- Kategori
- Kitap
Aşkın ve zaferin romanı: Aşk ve Zafer
Halide Nusret Zorutuna’nın, Aşk ve Zafer adlı eseri Milli Mücadele yıllarını, İstanbul ve Urfa’da yaşanan aşkı anlatan romanıdır. İbrahim, Zinnur ve Zeliha aşkı… Romanın baş kahramanı Zinnur İstanbul’da yetişmiş oldukça güzel ailesinde pek çok sanatkar bulunan eğitimli bir paşa kızıdır. Annesi erken yaşta vefat etmiş babasıyla ve teyzesiyle birlikte leylaklı köşkte yaşamaktadır.
İbrahim, efsaneler kaynağı tarihler otağı bir feyiz (verimlilik) ve bereket diyarında, taş odalarının bütün kapıları ve pencereleri geniş bir avluya bakan büyük bir evde dünyaya gelir. Urfa’nın soylu köklü ailelerinden birine mensuptur. Zeliha ise İbrahim’in emmisinin kızıdır. Doğduğu bu yörenin gelenekleri çerçevesinde bu iki genç nişanlı sayılır. Zeliha eğitim almamış erkeğine bağlı doğulu bir kızdır.
Her şey, İbrahim’in okuması için İstanbul’a gitmesiyle başlar. Nereden bile bilirdi ki orada bir nur yüzlüye aşık olacağını ve o dönemin şartlarıyla kavuşamayacaklarını… Ya Zeliha, amcaoğlunu boşu boşuna bekleyeceğini… Ve bir de o dönemde vatan müdafaası vardır.
1914 de Osmanlı Devleti acele bir kararla müttefiklerin safında Birinci Cihan Harbinde katıldığı zaman mektep sıralarında körpecik ana kuzularını alıp cephelere gönderirler. Bu çocuklar arasında İbrahim de vardır. Onu Sultaninin (lise) son sınıfından alıp yarım yamalak bir talim ve terbiyeden sonra Çanakkale’ye sevk ederler. Orada Türk tarihine eşsiz destanlar katanlar arasında İbrahim de ırkına has kahramanlıkla, arslanlar gibi döğüşür. Yaralanır, tedavi görüp iyileştikten sonra tekrar cepheye gider.
İkinci defa yattığı hastaneden çıktığı zaman, harbin dördüncü yılında İbrahim’i, İstanbul’a verirler. Bu bir nevi hava değişimidir... İbrahim Çiftehavuzlar’da acemi yetiştirir. Uzun yıllar cephede kan ve barut kokusu, top ve tüfek gürültüsü içinde türlü mahrumiyetlere katlanarak savaşır. Ölümle kaç defa göz göze diz dize gelir. 22 yaşındaki bir genç adama, dünyanın en güzel köşelerinden biri olan Çiftehavuzlar’da bu vazife doğrusu mükemmel bir hava değişimi demektir. Bunun tadını çıkarmak lazım. Nitekim arkadaşları çıkarır. Fakat İbrahim öyle yapmaz. Yapamaz… Çünkü onun kafasının içinde bir ağırlık, kalbinin ortasında bir açılık vardır ki bir türlü geçmez.
Ömrün en güzel senelerinde onlar bir ölüm kasırgası içinde bol bol kan dökerler. Yaralarlar, yaralanırlar, öldürme korkusu içinde öldürürler. Bunu kim isteyerek yapardı ki?
İbrahim ve arkadaşları da bu uğurda isteyerek öldürmezler. Evet, öldürmek istemezler ama ölmek de istemezler. İşte o yüzden öldürmek zorunda kalırlar.
Onlar bunu nefis müdafaası değil de vatan müdafaası için yurda insafsızca hayasızca saldıranlara toprağı vermemek için öldürürler. Vatan millet uğruna hak uğruna… Hayat hakkı uğruna hem ölürler, hem öldürürler… Şairin de dediği gibi, zırha bürünmüş o namert eller, bize yıldırımı yayılımı tufanlar alevden seller saçar. Denizden gökten yerden her yerden haince ateş yağdırırlar.
