojik ve iklimsel değişikliklerden sağ çıkamayan canlılar yavru bırakmamıştır. Atalarımız şehvet dolu oyunculardı, dolayısıyla bizler buradayız; onları kutlamalıyız. Bu yüzden bir aynaya bakın ve hem içerden hem dışarıdan bildiğiniz modern insanlara dikkatle bakın. Otomobil satış yerleri gibi, büyük tutku ve tüketim için aşırı büyük arzuları olan yeni bir türüz biz. Batmaz ve açgözlü varlıklarız, öyle düşünüyoruz. Fakat küçük ama mide bulandıran bir sorun vardır; bildiğimizi düşündüğümüz şeyler kesinlikle kendimizle ilgilidir ve muhtemelen geçmişte vardır.

 

“Aşk” ile başlayın, insanın üremesi için itici güç odur. Onun kalıcı olduğunu düşünürüz. Dolly Patron şarkısının Whitney Houston yorumunu hatırlayın, ‘I will always love you.’ Seni her zaman seveceğim; güzelliğin söylenmesi gereken her şeyi söylüyor. Aşk sonsuza kadar ve her zaman.

 

Bunların dışında, bütün gelgitler gibi, büyük tutku aynı şekilde azalır –“aşk” için, şarap için veya süs eşyaları için. Aşk arayışı, tamamen tükenen dürtüdür! Sahiplik kapama düğmesidir. Fakat, bu basit gerçek nadiren kayda geçer. Çünkü aşkın tutkusu bilincin dışında yatar, onun yavaş tükenişinden bihaberiz. Bir zaman sonra, farkına varırız ve yoğunluk tükenmiştir, fark etmeden kaybolup gitmiştir. Ama muhtemelen, şiddetli bir şeylerin olduğu görülmeyecektir; bu yüzden günlük varoluşun sınırlarındaki yolumuzu hissetmeye devam ederiz. İlişkilerin başında, çok az insan bir şeylerin değiştiğinin farkında olur. Farkındalık hiç başlamazsa, uyandırma çağrısı genellikle cinsel hassas noktamızdan gelir; başka insanların ne kadar seksi olduklarını fark etmeye yeniden başlarız. Bu aşamada romantik aşk yanılgımız çamurlu bir derenin sağlam olmayan kıyısında nerdeyse içine düşülecekmiş gibi oturur. Genellikle, kültürel olarak yerleştirilmiş ideal aşkı sonsuza kadar hayal eder ve bir süre kendimizi sabit tutarız. Fakat, yanılgılarımız firar etmiştir ve biz bunu biliyoruz- peki o zaman ne yapıyoruz ? Aaa, yanlış beklentiler, nasıl da lanet okuyoruz! İnsanlar bol miktarda saçma düşünce barındırır fakat pek azı, samimi ilişkilerimiz üzerinde, imkânı olmayan ölümsüz aşk hayallerinden daha fazla yıkıma yol açmaktadır. Merlin’in dediği gibi, “Asla başarısız olmayan tek şey bir şeyler öğrenmektedir.” Bu belayı, doğal biyolojimizin rotasını kabul etmeyi öğrenerek yenebiliriz. Doğa yabani bir trendir; üzerine de atlayabiliriz, sonsuza kadar binebiliriz de. Meyve gibi, “aşk” da çiçek açar, büyür, olgunlaşır ve onu tüketiriz. Kendi anlarında lezzetlidir, ama yarın başka bir gündür.

 

 

 

İçgüdüsel tepkilerimizi nadiren düşünürüz veya ölçüp tartmak için zaman isteriz. Bunu yapmalıyız çünkü içgüdüler bizim büyük, harika beynimizden önce geldiği için bilincin tetikleyicileridir. Açıkçası, içgüdüler sinirsel geri planda çalışır ve kim olduğunu belli etmeyen mesajlar gönderir; içgüdüler “bilinçaltımızı” programlar. Çekimsel yakınlık etkisini göstermeye başlayınca, tepkiyi hissederiz; fakat bu aynı çekim dinmeye başladığı zaman, bunu asla bilmeyiz. “Kapama” sadece yavaşça azalır. Evet, en nihayetinde “ona ulaşırız”, ama çok geç. Aşkın şiddetli tutkusu yavaş yavaş gevşer, bilincin altından kaçıp gider. Gittiğini öğrendiğimiz zaman… sadece anısı kalır. Ve bu ders nerdeyse anlaşılmaz gibi görünmektedir. Sonsuza kadar yanılgısını tekrar tekrar konuşuyoruz, her seferinde de, bu sefer “tutkumuzun, şiddetli “aşkımızın” sonsuza kadar devam edeceğine inanarak.

