Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ekim '15

 
Kategori
Eğitim
 

Niye ağaç yok?

İlköğretim Müfettişliği görevime başladığımın ikinci haftası. Gezi amacıyla da olsa, Diyarbakır dışına çıkma imkanım olunca, çevreye açılmanın heyecanını yaşamaya başlıyorum. İlk otobüse biniyoruz. Çünkü gideceğimiz yer uzakmış. Otobüs, köy otobüsü işte. Yerler pek temiz değil. Fazla bir yolcu yok. Yol düz ama, beton değil, çağıl asfalt. Dolaysıyla, otobüs durmadan sallanıyor ve gıcırtılı sesler çıkarıyor. Ergani’ye kadar, bir yer dışında, ne yolun kenarlarında, ne de yakınlarda bir ağaç görebiliyorum. Hatta dere yataklarında, köylerde bile. İnsanlardan vaz geçtik. Yer yer rüzgar hiç mi ağaç tohumları getirmedi, diye düşünüyorum. Ergani’den sonra bitki örtüsü birden değişiyor. Daha doğrusu otların dışında ağaçlar görülmeye başlıyor. Ağaçlar içinde dikkatimi en çok üzüm bağları çekiyor. Ergani’den sonra Çermik ve Çüngüş’e, hatta barajın yönetim yerinin bulunduğu yere kadar ağaçlarla karşılaşıyoruz. Ergani’ye kadar neredeyse hiç ağaç yok. Oradan sonra üzüm bağları ve meyve bahçeleri ile karşılaşıyoruz. “Acaba, Ergani’ye kadar neden ağaç yoktu da buralarda var?” soruma, “Buralarda Ermeniler yaşamış,” cevabını alıyorum. Bu cevaba rağmen, Ermeniler ile ağaçlar arasında bir bağ kuramıyorum.

Teftiş için merkez köylerinden birine gidiyoruz bir gün. Köyün içinde, çay içtiğimiz evin önünde bir tek ağaç görüyorum. Köyde başka hiç ağaç yok. Gelirken köyün 200-300 metre yakınında bir üzüm bağı görüyorum. Köylülere, “Köyde hiç ağaç yok, fakat gelirken hemen şuracıkta bir bağ gördüm. Neden burada ağaç yok?” diye soruyorum. “Hocam o bağlar Ermenilerden kalmadır. Biz ekmedik,” diyorlar. Hiçbir şey diyemiyorum. Üzüm ağaçları yaşlıydı. Üstelik terk edilmiş ve hayvanlara otlak yapılmıştı. Üzümleri sadece hayvanlardan korumak bile, köyün yiyecek üzüm ihtiyacını rahatlıkla karşılardı.      

Yine bir eğitim dışı inceleme/soruşturma için diğer ilçenin bir köyüne gidiyoruz. Öğretmen ile hemşehri çıkıyoruz. “Hocam tatil yaklaşıyor, arabam var, memlekete birlikte gidelim,” diyor. Zafer Öğretmenin ısrarlı davranışı karşısında “Evet” diyorum. Gideceğimiz günü ve hareket edeceğimiz saati kararlaştırıp, köyden ayrılıyoruz.

Sabah evden alıyor beni Zafer Öğretmen. Diyarbakır ile Gaziantep arasında ilk kez gündüz yolculuğu yapıyorum. Şanlıurfa topraklarında iken birden bitki örtüsü değişiyor ve zeytin ağaçları başlıyor. “Galiba Urfa’yı çıktık,” der demez, Gaziantep il levhası görülüyor. Sınır levhasının olduğu yerde ne bir dağ, ne bir göl, ne bir akarsu vardı. Hatta susuz dere bile yoktu. Olsa olsa, dereye benzer, kışın yağmur sularının aktığı bir su yatağından bahsedilebilirdi. Bu durumu Zafer Öğretmene anlatıyorum ve o da hayretini gizleyemiyor.         

Abidin Öğretmenin, “Hocam, bu hafta sonu Mardin’e gidelim,” teklifini, uzun zamandır görmek isteyip de bir türlü göremediğim taş evleri görmek için hemen kabul ediyorum. Mardinkapı’dan dolmuşa binip hareket ediyoruz. Yanılmıyorsam, bir veya bir buçuk saat sonra yine birden bitki örtüsü değişiyor. Her taraf yemyeşil üzüm bağları ile dolu. “Abidin, üzüm bağları başladı, neden?” soruma, “Mardin topraklarına girdik Hocam,” diye cevap veriyor ve Mardin il levhası görülüyor. Burada, Şanlıurfa ile Gaziantep arasındaki kadar jeolojik bir engel de yok. Ova, hiçbir yükseklik göstermeden devam ediyor. Ama bitki örtüsü değişiyor. Bu durum karşısında, zihnimde bir soru daha oluşuyor.                 

