Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Haziran '12

 
Kategori
Kitap
 

Kurdeleyi kim kesmeli

“Bir yazan olsa, benim hayatım roman!..”der ya halkımız, gerçekten de, yazılsa, her insanın hayatı bir romandır aslında.

Hele hele çocukluğundan başlayarak nice acılar, sıkıntılar çekmiş, nice zorluklara katlanıp nice engeller aşarak hayallerini gerçekleştirmiş insanların hayatları…

Böyle bir kitap var elimde, kaç gündür; adı “Kara Çadırdan Aksu Köy Enstitüsüne”…

Aksu’dan öğretmenim Mustafa Şanlı’nın eseri…

Ancak,  “roman” değil de “anı” türünde yazmış öyküsünü, Şanlı Öğretmen.

Siz ister roman deyin, ister öykü, ister anı…

Şu ya da bu olmuş anlatım türü, ne fark eder!

Önemli olan, nasıl söylediğinden çok, ne söylediği…

Doğrusu ya, ben çok rahat okudum bu eseri.

1950’li yılların ikinci yarısında, sınıfımızdaki ilk dersinde “Ben Yörük’üm.” demişti. Bu sözü, O’na karşı bir yakınlık duymama yol açmıştı hemen.

Hayır, ben Yörük değildim. Yerleşik bir köylü çocuğuydum ben. Yoksulduk ama bir evimiz, hayvanlarımız, bağımız, bahçelerimiz vardı.

Yörüklerinse yalnızca hayvanları…

Demek ki öğretmenim, benim ailemden bile daha yoksul, daha güç koşullarda yaşayan bir ailenin çocuğuydu.

Ve bunu saklamıyor, gizlemiyor, göğsünü gere gere söylüyordu; çekinmeden.

Başka arkadaşlarımı bilemeyeceğim de, bu sözüyle yakalamıştı beni bamtelimden.

Üstelik, Türkçe ve edebiyat derslerimize giren öteki öğretmenlerden farklı olarak gazete, dergi, kitap okuyan bir öğretmendi.  Bu yüzden kendisinden çok yararlanacağımı zannettim ama sonuç hiç de umduğum gibi olmadı nedense.

Nedense dediğime bakmayın siz, biliyorum ben nedenini!..

Ne müdürümüz Enis Türköz’ün sevgiyle yaklaşımını görebildim ben Şanlı Öğretmen’de, ne Musa Okay öğretmenimin yumuşaklığını…

Ne Ahmet Tuncer, Şenay Can, Rıfkı Can veZeliha Karakapıcı öğretmenlerimin hoşgörülü davranışlarını görebildim, ne Hasan Atalay, Perihan Atalay veAhmet Akalın öğretmenlerimin güven telkin eden duruşlarını…

“Misafir umduğunu değil bulduğunu yer” atasözünde olduğu gibi, “öğrenci de umduğunu değil, bulduğunu alır” öğretmeninden.

Ne olursa olsun, Mustafa Şanlı “öğretmenimdir” benim. Umduğumu bulamamış, umduğumu alamamışsam O’ndan, bu benim yeteneksizliğimi gösterir yalnızca.

Gelelim şimdi, Mustafa Şanlı öğretmenin “Kara Çadırdan Aksu Köy Enstitüsüne” adlı eserine:

Yeni Kuşak Köy Enstitülüler  Derneği’nin yayınların arasında yeni çıkan büyük boy 303 sayfalık bu kitap, öğretmenler ve öğretmen adaylarının mutlaka okumaları gereken bir eser!..

1930 Antalya Başköydoğumlu yazarımız, yazın yaylaya, kışın sahile göçen Yörük (göçer) bir ailenin çocuğudur. On yaşına geldiği halde, hâlâ okul ve öğretmen yüzü görmemiştir. Yayladan sahile, sahilden yaylaya göçerken, yolları üstündeki köylerde gördüğü köy çocuklarına imrenir.

Öyle ya, onlar kendisi gibi keçi kılından yapılmış çadırlarda değil; ocağı, sobası, mutfağı, banyosu olan evlerde, “konaklarda” yaşıyorlar.

