Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '12

 
Kategori
Tarih
 

Atın önüne et, itin önüne ot…

Bir günü

Güzel  bir günü

Güneşli bir günü

Hiçbir şeye değişmem

Onun için savaşı sevmem

Onun için zulmü sevmem

Onun için yalanı sevmem.

Necati CUMALI

“İstihbarat, istihbarat”denir durur ya… Nedir istihbarat?..

Sözlük anlamı olarak “haber” sözcüğünün çoğuludur istihbarat. Yani “haberler” ya da “yeni haberler” demektir; Türkçesi.

Ancak gazetelerin, radyo ve televizyonların verdiği haberlerden bir farkı vardır “istih-barat”ın.

Öyle ya, bir farkı olmasaydı onlardan, ne diye onca masraflara girerek “istihbarat örgütleri” kursundu ki devletler!

Nitekim, bizim devletimizin de var, böyle bir örgütü. Adı “Millî İstihbarat Teşkilâtı”dır ki, bildiğiniz gibi, kısaca “MİT” diyoruz biz ona.

Geçmişte olduğu gibi, bugün de, başarılı her devletin, başarılı bir “istihbarat örgütü” vardır mutlaka.

Bırakın devletleri, ülkeleri; başarılı olmak isteyen kurumlar bile “istihbarat”a önem vermek zorundalar günümüzde.

Ben böyle bir örneğe, güzel bir örneğe rastladım, “Karanlık Sokakta Aydınlanma” adlı eserde.

Aksu Köy Enstitüsü’nün kurucu müdürü Talat Ersoy, bundan yetmiş yıl önce, 1940’ların başlarında, nasıl istihbarat yapmış bakın:

“Okulun tam karşısında bir kahve vardı. Bu kahve, arabacıların ve yolcuların durak yeridir. Uzun yollardan gelen arabacılar ve yolcular burada istirahat ederler. Ben, haricin Enstitü hakkındaki düşüncelerini buradan öğrenirdim. Kurulmaya çalışılan bir müessese hakkında söy-lenen sözleri işitmek ve bilmek kuranlar için çok kıymetlidir. Bu bakımdan sabah, öğle ve akşam üzerleri, hatta günün bütün saatlerinde Enstitü hakkında söylenecek sözleri zapteden Ali Kandil adında yaşlı, terbiyeli, güngörmüş bir adamım vardı. Bu şahsın Enstitü ile alâkası olduğunu okuldaki arkadaşlar dahi bilmezlerdi. Bu suretle ben Enstitü hakkında iyi kötü neler söylendiyse haberdar olurdum.

“Efkârı umumiyeyi kazanmak ve şüpheli görüşleri ortadan kaldırmak için kendime bir yol çizerdim. Bir gün şöyle bir haber aldım: “Okulda ders yok, hemen her gün, her saat iş var. Bu, boğazı tokluğuna çalışmak gibi bir şey, okumayan adam öğretmen olamaz.” Siz de pek âlâ bilirsiniz ki, Enstitülerde iş ve ders gören gruplar bunları sıra ile yaparlar. Okula mensup olmayan kimselerin bunu pek fark edemeyecekleri şüphesizdir. Çünkü sabahleyin yoldan geçenler, bahçede talebeyi çalışırken görüyorlar. Akşam dönüşlerinde de, yine bahçede çalışan öğrencileri görüyorlar. Bunlar değişmiştir, fakat yolcu işin farkında değildir. Ben bu vaziyeti talebeye ve öğretmen arkadaşlara anlattım. Talebeyi ziyarete gelecek ana ve babalarına ders ve iş gören talebeyi ayrı ayrı göstermelerini rica ettim.”

Müdür Talat Ersoy, istihbaratın önemimi bilmeseydi bunu öğrenemeyecek, önlemini de alamayacaktı. Dolayısıyla halk, gördüğünü gerçek zannedecek ve:“Böyle okul, böyle enstitü mü olur? Öğrenci her gün, sabahtan akşama kadar ya bina yapıyor, ya bahçede çalışıyor. Ders görmeden, bir şey öğrenmeden nasıl öğretmen olacak bunlar?”diyecek, bu söylenti kulaktan kulağa yayılarak Enstitüler için kötü bir propaganda olacaktı.

Ancak, Talat Ersoy ne yaparsa yapsın, kötü niyetliler yine de yapacaklarını yapmaktan geri durmazlar.

Bir gün, bir kız öğrencinin babası gelir, samimi bir edâ ile:

“Müdür Bey! Ben de pek eski kafalı değilsem de yine sizin şu dans dersiniz benim aklımı allak bullak ediyor. Bunu bir ortadan kaldırsanız, sizin için de iyi olacak.”der.

“Hangi dans dersinden bahsediyorsunuz Amca?”

“Hani kız-erkek oynanması mecburi bir dersiniz varmış, işte ondan…”

“Yok be amcacığım, böyle bir dersi daha başka mektepler bile programlarına koyamadılar. Bizim dans dersinden önce yapacak pek çok şeyimiz var. Bunu sen kızına sormadın mı?”

“Sordum ama çocuk belki bana gücenir diye doğru söylemez, onun için size sordum.”

“Bunu kimden duydun?”