Uzun yolculuklar, genellikle “Nerelisin hemşehrim?” diye başlar. Arkasından, “Nereye gidiyorsun, niçin gidiyorsun?” soruları gelir. Böylece yolculuğun sıkıcılığından kurtulunmaya çalışılır. Ben gündüz yolculuklarında konuşma yerine çevreyi seyretmeyi, izlemeyi severim. Gece böyle bir olanağım olmadığına hep üzülürüm.

Bu yolculuk da uzun sürecek ve epeyce sıkıcı geçeceğe benziyor. Çünkü yanımdaki adam ile aramızda epeyce yaş farkı var. Yolculuğu sıkıcılıktan kurtarma isteğimden çok, uzun zamandır zihnimi meşgul eden soruya cevap bulacağımı anlayınca, keyifle konuşmaya başlıyorum.

“Amca, ben sizin ve komşu ilin birçok yerini, hatta köylerini gezdim. Tarlalarınız uçsuz bucaksız. Ve taşsız. Dağınız da yok, taşınız da yok. Her taraf dümdüz. Topraklarınız susuz ama verimli. Köylerinizde hiç ağaç yok. Evinizin önünde de bir tek ağaç yok. Neden?” diye soruyorum. Amca, “Su yok da ondan,” karşılığını veriyor. “Akarsuyunuz olmayabilir fakat insan evinin önünde elini yıkadığı suyla bile bir ağaç yetiştirir. Evinizin önünde de bir tek ağaç yok. Neden?” deyince amca, ayaklarını altına alıp, bana doğru oturuyor ve başlıyor anlatmaya.

Bizim buralarda düşmanlarımız çoktur. Kan davası da vardır. Eğer ağaç ekersek, düşmanlarımız ağaçların arkasına saklanır, üstünde gizlenir. Bizi öldürür ve koyunlarımızı çalar. Ağaç ekmezsek, saklanacak, gizlenecek yer bulamaz. Böylece biz onu görürüz. Biz onun için ağaç ekmiyoruz,” diyor. Doğrusu böyle bir cevabı hiç beklemiyordum. Böyle şey olur mu, herhalde şakadır, yol uzundur, amca yolculuğu sıkıcılıktan kurtarmak için espiri yapıyor, diye düşündüm birara. Fakat amcanın yüzündeki ve anlatımındaki ciddiyeti görünce ben de inanmaya başladım. Amcanın şaka yapmadığını anlayınca, yarına uykusuz başlamamak için uyumaya çalışıyorum.

Ergani yakınlarında yeni oluşmaya başlayan bir köye stajyer bir öğretmen arkadaşı teftiş etmek için gidiyorum. Rahatsız olmama rağmen gidiyorum. Yeter ki arkadaşın stajyerliği tehlikeye girmesin diyorum. Akşam hapları çayla içip, fazla oturamadan hemen yatıyorum. Sabah uyandığımda epeyce rahatlamıştım. Sabah kahvaltısında neredeyse küçük ceviz büyüklüğünde yeşil, kara zeytinler yiyoruz. “Şimdiye kadar ben bu kadar büyüklükte zeytin yemedim,” deyince öğretmen, “Muğla’dan, memleketimden, kendi evimizden getirdim, hocam,” diyor. Zeytinlerin büyüklüğü karşısında şaşkınlığımın geçmediğini görünce, “Bizim memlekette zeytinler bu kadar büyük olur,” diyor.

Kahvaltıdan sonra sınıfa giriyoruz ve teftiş başlıyor. Öğleye kadar devam ediyorum. Bu arada, öğretmen stajyer olduğu için öğretim ve yöneticilik konusunda rehberlik yapıyorum. Öğrenci az olunca, işimiz öğleye kadar bitiyor ve öğretmenin evine giriyoruz. Kısa bir dinlenmeden sonra, köylünün birinin şehre buğday öğütmek için gideceği haberi geliyor. Hemen dışarı çıkıyoruz. Birkaç dakika sonra hazırım, hocam, diyor 30-35 yaşlarında, uzun boylu, ütülü pantolon, beyaz gömlekli ve saçı sakalı tıraşlı, ayakkabıları boyalı vatandaş. Köyde böyle bir giyim, hemencecik dikkatimi çekiyor. Biz arabanın yanında beklerken vatandaş, sırtında getirdiği torbayı arabanın bağajına koyuyor ve “Hocam, yalnız ücret biraz farklı,” diyor. Başka seçeneğim olmadığı bir yana, ben araba bulduğuma çok memnunum. Fazla ücrete de dünden razıyım. Fazla ücret ise iki yolcu ücreti. Dolaysıyla fazla sayılmaz.