Ah bu yurdu haince işgal eden zalimler! Türkün bütün gelecek vaad eden çocuklarını, mektep sıralarından alınıp götürülmüş aydın idealist gençliğini yutar. Geride kalanlar mı? Onlar daha fena… Kimileri o cepheden yarım yamalak gelir, kimileri okul arkadaşını can dostunu adaşını akrabasını ve nicelerini kaybetmenin acısını yaşar, kimileri ise bedenen değil de ruhen bitik halde olan insanlar. Geri dönmüşler işte sadece dönmüşler.
Bu kadar şeyin üzerine son zamanlarda ortada dolaşan haberler onları daha da yıkar. “Yeniliyoruz,”, “düşmana yeniliyoruz.” Bu kadar fedakarlıktan sonra bir de mağlubiyet feci bir şey olur.
İşte tam da bu sıralarda bir öğleüstü Zinnur balkonda, İbrahim sokakta birbirlerini görür. Ve o andan itibaren İbrahim’in gözü dünyayı görmez olur. İbrahim bu nur yüzlü meçhul kızdan aklını alamaz, evinin etrafını sürekli tavaf eder. Ona olan duygularını anlatan mektuplar yazar. Bir türlü cevap alınmayan mektuplar. Bu mektuplarda neler yoktu ki? Sanki İbrahim’in şairane kimliğini ortaya çıkarırcasına sanatsal mektuplar. İbrahim bu mektuplar karşısında tek bir cevap bekler. ‘Gelin beni babamdan isteyin’ işte bu cevap yeterliydi onun için.
Nihayet o nur yüzlü İbrahim’e istediği cevabı yazar. “Pederiniz, pederime müracaat etsin. Paşa babam ne derse ben onu yaparım.” İbrahim bu habere sanki sevgilisine kavuşmuşçasına sevinir. Onun için kapı aralanır. Hemen Urfa’ya, babasına bir mektupla durumu anlatır.
İbrahim’in mektubu babası evinde kıyamet koparır. Amcasının kızıyla evlenmesini isteyen annesi sanki evden ölü çıkmış gibi feryat figan eder. Babası ise şaşkınlığını ve endişesini bir kenara bırakıp paşa kızının oğluyla evlenmesi gururunu okşar.
Eyüp Bey, Paşaya telli pullu bir mektup yazıp kızları Zinnur Hanımefendiyi Allah’ın emri peygamberin kavli ile oğlu İbrahim kölelerine ister.
Fahrettin Paşa eski dosttu olan Eyüp beyin mektubunu alır ve düşünmeye karar verir. Bu aileyi tanır. Pek temiz asil bir aile ve paşa asalete pek kıymet veren ‘Asilden zarar gelmez’ atasözüne inanmış eski insanlardandır. Fakat kızının yanından ayrılıp uzaklara gitmesine gönlü razı olmaz. Bu yüzden Eyüp Beye nazik bir dille taleplerini ret eden bir mektup yazar. Zinnur Eyüp Beyden gelen mektuptan haberdardır. Çünkü bizzat paşaya mektubu veren odur. Babasının kendisine hiçbir şeyden bahsetmemesi üzerine Eyüp Beye olumsuz cevap verdiğini anlar. Hemen İbrahim’e babasının kıramayacağı arkadaşlarına müracaat ederse olumlu bir cevap verebileceğini söyler.
Nihayet Fahrettin Paşa gerek arkadaşları, gerek İbrahim’in kişiliği nedeniyle, İbrahim’in kızıyla nişanlanmasına izin verir. Tabi bir şartı vardır: Sadece mektup üzerine görüşebileceklerini söyler.
Ömürlerinin en mesut aylarını yaşamakta olduklarını ne bilsinler… İstikbalin onlara hazırladığı faciadan tamamen habersizdirler... Kaderin cilvesi midir yoksa imtihan mıdır? Bilinmez. Tam da bu sıralar Türk ordusu mağlup olur. Daha doğrusu mağlup olmaz da mağlup sayılır. Kara günlerimizin başlangıcı olan bu uğursuz Mondros Antlaşmasının imzalanmasından 15 gün sonra 13 Kasım 1918 günü düşman gemileri İstanbul sularına girmiş bulunur. İçlerinde antlaşma hükümlerine aykırı olarak Yunan harp gemileri de vardır.