 

“Aşk” yanılgısı, “seni ölünceye kadar seveceğim ve öldükten sonra da sevmeye devam edeceğim”, insanlar dili icat ettiğinden beri bitip tükenmeden tekrar edilmektedir. Fakat bu şekilde içgüdüler işe yaramaz; “aşk” yükü ilk tam cinsel iletişime can atarken başlamıştır. “Hayır, bu doğru olamaz; kabul etmesi imkansız. Böyle bir aykırı düşünceye kim inanır?” Fitil ateşlendiği zaman, farkında olmadan veya olarak, tutku azar azar çekilir. İster beğenin ister beğenmeyin, güçlü, hızlı yaşam tutkusu eşeyli üremeye en genetik farklılıkları vermiştir. Açıkçası, farklı yavrular koşullar değiştiği zaman türlerin hayatta kalma olasılığını arttırmıştır. Unutmayın ki, evrim sonuçtur, süreç değil; doğal seçim görevini yapmaktadır. “Ana” içgüdüleri olan bireyler o içgüdüleri bize tamamen aktarmıştır.  Biyolojik açıdan, bizim tek görevimiz de onları gelecek nesle aktarmaktır. Tahminde bulunuyorum, fakat yemin edebilirim ki yeni bir aşk ile fitil her ateşlendiğinde, raf ömrü daha kısa olur. Her yeni tutkuyla, patlama daha sakin olur. Burada yanlış yorumlanmayacak iki şey var: ilki, içgüdüsel tepkilerin değiştirilemez olduğunu öne sürmüyorum; “sağ duyulu” düşünme her zaman mümkündür. İkincisi de, yavruları hayatta kalması için besleyecek içsel insan dürtüsün üzerinde tutkulu aşkın alevinin sönmesinin bir etkisi yoktur; bunun sonucu olan içgüdü tamamen başka bir konudur.

 

Beyninize ayrıca kendi beynime de kazımaya çalıştığım şey, evet, tutkunun, romantik aşkın gerçekliğinin hayal gücünün ötesinde kaçınılmaz bir şekilde güzel olduğudur. Fakat, hayatın kendisi gibi, tamamen çok hızlıdır. Aşk içgüdüsü ergenlikte doruğa ulaşır, Ah Romeo ve Juliet, ve daha sonraları yatışır. Romantik tutku için kapasitemizin ölçülemeyecek kadar düşük olduğu zamanların gelmesi muhtemeldir. Fakat içimizde yanıp duran birkaç küçük korun her zaman olacağını düşünmeyi seviyorum. Fakat bu noktada, insanlığın başlıca hata sınırlarından biri durmaktadır. Bizim “aşka” olan hayranlığımız en kötü olası hayallerden birini yaratmıştır. Çabucak yükselen ve sonra rengi solan 7 milyon yıllık bir içgüdünün etrafında kültürel bir katedral inşa ediyoruz. Bu durum, her insanın doğuşuyla gerçekleşir, yine de hepimiz düşünüyoruz “bu sefer “aşkımız” kalıcı”. Aşk hayal gücümüzün içine işler; edebiyat, şarkı, sanat ve ebedi aşkın masallarının bol olduğu efsaneler fikrinden kurtulamayız. Aklımızı o kadar çok yanılgı doldurur ki imkansız olanı aramayı asla kesemeyiz. Kim bir seraba ulaşabilir ve elinde tutabilir? Çoğumuz Elizbeth Barrett Browning’in şiirini anımsar…

Portekiz 43’den şiirler: Nasıl severim seni? İzin ver sayayım yöntemlerini. 

Nasıl severim seni? İzin ver sayayım yöntemlerini.

Severim seni derinlikte ve genişlikte ve yükseklikte,
Ruhumun erişebileceği, gözden kaybolduğunu hissettiğimde,
Uçlarının Varoluşun ve mükemmel Zarafetin.
Severim seni her günün en sessiz gereksinmesi düzeyinde,
Yanında mum ışığının ve güneşin.
Severim seni serbestçe, Doğru için çabalayan adamlar gibi;

Severim seni sadelikle, onların övgüyü geri çevirdiği gibi.
Severim seni tutkunlukla, kullanılan eski üzüntülerimde
Ve çocukluğumun güveniyle.
Severim seni bir sevgiyle kaybettiğimi zannettiğim benim eski ermişlerimle,
Severim seni bütün ömrümün gözyaşlarıyla, nefesleriyle, gülüşleriyle!- ve, Tanrı seçerse,
Seveceğim seni yalnız daha iyi ölünce.