“Geç Müdür Bey! Ağzı karanlık biri söyledi. Ben size inanırım.”

Müdür, bu sözün kimden çıktığını tahmin eder. Kimdir o bilir misiniz?

Enstitü’nün imkânlarından, haksız yere menfaat temin etmek isteği müdür tarafından engellenen köy muhtarı…

Muhtar, bu dedikoduyu durup dururken çıkarmamıştır ama. Yalan değil, iftira değil, bir gerçeğe dayanmaktadır söyledikleri!

“Nasıl?”diye sorarsanız, işte söyle:

Öğrenciler ve eğitmenler, her cumartesi akşamı bir eğlence yaparlar Enstitü’de. Davul zurna sesini duyan köylüler de katılırlar bu eğlencelere.

Öyle bir gecede kız öğrencilerden birkaçı, ilkokulda öğrendikleri rontları göstermek için izin isterler. Müdür de izin verir. O gece gelen köylüler arasında muhtar da vardır. Ve muhtar, özellikle kız öğrencilerin oyunlarından çok hoşlandığını söylemiştir müdüre.

Demek ki, neymiş efendim?

Gerçeğin ta kendisi değil miymiş, muhtarın “Enstitü’de kız-erkek oynanması mecburi dans derslerinin olduğunu” söylemesi!

“Yöneticilik”, dışarıdan en kolay işmiş gibi görünür ama gerçekte en zorudur işlerin.

İyi bir yönetici olmak için bilgi gerek, zekâ gerek, yetenek gerek…

Yetmez!..

En önemlisi sabır gerek…

Hiçbir zaman ve hiçbir durumda kızmamak, sinirlenmemek gerek.

İyice anlamadan, dinlemeden, gerçeğin ne olduğu adamakıllı araştırıp öğrenmeden karar vermemek gerek.

Gerçekten kolay değildir; iyi bir yönetici olmak. İster muhtar olsun, ister okul müdürü…

İster kaymakam, ister vali, ister emniyet müdürü…

Hele bir bakan, hele hele bir  başbakan!..

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Profesörü, aile dostumuz Nil Sarı, on yıl kadar önce, bir sohbet sırasında:

“-Yanlış yapıyoruz; çok yanlış yapıyoruz hem de.”demişti.

“-Neyi?”

“-Üniversite giriş sınavlarını…”

“-Ne bakımdan?”

“-Ülkemizin en zeki çocuklarını, tıp fakültesine alıyoruz maalesef!”

“-Neden yanlış olsun ki bu?”

“-Yanlış… İyi bir doktor olmak için, çok zeki olmaya gerek yok çünkü. Röntgen filmi,  emar, kan tahlili, idrar tahlili, nabız atışı vb. bilgiler önüne geliyor çünkü. Ve bütün bunları makineler yapıyor şimdi. Ve doktorun elinde formüller var: ‘Şu şöyle ise, bu böyle’diyor. Ya da “Bu böyle böyle ise, şu şöyle” diyor. Her şey apaçık… Teşhis koymak için de, konulan teşhise göre tedavi uygulamak için de tutulacak yol yöntem önceden belirlenmiş. Doktorun Amerika’yı yeniden keşfetmesi gerekmiyor yani. Çok üzülüyorum ben, en zeki çocuklarımızın doktor olarak harcanmasına!”

-Pekiyi, en zeki gençlerimizi hangi fakültelere göndermeliyiz sizce?” diye sormuştum da:

“-Sosyal bilimlere Hüseyin Bey, sosyal bilimlere…”demişti hiç duraksamadan.

“-Ya mühendislik?..”

“-Mühendislik de doktorluk gibi aynı. Formüller önünüzde, âletler önünüzde… Normal zekâlı bir insan, iyi doktor da olabilir, iyi mühendis de… Ama iyi bir sosyal bilimci, başarılı bir yönetici olmak için, iyi analiz yapabilecek bir zekâya sahip olmanız gerekir. Bunun için en zeki, en yetenekli ve en başarılı öğrencilerimizi sosyal bilimlere ve yönetici olmaya teşvik etmeliyiz mutlaka.”

“-Aileler de aksine ‘oğlumuz, kızımız ya doktor olsun, ya mühendis…’  diyor ama.”

“-Evet…  Ne yazık ki, yalnız anne babalar ve yakın akrabalar değil, öğretmenler de yanlış yönlendiriyor öğrencileri. Çocuklarımızı, Tanrı’nın en üstün yarattığı yeteneklerine göre değil de, olmak isteyip de olamadığımız mesleklere teşvik ediyoruz ki, elbirliği ile kendi bindi-ğimiz dalı kesiyoruz böylece.”

 “-Atın önüne et, itin önüne ot koymaktan farkı yok; desenize yaptığımız işin.”demiştim de:

“-Aynen öyle, aynen öyle!..”diye onaylamıştı beni.

“İstihbarat” dedik, nerden nerelere geldik.

1940’larda bir Köy Enstitüsü Müdürü bile istihbarata önem verir, ona göre önlemler alırken, 27 Mayıs, 12 Eylül, 12 Mart ve28 Şubat öncesi ülkeyi yönetenler, onca imkân varken ellerinde, neden gereken istihbaratı yapıp da darbeleri önleyemediler dersiniz?           

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..