Bunlar yetmezmiş gibi İstanbul’da durum vahim. Halk ölümden, hastalıktan, kıtlıktan bıkar. Yiyecek ekmek, yıkanacak sabun yoktur. Bu yüzden bitlenip tifüse yakalanırlar. Perişan halk bu Mondos Antlaşmasından bir şeyler bekler ama nafile… İşler daha da kötüye gider.
Yine bu tarihlerde (13 Kasım1918) Fahrettin Paşa büyük bir dürbün ile Marmara ufuklarından düşman gemilerini gözlemektedir. Yanında da Zinnur da vardır. Kızıyla, Paşa arasında aşılması güç mesafeler vardır. Ta ki bugüne kadar. O sert mesafeli adam en sıcak, tatlı sesiyle kızına, İbrahim’e mektup yazması için telkinlerde bulunur. Paşa kızına: “Nişanlının elinden tutmak onu cesaretlendirmek senin vazifen yavrum. Derhal ona bir mektup yazmalısın,” der. Babasının bu isteğine şaşıran Zinnur durumun ciddiyetini anlayarak İbrahim’i cesaretlendirmek için onu sevdiğini, hep yanında olduğunu, mutlu bir geleceğin onları beklediğini yazar.
İstanbul’da günler günden güne kararır; aylar aydan aya karanlıklaşır. Antlaşma afeti korkunç bir kabus halinde güzel şehri üstüne abanır. Harp sonrası gaziler yuvalarını döner. Ama dönenler gidenler değil bambaşka insanlar… Bunların içinde Zinnur’un her gün Allah’a gelmesi için yalvardığı dayısı bedi de vardır. Bedi geri gelir. Fakat geri gelen o değil. O hisli, tatlı, neşeli, ümit ve heyecan dolu genç sanatkarın yerine ürkek, bedbin, bezgin kaba biri gelir. Başka ne beklenir ki? O savaş koşullarında kim değişmez ki.
Dayısının ve diğer insanların haline üzülen Zinnur, Eyüp Sultan’a gidip dua eder. O sırada eski hizmetçilerinden Madam Eleni ona büyük bir kahkaha atarak geçer ve “Güzelim o rahatlık geçti artık, şimdi sıra bizde!” der. O nazik, naif Zinnur bu sözler karşısında tabiri caizse Osmanlı tokadı yapıştırır. Vatan aşkı sadece erkeklerde olan bir durum değildir. Zinnur gibi niceleri de vatan millet aşkına güçlerinin yettiği kadar davaları için çarpışır.
Ana yurdun dört bucağından esip gelen haberler hiç de iç açıcı mahiyette değil. Galip devletler her gün bir başka yurt köşesini haksız ve insafsızca işgal eder.
21 Mart 1919 Urfa’ya, İbrahim’in memleketine düşman girer. Bu ağır darbe ile çocuk iyice sarsılır. Bir yandan babası gizli vasıtalarla üst üste mektup gönderip kendisini Urfa’ya çağırır. Fahrettin Paşa da İbrahim’in gitmesi hususunda ısrarcı davranır. Ama İbrahim’in kalbi Zinnur’u bırakıp gitmesine izin vermez bir türlü.
Eyüp Beyin Fahrettin Paşa’ya bu konu hakkında mektup yazması üzerine Fahrttin Paşa çok sert bir tavırla Zinnur’a, İbrahim’in hemen Urfa’ya gitmesi gerektiğini söylemesini ister. Zinnur İbrahim ile buluşup onun bir an önce Urfa’ya gitmesini söyler. Bu buluşma onların için ilk ve son buluşmadır. İbrahim’in nur yüzlüsünün, zümrüt gözlüsünün son görüşü… Peki ya Zinnur! Sevdiğini nasıl yollasın ateşin içine… İşte vatan aşkı deyince akan sular durur sevdiğinin gözünde.
Milattan binlerce yıl önce kurulmuş olan bu aziz şehrin kapısına düşman kuvvetleri dayanır. Urfa’yı ölüm sessizliğine gömer.