Bu şiiri lisede ezberlemiştim. Unutmayın ki, bunlar tamamen boş sözler; herkes “aşkı” sevmeyi sever. Aşkın tutkularının kolayca ortaya çıkardığı bu candan yanılgılar, sanatın ve edebiyatın olduğu her yerde yaşar. Duyguyu bir kenara asla isteyerek atamayız; bir bağımlılıktan daha fazlasıdır. Tedavisi yoktur; “alışkanlığını bir anda bıraktığını” iddia eden birine henüz daha rastlamadım. Yaşamın nedenini sorguladığımız sürece, bütün bu gerçek dışı aşk-saçmalıkları içinde yüzeceğiz. Hala, genç olduğum zamanki kolaylıkla, büyülü oyuncular aklımı başımdan alabilir, “çılgınca âşık olabilirim”. 1942 yapımı, Casablanca, filmini, Ingrid Bergman’ın her sahnesini dolaylı olarak özümserken, tekrar tekrar izledim. Bence, Bergman şimdiye dek sinemayı şereflendirmiş en sevilesi kadındı. Filmler gelip geçer, fakat benim tutkulu aşkım, 1996 yapımı Lone Star-benim bölgem, benim kültürüm, benim insanlarım- filminde yanılgılarını arttıran Elizabeth Pena için güçlü bir şekilde yansımıştı. Ve bir aktrisin illa çok güzel olması veya özellikle arzulanan bir karakteri oynaması gerekmez; Monic Hendrickx, 2007 yılı Avustralya filmi, Yarım kalan Gökyüzü’nde, bir genelevden kaçmış Afganistanlı bir kaçak olarak gemi yükünce belayı beraberinde getirmişti. Film bitmeden önce, boğazıma kadar “aşka” batmıştım, öyle olmalıydım. Ve şüphesiz, siz de diğer aktörler ile yine ve yine nerdeyse aynı şeyi yapardınız. Senaryo yazarları, yönetmenler, yazarlar, bestekârlar, hepsi- insan yanılgısını iyi anlar. Ve her zamanki gibi, çok az dayanıklılıkla tekrar ve tekrar rüzgâra kapılırız.

Çok güçlü, romantik aşk fikrinin, Kahramanlık Yılları esnasında, ülke ile ilgili serbest dolaşmaları için Şövalyelere izin vermek için icat olduğunu ve teşvik edildiğini okumuştum. Bunun muhtemelen biraz doğruluk payı vardır; genç erkekler için, gelinlik çağında evlenmemiş kız aramak için tam yetki vermekten daha cezbedici ne olabilir? Kökenlerine bakmaksızın, bütün yan anlamlarıyla “aşk” sözel ve yazılı ifadenin ana teması olmuştur- efsane, gizem, şarkı, şairlik ve yazılar. Sürekli övecek aşk olmadan, hakkında yazılar yazmaya değer konuları başka nerde bulabilirdik? Cevaplamayın! Aşkla ilgili ne kadar nesnel olarak düşünmeye çalışsak da, bir saçmalık dağı kesinlikle çıkagelir. İki tane güçlü, basit içgüdümüz var; çekimsel yakınlık ve cinsel cazibe, ikisi birlikte işe yarar. Hepsi bu. Bu içgüdüye sahip olan ilk primatlar bizim atalarımız oldu. Çekimsel yakınlık bir amaca hizmet eder; erkekleri ve kadınların birbirine sahip olması. Bu uzatılmış yakın ilişki ile birlikte, sık cinsel ilişki daha çok hamilelik ile sonuçlanmıştır. Binlerce nesil sonra, bu hala işe yaramaktadır; doğal koşullar altında, yeni hamilelikler nerdeyse yeni bir aşk ile garanti edilmektedir. Fakat, işte size bir ikaz notu.

David Brooks, bir New York Times köşe yazısı, 31 Aralık 2013, şöyle yazar: “Douglas Coupland’ın 21. yüzyıl ilişkileri ile ilgili notlarına itibar edilmesine dayanamıyorum”. Ortalama insanların yaşamları boyunca 2.5 kez aşık olduğunu ileri süren anket verilerinden bahseden bazı psikologlar insanların yaşamlarında sadece beş veya altı kez aşık olabileceklerine inanmaktadır. Bir ders de, onu çabuk tüketmemiz gerektiğidir.

Yine, çekimsel yakınlığı, mesela romantik aşkı, cinsel birliktelik için yanan içgüdümüz ile karıştırmamanızı vurguluyorum. Bu karıştırma çok sık oluyor. İki içgüdü beraber işe yarar ama oldukça farklı rollere hizmet eder. “Seks düğmelerimiz” nadiren kapalıdır, ve eğer öyleyse, hemen yeniden başlatılabilir.