Neden ve nasıl olmuşsa, göçerlikten vazgeçen aile Korkuteli’ye yerleşir. Ve böylece, on yaşlarına gelmiş “Yörükoğlu Mustafa” da okula gitme olanağına kavuşur.

İkinci Dünya Savaşı başlamasın mı bu sıra? Baba Ali Efendi askere alınır ikinci kez.

Dört kardeşin en büyüğüdür Mustafa… Bundan sonra, ailenin reisi olarak çift çubuk işleri ondadır artık…  Annesiyle tarlada, öküz ardında, elinde saban ama aklı fikri okulda…

Ancak öğretmeni Hatice Hanım anlayışlıdır. “Niçin kaç gündür okula gelmedin?” diyerek onu azarlayıp döveceğine: “Bakın çocuklar, arkadaşınız bu yaşta çift sürmeyi öğrenmiş, bir de annesine öğretmiş.” deyip alkışlatmasın mı O’nu sınıfta!

Hele hele birkaç ay sonra “doktor” sözcüğünü herkesten önce yazınca sınıfta, bir kez daha alkışlatınca öğretmen, Allah’ını seven tutmasın artık Mustafa Şanlı’yı!

Karnesinde bütün dersleri “Pekiyi”dir elbet. Ara sıra evlerine götürür arkadaşları. İlk kez çay içer, bir arkadaşının evinde. Bir başkasında ilk kez pirinç pilavı yer. Hele hele bir arkadaşının anası “Yörük çocuğu” Mustafa’yı öpmesin mi?

Bu sıcak ilgi, nasıl sevinçler yaratır O’nun yüreğinde, tahmin edemezsiniz.

Yazın tarlalarda, harmanlarda çalışıp kışın okuyarak ilkokul son sınıfa geliverir kahramanımız. İyi de okul bitiyor; sonra ne olacak? Yıl 1945’tir; Antalya gibi turistik bir liman kentinin ilçesidir Korkuteli ama ortaokulu bile yoktur henüz.

Ortaokul Antalya’da vardır ama yoksul ailesi nasıl göndersin O’nu Antalya’ya?

Ne yapacağım, nasıl yapacağım; diye düşünüp dururken, Karataş köyü eğitmeni Bekir Efendi’den, Karanlık Sokak denen Antalya yakınında bir yerde Aksu Köy Enstitüsü diye yatılı

bir okul açıldığını öğrenir.

Tek çıkış yolu bu olduğuna göre hedef bellidir artık! Sorulur, soruşturulur ve yola çıkılır; Ekim 1945’te.

Bir işçinin günlüğü, elli kuruştur o günlerde. Korkuteli’den Antalya’ya otobüsle gidiş altı lira…

Dağlar arasından kestirmeden yaya gitmek varken, 70 km yola verilir mi onca para?

Öyle ya, “altı gayma”, bir yıllık okul harçlığı demek…

15 yaşındaki Mustafa, ilk kez denizi, ilk kez Antalya’yı ve ilk kez elektriği görür bu yolculuk sonunda.

Antalya’dan Aksu’ya yine yaya giderken, yolu sorduğu bir arabacı “gel” deyip alır O’nu at arabasına. Okula vardığında, korku ile karışık bir heyecanla titremeye başlar: Burası adı üstünde Köy Enstitüsü… O ise ilçede okumuştur. Ya, “Sen köylü çocuğu değilsin” deyip almazlarsa?..

Dosdoğru müdüre gidilir. Sorular sorulur, cevaplar not alınır. Sonra gerisin geriye aynı yollar tepilir. Giderken bir umut vardır içinde, dönüşte sadece korku…

Ya çağrılmazsa?..

Yaklaşık iki ay, yüreği ağzında bekler. Ve bir gün beklenen mektup çıkagelir. Çağrı yazısıdır gelen.

