Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mayıs '12

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

AÜTF 84-Gavur(!) İzmir hıdrellez buluşması

AÜTF 84-Gavur(!) İzmir hıdrellez buluşması
 

Bu sadece o an kareye sığabilenler


Buluşmamızın hazırlıkları için ilk toplantımızın ardından, Halukum “Buyrun işte program” diyerek grup postamızdan  bilgilendirmişti bizleri, ille de konuklarımızı.

“ 1. Cuma akşamı hepimiz meşgulüz, ne isterseniz yapın.

  2. Cumartesi sabah otelde kahvaltı ( ama berbatt olabilirmiş).

  3. Cumartesi akşama kadar hepinizi sokağa salacaz, kim sağlam kalacak göreceğizz.

  4. Cumartesi akşam  kumru + rakı, sonra aldığımız dansöz kıyafetleri kime uygun gelirse o giyip Allah kerim

  5. Pazar sabahı kalkabilirseniz kahvaltı, yoksa uçakta yemek yersiniz artık.

  6. Sakın bi daa İzmir'e geleni........... demeyin, yaşancak bi burası kaldı çünkü.

  7. Dün akşam içten, kaygısız, sohbeti bol yemeğimizi görünce anladınız siz onu.......”

Programı görünce dayanamayıp, heyecanla günleri geri saymaya başlamıştık. Her güne bir türkü, şarkı hatta senfoni bularak; beş gün kala meselâ “Zeynebim Zeynebim allı Zeynebim/ Beş köyün içinde şanlı Zeynebim” diyerek bitirmiştik günleri. Aslında 5+1’di kalan gün, “Kaç gün kaldı” tartışmalarının sonunda böyle bir çözüm bulunmuş; bir gün önce gelecek arkadaşlar da unutulmamıştı, geri sayım sorumluluğunu yüklenen Bahar tarafından.

Onlar öte yandan, biz bu yandan şarkılarla, türkülerle bitirdik günleri ve ilk konuklarımız aydınlık şehrime ayak basar basmaz, Halukum karşıladı onları. Ben de bir heyecan, telefonla aralarına katılırken, Halukumun “Oğuzlar da gelmek üzere” dediğinin anlamını bile sonradan kavradım. Cumartesi sabah geleceklerdi, programa dayanamamışlar.:)

Buluşma yerimiz, konuklarımızın çoğunun kalacağı Kordon Otel’di.  Konuklarımızın her biri için ayrı ayrı  hazırlanarak odalarına konmuş sürprizlerimizi ilk gören onlar oldu. Mavilerle yazılmış “hoş geldiniz” yazılarımız,  “84 AÜTF-Mayıs 2012-İzmir” yazılı beyaz şapkalarımız, geçmiş buluşmalarımıza ait resimlerimizin olduğu  Cd’lerimiz… Ve yüreğimiz.

İş çıkışı koşarak gittim yanlarına, yani gidiyordum. Telaşla unuttuğum zarfları almak için yarı yoldan geri döndüm, biraz da taksiciler kazansın değil mi?

Konuklarımızla  kucaklaşırken geliverdi Oğuzlar da ve hep birlikte Alsancak’ta akşam yemeği için düşündüğümüz yere doğru yürürken, Ankara’dan gelenler bizden önce ulaşmışlardı. Memleketimin o güzel  zeytinyağlı yemekleriyle gecenin tadını çıkarırken, hangi çorbayı içeceğimizi bilemezken, bize de sürprizler vardı. Halukum: “Asla giymem FB formasını” diyordu bir GS’lı olarak. Neyse ki FB’li olan  Oğuzum çıtırımın uzattığı paketten çıkan forma değildi.  Sürprizlerden payımı almış, aklım sohbette kalmış, kalktım. Bugünden yarına yetişebilmenin derdindeydim.

Ve yarın!..        