Arabada iki kişiyiz. “Köy yeni kuruluyor, evler yeni yapılıyor fakat evlerinizin önünde ağaçlar var. Çabuk büyüsünler diye, bir, birbuçuk metre boyunda büyük fidanlar ekmişsiniz. Buraya gelirken, köylerde hiç ağaç görmedim. Sizin düşmanlarınız yok mu? Ağaçların arkasına saklanıp sizleri vurmazlar mı?” deyince, şoför vatandaş, ne demek istediğimi hemen anlıyor ve gülümseyerek, “Hocam bunlar boş inançlar. Biz artık bunlara inanmıyoruz ve gördüğünüz gibi evlerimizin önüne ağaç ekiyoruz,” diyor. Gülerek yola devam ediyoruz. Bir süre sonra yol bitiyor ve beni uygun bir yerde indirip, nasıl gideceğimi anlatıyor. 

Öğretim yılı başlarında, Pirinçlik taraflarında bir köye okul incelemesi için gidiyorum. Köyde damı örtülmüş bir veya iki ev var. Diğerlerinin duvarları yapılıyor henüz. Köylüler kıl çadır ve benzeri yerlerde yatıp kalkıyorlar. Damı olan bir odaya alıyorlar beni. Odanın henüz pencereleri takılmamış. Yerler ve iç duvarlar toprakla sıvanmış. O kadar. Bu kadar meşguliyetleri ve işleri arasında bile hemen çay demleyip, kahvaltı hazırlıyorlar bana. Ben her ne kadar istemesem de çaylar, peynirle birlikte bir tepsi içinde önüme konuyor.     

Kahvaltı sırasında, köylüler, “Köylerinin baraj altında kaldığını, burayı tüm köy olarak aldıklarını, önce bostan ekilecek yeri paylaştıklarını ve bostan ektiklerini, sonra tarla yapılacak yeri paylaştıklarını ve bu arada yağmurlar düşmeden evvel damlarını kapatmak istediklerini, bunun için çok çalıştıklarını” anlattılar. Çocukların da okuldan geri kalmamaları için bir dam yaptıklarını, söylediler. Ben de zaten bu damı görmek için gelmiştim. Evet, damda ders yapılabilirdi. Öğretmen ile de görüştükten sonra tutanağımı düzenleyerek köyden ayrılıyorum.

Daha bir ay bile geçmeden, yine bu köye okul incelemesi için görevlendirilme yazımı okuyunca, şaşırıyorum tabii. Durumu gidince anlıyorum. İzmir’den veya Ege taraflarından bir iş adamı köye okul yaptırmak istemiş. Bunun için gidiyormuşum. İkinci kez köye gittiğimde, neredeyse evlerin tümü bitmek üzereydi. Kapatılmadık dam kalmamıştı. Öğretmenle görüştükten sonra, köylülerin toplu olarak oturdukları evin önüne doğru yürüyoruz. Yolun kenarlarında ve evlerin önünde, bedenleri 8-10 santimetre kalınlığında, bir birbuçuk adam boyunda, dalları kesilmiş, çoğunluğu dutlardan oluşan ağaçlar görüyoruz. Bazı ağaçlar bahardaki gibi yeni yaprak açmış. Köylülere yaklaştıkça, insanlarda bir hareketlenme başlıyor. Ayağa kalkıyorlar. Bizi bekledikleri belliydi. Selamlaştık, hal hatır sorduktan hemen sonra, ciddi bir vaziyette, “Buraya daha dün geldiniz. Bir ay kadar önce buraya geldiğimde, bu ağaçların hiç biri yoktu. Bu ağaçları ne zaman ektiniz, ne zaman büyüttünüz!” diyorum.

Bana göre sol başta duran, uzun boylu, uzun kıvrık bıyıklı, şapkalı, ceketinin altından iç ceket giymiş 40-45 yaşlarında bir köylü, gülümseyerek, “Hocam ben sizin ne demek istediğinizi anladım. Biz Elazığ tarafından geliyoruz, biz ağacı severiz, biz onlardan değiliz,” diyor. Hep beraber gülümsüyoruz. Köylüler evlerini yaparken, ağaçlarını da ekmişler. Köyün her tarafı ağaçlarla dolmuş neredeyse. Buranın bir sene önceki, sadece bir düzlükten ibaret olan geçmişini bilen bir kişi, ikinci sene burayı tanımakta epeyce güçlük çeker. Çünkü ağaçları ile birlikte, ovanın üzerine bir köy kondurulduğunu görür.