İbrahim Urfa’ya gider. Ailesi, İbrahim’in gelmesinin mutluluğunu yaşarken, bir taraftan annesi ona Zeliha ile evlenmesi için baskı yapar. İbrahim ise sert bir tavırla şu an vatanı kurtarmaktan başka bir şey düşünmediğini söyler.
İbrahim’in annesi Zemzem Hanım Zeliha’nın aklına girerek Zinnur’a mektup yazdırır. Bu mektup da İbrahim’in kendisinin nişanlısı olduğunu, burada geleneklerin bunu emrettiğini yazar ve mektubu İbrahim’in biricik sevdiğine yollar.
Zinnur bu mektubu alır almaz neye uğradığını şaşırır. Aldatıldığını hisseder. O an İbrahim’den nefret eder ve nişanı bozmayı düşünür. Fakat teyzesi ve eniştesi şu anda şartların müsait olmadığını bu haberin İbrahim’i yıkacağını söyleyerek bunu zamana bırakmasını söylerler.
Bir garip bekleyişti. Bu şehri ilk işgal eden İngilizler yerini büyük devletlerin yeni bir emri ile Fransızlar’a terk edip giderler. ‘Gelen gideni aratır’ sözü tam da buna göredir.
Fransız işgali altında bulunan bütün büyük binaların, konakların, tepelerine üç renkli düşman bayrağı baykuş gibi tünemiştir. Fransız askerleri babasının çiftliğinde gezercesine memnundur. Urfa sokaklarının ölü sessizliğini, şımarık küstah çocuklar gibi parçalarlar.
İbrahim baba yurduna ayak bastığı gün durum böylesine hain, böylesine korkunçtur. İbrahim ve arkadaşları kendilerini zor tutuyor fakat fevri bir çıkışın, kendi aleyhlerine olacağını da gayet iyi bilirler. Bu yüzden, bu uğurda planlı ve kontrollü hareket etmeleri lazımdır. Eyüp Beyin evinde bu uğurda çarpışacak kişilerle bir toplantı düzenlerler. Tam da bu sırada içeriye bir kadın girer. İki oğlunu da şehit veren Rahme Nine… Kendini tutamaz ve “Irz ve namus elden gidiyor. Ananıza, bacınıza Fransızlar el uzatıyor… Daha ne duruyorsunuz!’’ der. Oradakiler oturup sakin olmasını isterler.
Fakat Rahme Nine: “Oturmak mı? Yok, ağam yok, ben oturmam, oturamam. Siz de oturmayın. Oturmanın vakti değildir. Ben iki fidanımı bu günleri görmek için mi şehit verdim. Hakk’ın emrine şükür dedim millet sağ olsun, dedim. Acımı avuttum. Ağalar beyler hele bana deyin. Bir millet bir devlet bu hale düştükte sonra ben yüreğimin ateşini nasıl söndüreyim!” Ve sözlerine devam eder. Sarhoş gavur askerleri avratlar (kadınlar) hamamını bastı. Odanın ortasında gerçekten bir bomba patlasaydı bu kadar heyecan ve telaş uyandırmazdı. Sesler birbirine karışır. Ne? Nasıl?