Fakat cinsel eğilim yeterli değildir; öyle olsaydı, doğal seçim çekimsel yakınlığı koruyamazdı. Zamandan geriye doğru giderseniz anlaması kolay olur. Tehlikeli ve acımasız ortamlarda, hamilelikler kolay olmazdı. İlk çağlardaki kadınlar nadiren açlıktan, stresten, tehlikeden ve benzerlerinden kurtulabilirdi- her zaman çok rahatlık ve güvenlik olmadan sınırda yaşadılar. Yapraklardan bir battaniyeye hızlıca kıvrılıp uzanmak kıraç toprağın üzerindeki tohumu çoğunlukla heba etti. Bir diğer yandan, dikkatli erkeklerle tekrarlanan cinsel birliktelikler, canlı yavru için daha iyi şanslar doğurmuştur. Görünen o ki, önemli bir fark var; libido anlık bir tatlıya çok benzemektedir. Çok hızlı gerçekleşir ve daha sonra daha da hızlı söner. Cinsel coşkunluk hafızalarda yarının gölgesinden daha uzun süre kalmaz. Fakat, libido “aşkın” çekimini ateşleyen bir maddedir; romantik “aşk” var olsun ya da olmasın o yanmaya devam eder- ve bunun neyle sonuçlandığını sizler de zaten biliyorsunuz. Ve yine de, burada gömülü olan bir başka hikaye de var: hamilelik boyunca eski büyükanneyi devam ettiren bazı aşıklar avantajlı olabileceği için, cesaretlendirme açısından ne yapabilirse yaptığından emin olabiliriz. Var oluş mücadelesinde canlılara avantaj sağlayan özellikler, doğal seçim tarafından bizim için korunmuştur. Bu da insanların tek eşli olmadıklarının en basit sebebidir. Aslında, monogami sosyal hayvanlarda nerdeyse hiç yoktur.

Aşk balonunuzu patlama riskine atmamın sebebi, en başından beri imkansız olan “sonsuza dek-sen ve sadece sen” idealizmine inanmamız ile zarar görüyor olmamızdır. Çekimsel “aşk” zamanla elektrikli bir batarya gibi boşalır; bu kimsenin hatası değil. “Rüzgar gibi Geçtiyi” güçlükle okumayı başardıysanız, Rhett’in Scarlett’i çok önceden terk etmesi gerektiğini düşünebilirdiniz. Yine de, Margaret Mitchell, düşünmesi hoşuma gidiyor, Rhett’i mahvetti ve Scarlett nerdeyse haklıydı…

(Rhett: konuşuyor)… “Scarlett, ben hiçbir zaman kırık parçaları toparlayan biri olmadım…. Kırılan kırılmıştır… Şimdi sana yalan bile söyleyemiyorum… Keşke ne yaptığını ya da nereye gittiğini önemseyebilseydim, ama yapamam.” Kısa bir nefes aldı ve kolayca ama kibarca şöyle dedi: “Sevgilim, umurumda değil.”.

Scarlett sıradan bir insandı, sadece daha sevimliydi. Her şey, Doğal Seçim maymun iştahlı aşıkların yavrularını seçtiği zaman başladı; bizler onların soyundanız. “Aşk” kalıcı ve sonsuz olsaydı, Afrika kıtasını vuran yıkıcı iklimsel değişiklikler, en nihayetinde bizim atalarımız olan primatların ince çizgisine muhtemelen bir son verirdi. Belki de, hala Kenya’nın kaya katmanlarında gömülü birkaç ilk insan kalıntısı olabilirdi. Fakat biz buraya onları çıkarmaya gelmedik. Aslında, burada olduğumuz için şanslıyız, fakat hala cahillik ve suç içinde hediye paketi yapılmış tekne dolusu aşk yükü taşıyoruz. Ego düzensiz çalışır, ilişkiler yıpranınca suç ve kabahat havayı bozar; insanlar başkalarını suçlar, bazıları sadece ayrılır ve gider ve diğerleri de “sonsuz aşkın” serpilip büyüyebileceği daha yeşil alanlar aramaya koyulur. Eldorado’nun aranması gibi, boşu boşuna. Fakat kontrolden çıkmamız gerekmez; doğal gölcükte aylaklık ediyoruz. Su o kadar derin değil; boğulmayız. Kültürel önyargının birkaç dalgasına itiraz etmek istersek uygun yöntemler vardır ki; bizler hala, “aşk” sorunlarının nadiren bizim hayal ettiğimiz kadar kötü olacağını garanti eden dünyada yaşıyoruz.

 

 
Toplam blog
: 46
: 361
Kayıt tarihi
: 21.03.12
 
 

Halk Sağlığı Profesörü, Kamu Yönetimi ve Avrupa Birliği Uzmanı   ..