Bir öğretim yılı sonuna doğru, köylerimize teftiş için gidecek farklı bir güzergah izliyoruz. Önce komşu ilin öğretmenevini arayıp konaklamak için yer ayırtıyoruz. Sonra Elazığ’da gittiğimiz gece kalıp, sabah gideceğimiz yere, nasıl gideceğimizi öğrenip, öğretmenevinden ayrılıyoruz. Köy otobüsleri gidene kadar biraz da Elazığ’da dolaşıyoruz. Hazar nahiyesine geldiğimizde iniyoruz. Şoför, köy çıkışına kadar bizi çıkarıp, gideceğimiz yeri tarif ederek yanımızdan ayrılıyor.

Beş on dakika kadar yürüyünce, köyün bakkal dükkanının önüne ulaşıyoruz. Ayak seslerimizi duyanlar, hemen kapıya geliyorlar ve müfettiş olduğumuzu anlıyorlar. Nereden anladıklarını biliyoruz: Ellerimizdeki çantalardan ve öğretim yılı sonu oluşundan. Biz de onların öğretmen olduğunu, giyimlerinden ve gençliklerinden sormadan anlıyoruz. Yine de usulen tanışıyoruz. Biraz sohbet edip, hemen yola düşüyoruz.

On dakika kadar yürüdükten sonra, köy bitiyor ve yeni köyün sınırları içine giriyoruz. Köy bitince, ağaçlar da azalıyor. Düzlük başlıyor. Okul görünüyor ve rahat bir nefes alıyoruz. Acaba ne kadar yol yürüdük, diye arkama bakınca, evlerin çatıları dikkatimi çekiyor. Çatıların tümü çinko kaplama. Toprak damlı çatı hiç yok. Bu köy, Elazığ’a bağlı. Bizim ilin/ilçenin (Diyarbakır/Çüngüş) köyünde ise çinko kaplı dam hiç yok. Müfettiş arkadaşıma da durumu anlatıyorum. Arada, susuz bir dereden başka doğal bir engelin bulunmadığı iki köy arasındaki bu farklılığın nereden, neden kaynaklandığını bir türlü anlayamıyorum. Buna rağmen, iller/ilçeler arasındaki bitki örtüsü gibi çatı örtüsü de farklılaşır, diye kendi kendime bir çıkarımda bulunuyorum.

(Bu köydeki bitki örtüsü öylesine canlı ve doğal ki, Kurtuluş Parkındaki ağaçlara hiç benzemiyor Safinaz.)               

Teftiş ya da inceme/soruşturma için gittiğim her okulda, okullarda, öğretmenlere, “Okulun bahçesine mutlaka ağaç ekiniz,” demek bir alışkanlık haline geliyor. Okulun bahçesinde ağaç olmayan öğretmenlerin raporlarına da “ağaç ekmelerini” yazıyorum. Öğretmenleri bazıları, “Hocam, ekeceğimiz ağaçlar yazın susuzluktan, bakımsızlıktan kurur, niye boşa emek sarf edelim?” diyorlarsa da ben, “Siz ekin, üstelik ağaçları çocuklara ektirin, onlar kurusun!” diye cevap veriyorum.    

Yine bir gün Pirinçlik tarafında, uçsuz bucaksız ovanın yüzünde bir köyün okulunun önünde boyları üç-dört metre uzamış, etrafa dal budak salmış, kocaman, yemyeşil çam ağaçları görünce, şaşkınlığım imrenmeye dönüşüyor. Öğretmene, “Bu ağaçları koyunlar kemirmedi mi?” soruma, “Hocam, bu çam ağaçlarını eken öğretmen, yazın tatile giderken, okulla birlikte, çam ağaçlarını da köy muhtarına zimmetlemiş ve zimmet kağıdının bir örneğini karakola teslim etmiş. Muhtara, ‘Bu okula ve ağaçların birine bir şey olursa, koyunlar ağaçları yerse, ağaçlar susuzluktan kurursa, sorumlusunu sen olursun ve cezalandırılır, hapse atılırsın. Ona göre,’ demiş. Komutan da aynı desteği sağlamış olmalı ki, muhtar, her yaz okulu ve ağaçları sürekli gözetim altında tutmuş, ağaçları korumuş. Sulamış. Okul bahçesine giren koyunları, hayvanları, kuzuları evinden koşa koşa gelip hemen çıkarmış. Kendi evine bu kadar sahip olmamış. Ağaçlar da böyle büyümüş işte,” diyor.

Kutlarım seni Öğretmenim. Keşke seni tanıyabilseydim. Sadece öğretmenlere değil, ağaç ile ilgilenen herkese seni örnek verip, örnek gösteriyorum. Adını ve adresini araştırıp bulmadığıma ise, halen pişmanlık ve üzüntü ve duyuyorum.

(Başarabildim mi bilmem ama meslek yaşamımda hep böyle güzel öğretmenler yetiştirmeyi düşledim Safinaz. Sen?)         

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..