Kadın yine devam eder. “Bizim uşahlar (çocuklar) şiş vaktinde haber almışlar. Çabuk davranıp tam sarhoş gavur askerleri hamam kapısına varınca, bizimkiler ulaşıp kapıyı tutmuşlar. Orada bir kapışma olmuş ve avratlar birbirine girmiş. Sarhoşlar da kaçıp gitmiş. Bacım kızı Nuriye de hamamdaymış. Hamile kadın çocuğunu düşürmüş. Ölen çocuğu gömmeye gittik. Buraya gelirken bir de baktım gavur askerlerinin ağzında ölü çocuğu gördüm. O şehidin yetimini parçalıyorlardı.” Der. İbrahim daha fazla dayanamayıp, “Sus ninem sus! İçimiz bağrımız zehir kesildi” diyerek inler ve yorgun düşmüş Rahme Nineyi hareme yollarlar…
Ve nihayet 3 Mart gecesi o tarihi büyük gece Urfa kurtuluşunun ilk silahları patlar. Zafere doğru ilk adım bu gece atılır. Urfa toprakları bu gece şehit kanları ile ıslanarak, bir kat daha kutsallaştırarak hücum başlar. Mücahitlerin heyecanları son haddini bulur. Artık hiçbir kuvvet bu kahramanları durduramaz birden müthiş bir tarrake bütün sesleri susturur. Top mermisi Mahmut Nedim konağının çıkartmasını yıkar. İçindeki makineliyi askerleri ile beraber havaya uçurur. Bu ilk müjdedir. Zira bu makineli kışla yolunu keser. İlerlemeleri daha da kolaylaşır. İbrahim adeta sevinç içinde: “Yürü!” diye bağırır. Tam da bu sırada İbrahim kafasından vurulur. Herkes neye uğradığını şaşırır. Ortalık karışır. İbrahim’in vurulması hepsini çılgına çevirir. Bu seferde avluya dolup köşe bucak gizlenmiş kendilerine ateş eden düşman neferlerini temizlerler. Nabi İbrahim’i kucaklar. Yaşıyor muydu? Bunu anlamaya vakit bulamadan, beyazlara bürünmüş kadın yaralının üzerine kapanır. ‘İbrahim!’ O zaman bir mucize olur. Ölüye benzeyen yaralının dudakları aralanır. ‘Zinnur…”
İbrahim o halde bile hala Zinnur’un ismini zikreder. Var gücüyle Nabi’den söz ister. Kendisine bir şey olursa Zinnur’u bulacağını ve onu çok sevdiğini söylemesini ister. Hacı Mustafa Efendi sesinde ıstırap ve öfke karışık haykırır çabuk çabuk. “İbrahim’i eve götürün, doktor yetiştirin.” Mehmet Akif’in dediği: “Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,/ Bir hilal uğruna Yarab ne güneşler batıyor.” Bir hilal uğruna istiklal uğruna tertemiz alnından vurulup uzanan güneşlerden biri de İbrahim’dir... Günlerdir hayatla ölüm arasında bir saat rakkası gibi gidip gelir. Başucundaki doktorlar çaresizlik içinde ellerini ovuşturarak birbirlerine bakarlar. Kurşunu baştan çıkarmasına imkan yoktur. İbrahim’i o halde gören Zeliha da yaralı iki yaralı karşılıklı acıların en korkuncunu çeker… Biri kendinden habersiz sayıklar… “Nurumnurum” diye hıçkırır. Öbürü ışığın çevresinde çırpınan pervane misali İbrahim’in yatağı etrafında dolaşır. Aç, susuz, uykusuz…
Üçüncü yaralı biçare Zemzem Hanım… Oğlunu böyle görmeye dayanamayan Zemzem Hanım Hakk’ın rahmetine kavuşur. Bir ömür boyu süren çile böylece sona erer. Nabi her gün bir iki nöbet İbrahim’e uğrar, canı kadar sevdiği arkadaşına bazen gerçek bazen uydurma haber verir. İbrahim, Zinnur’a mektup yazması için Nabi’den bir ricada bulunur. Nabi, hem arkadaşının durumunu anlatmak, hem de İbrahim’in sevdiceğine söylemek istediklerini yazar ve mektubu Ankara’ya yollar. Urfalı arslanların yılmaz hücumları karşısında nihayet düşman temizlenir, hür bir Urfa selamlanır. Şehre artık silah sesi değil, davul zurna sesleri, zafer şarkıları hakim. Bu büyük zaferi onları, yüreklerini dolduran vatan aşkı kazandırır. Düşman yurttan tamamen çıktı çıkmasına ama o dağ gibi yiğit (İbrahim) hala düzelemedi. Nabi’nin gönderdiği mektubun, Zinnur’un eline ulaşıp ulaşmadığından bile bihaberdir. İbrahim’in aklı iyice karışır; Zinnur’u gördüğünü, ziyarete geldiğini söyler herkese. Zinnur, hala Zeliha’nın gönderdiği mektubun etkisindedir. Çünkü İbrahim’in vatan uğruna şehit olmasını dilemektedir. Bir başka kadınla paylaşmak yerine, toprakla paylaşmayı yeğler.