Biri kız, üç köylü çocuğu ile birlikte Aralık 1945’te ver elini Karanlık Sokak, ver elini Aksu!.. Okulun verdiği yeni giysiler içinde bambaşka biridir artık…

Oh be,  Aksulu olmuştur; öğrenci olmuştur! İş yapmak, taş taşımak da korkutmaz O’nu, dersler de, sınavlar da…

İlk hafta sonunda, öğrenciler başlarında öğretmenlerle toplanır meydanda. Söz alan öğrenciler, geçen bir hafta üzerinden müdürü, öğretmenleri, öğrenci başkanlarını serbestçe eleştirirler. En son müdür söz alır. “Eyvah!.. Şimdi, o eleştirenlere çok kızacak müdür” diye korkar Şanlı ama Müdür Halil Öztürk, aksine, eleştiren öğrencilere teşekkür ederek gereken önlemlerin alınacağını söyler.

İkinci haftaki toplantıda müdür bir duyuru yapar:

“Öğretmen ve öğrenci arkadaşlarım!

Genel Müdürümüz İsmail Hakkı Tonguç’tan buyruk geldi. Hepiniz çok dikkatli dinleyin. Öğrencilere dayak atmak kesinlikle yasaktır. Bir öğretmen, bir öğrenciye dayak atarsa, aynı karşılığı öğrenci de yapabilir. Öğrencinin karşı koymak hakkı doğar.”(*)

Hayret ki, hayret!..

Bu ne biçim bir okul?.. Bu ne biçim bir müdür?..

Genel Müdür Tonguçböyle bir emir gönderse bile, bunu bütün öğrenci ve öğretmenlerin bulunduğu bir toplantıda açıklamanın ne gereği var?

Pekiyi, “cennetten çıkma” dayak olmazsa, onca ananın doğurduğu 800’den fazla “veled”in nasıl hakkından gelecek, on beş-yirmi öğretmen?

Allah aşkına, kimden yanadır; bu Genel Müdür?

Neden öğretmenden yana değil de “domuzdan yana”dır ki?

Nitekim, benim çok iyi bildiğim 1955’lerden bu yana, bırakın herhangi bir genel müdürü, onca Milli Eğitim Bakanı, onca Adalet Bakanı, onca Başbakan’dan biri bile, böyle bir emir vermeye cesaret edemedi!

İyi ki, Tonguç bu emri verdikten kısa bir süre sonra, Genel Müdürlük görevinden uzaklaştı-rılır da “okulların anarşiye sürüklenmesi” önlenmiş olur!

Bu yazıyı Mustafa Şanlı öğretmenimin bir “anı”sını özetleyerek bitireyim:

Şanlı, üçüncü sınıfa geldiğinde iyi bir yapı ustası olmuştur artık. Yatakhaneler, derslikler tamamlanmıştır da bütün öğrencileri alacak bir salon yoktur henüz.

Öğretmenlerle birlikte çalışılıp bir plan yapılır önce. 52 metre boyunda, 18 metre eninde,

6,5 metre yükseklikte çatısı karkas bir yapı olacaktır bu. Yapımına 1947’de başlanır, 1948’de tamamlanır.

Hem yemekhane, hem de sahnesi olan bir gösteri salonu olarak yapılır. İlk yemekten önce bir açılış töreni gerekmez mi? O sırada müdür Tahsin Burdurlu’dur. Kısa bir söylevle bu eseri ortaya koyan öğretmen ve öğrencileri kutlayıp bir kız, bir erkek öğrenci ile bir öğretmen ve bir yapı ustası çağırır kürsüye. İnşaat öğretmeni Kerim Güner’e verir mikrofonu müdür. Öğretmen: “Bu eser hepimizindir” deyip kurdeleyi kesmek üzere makası müdüre uzatır. Tahsin Burdurlu: “Biçki-dikiş işlerimizi kızlarımız yapıyor. Makas onların eline yakışır” deyip kız öğrenciye kestirir kurdeleyi.

Nasıl sevmezsiniz siz Kerim Güner gibi öğretmenleri; Halil Öztürk, Tahsin Burdurlu gibi müdürleri, İsmail Hakkı Tonguç gibi genel müdürleri!..

Okumanızı isterdim sizin de “Kara Çadırdan Aksu Köy Enstitüsüne” adlı bu eseri.

(*) Kara Çadırdan Aksu Köy Enstitüsüne (Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları)

    Mustafa Şanlı, Nisan 2012, 304 sayfa

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..