Nabi’nin mektubu, Zinnur’a ulaşır. İbrahim’in o haline rağmen, her anının Zeliha ile geçmesine dayanamadığından onun şehit olmadığına üzülür. Bir taraftan sevdiğini paylaşmak istemediği için şehit olmasını isteyen İstanbul hanımefendisi Zinnur, diğer taraftan ayda yılda bir görmeye bile razı gelenekçi kız Zeliha. Ayrılan eller bir daha birleşemez. Zinnur İbrahim’e yoluna bakmasını, onu unutmasını içeren bir mektup yazar ve bu konu kapanır. Bu büyük gönül macerası böylece bitti sanırlar fakat yıllar, ardı sıra akıp gelir. Herkes kaderince yaşamaya devam eder.
Yıl 1938. Aradan 18 yıl geçer ve Nabi İbrahim’e verdiği sözü yerine getirmek için Zinnur’u arar fakat Zinnur biriyle evlenmiştir. Eşiyle birlikte yurtdışında yaşadığı için Zinnur’un izine ulaşmak hiç de kolay olmaz. Zinnur’un nerede yaşadığını öğrenir öğrenmez onu ziyarete gider: “Leylaklı Köşk.” Nabi, Zinnur’a kendini tanıtır ve Zinnur onu hatırlar. Nabi, “Affediniz, aziz pek aziz bir ölüye vermiş olduğum sözü yerine getirmeye kendimi mecbur hissettim.”
Zinnur buz gibi kesilir, “İbrahim öldü mü?” diye haykırır. Nabi ilk defa onun yüzüne bakar; en değerli arkadaşını 21 yıl hastane köşelerinde inleten kadına. “Aslında bakarsanız İbrahim bundan 18 yıl evvel ölmüştü, sizden son mektubunu aldığı gün. Fani vücudu ise, birkaç ay evvel ruhunu teslim etti.” Zinnur, “Nerede öldü?” Nabi, “Burada, Bakırköy Hastanesi’nde,” der. Zinnur gözyaşlarını tutamaz. Çünkü sevdiği insan ölmüş, hem de 21 yıl acı içinde kıvranarak. Buna hangi yürek dayanırdı ki? Devam eder sözlerine. “Zeliha’ya ne oldu?” “Zeliha mı?” “Evet, Zeliha, İbrahim’in nişanlısı.” “Demek bunu biliyordunuz.” “Zeliha bana mektup yazmıştı. Sizinkinden çok evvel onun mektubunu almıştım. Beni kalpsizlik ve vicdansızlıkla suçladı.” Nabi şaşkınlık içerisinde Zinnur’dan af diler. Çünkü canı kadar sevdiği arkadaşını üzdüğü için onun hakkında olumsuz düşüncelere kapılmıştır.
Nabi, “Peki mesut oldunuz mu?” “Elbette. Mesut olmamak için hiçbir sebep yoktu. İki çocuğum var. Dünyadaki en büyük aşk, evlat sevgisidir. Eşim ise, mükemmel bir insandır.” Nabi tam oradan ayrılırken Zinnur’un çocukları gelir ve Nabi onlarla tanışır. Tanıştıktan sonra hemen oradan ayrılır. Zinnur’un kızı masanın üzerinde duran Nabi’nin getirdiği mektupları annesine sorar. Zinnur şu cevabı verir: “Biraz önceki bey ortak arkadaşımızın vefat ettiğini, acı dolu bir hayat geçirdiğini, bunları da bana bıraktığını söylemek için buraya gelmiş. İleride büyük bir yazar olursan, bunlarda, romanından bahsedebilirsin.” İbrahim… Ölürken bile Zinnur’un ismini dilinden düşürmeyip onun hayaliyle gözlerini hayata yuman adam… Mesut öldü çünkü hala Zinnur vardı hayalinde. 21 yılını hastane köşelerinde inleyerek geçiren adam… Ruhun şad olsun, mekanın cennet olsun.