Kemal Sunal filmlerinden kalma bir hoşlukla, Halukumla kendimi  oymak başı yerine koyup yaptırttığım, şapkalarımızın tersine mavi üzerine beyazla “84 AÜTF-Mayıs 2012-İzmir” yazılmış tişörtümü geçirip sırtıma,  kuaförümden, gevrekçime,  bakkalımdan, komşuma… herkeslere “84 buluşmamıza gidiyorum”   diyerek ve mavilerimi bulaştıra savura düştüm yollara. Aziz Kocaoğlu’nun bana tahsis(!) ettiği otobüsle otele ulaştığımda kahvaltıdaydı arkadaşlar ki yeni gelenlerle çoğalmıştık; kucaklaştıkça daha da çoğaldık, çoğaldıkça kucaklaştık. Ardından, kordonumuzun simgesi kaldırımımızda, kaldırımlarımızın resimlendiği, buluşmamıza katılan bütün arkadaşlarımızın isimlerinin olduğu birer hediye; tişört aldık; Halukumla ben; Vuslat’tan. “Yarın giyeriz” dedik, üzerinde isimlerimizi arayarak. Ve masa sandalyelerle birlikte kâh oturup kâh kalkarak, “Aaa, kim gelmiş” nidalarıyla sarılıp sarmalayarak çoğaldıkça çoğaldık.  Gülüşlerimizi kaydeder gibi, gülen minik yüzler yapıştırdım herkeslere; yüzüne, bağrına, cebinin üzerine…“hangi rengi istersin” diyerek. Yetişemediklerim, çocuklar gibi geliyordu az sonra ve birazcık sitemle “Bana gülen yüz takmadın?” diyorlardı. Yoo, etraftakileri rahatsız(!) etmedik, vallahi de billahi de. Ama az sonra, şehir içi tur yapan üstü açık otobüslere binip gittiğimizde ardımızdaki ıssızlıktan ürktüklerinden eminim.

Ve o arabalarla şehrimin bildiğim caddelerini,  sokaklarını, Agorası’nı gezerken, kaldırımdaki hemşerilerime el sallamalar mı istersiniz, “hello” diyenlere “merhaba” demeler, şapka sallamalar mı ki herkes  şapkasını takmıştı; aydınlık şehrimin güneşinde iyi de olmuştu,  yan yana gelince kırmızı ışıkta ya da sollarken diğerimizi,  resim çekmeler mi, bir oraya bir buraya oturup poz vermeler mi, değil fakülte yıllarına “çocukluğumuz” a dönüvermiştik. Ah ah, çocukluğumuz demişken, annelerimizin kaş göz etmesine gerek kalmadan misafir şekeri ve hem de Tariş marka kolonya  ikramımız bile vardı.

Sonra, Hisarönü sokaklarında kaybolduk hep birlikte. Karnımızı doyurup yeniden aynı kaldırımda buluşmadan önce, en azından bazı arkadaşlarımızla Şükrü’nün yerinde; fincanda pişen kahve içmeyi de unutmadık. Güllerle karşılandık otobüsü beklerken;  erkek arkadaşlarımız biz kızlara  kırmızı güller almıştı. Otobüs gelene kadar, güller, arkadaşlar ille de o kenardaki tahta sandalyelerle resimlendik yine. Ve ikinci turu aynı coşkuyla sürdürüp, Alsancak limanından dolaşarak kordona geldik. Ardından gecemizin hazırlığı ki kuafördü, mavi ojeydi derken ben nerdeyse en son ulaşabildim.

Alsancak Meyhane’nin en üst katı bize ayrılmıştı ama  yetmiyordu neredeyse. Öyle kalabalık, öyle heyecanlı, öyle coşkuluyduk. Ben bir de katılacaklarından haberdar olmadıklarımın ismini öğrenip zarflara yazarak “Hoş geldin” notumuzu verme telaşındaydım. Ve Halukumun biz bize dertleşme de içeren açılış konuşmasına mavi mavi eşlik edereken, arada dayanamayıp onun hazırlık için yaptıklarından ötürü edindiği sıfatı; “Baba” , dillendirdim. Ardından kızı anlattı onu ve…

Ve haydi buyurun gecemize!..

Yemekler yendi, içkiler içildi, kadehler kaldırıldı…. mı bilmem. Bildiğim, sevgimizle ışımıştı gece; birbirine  “merhaba” diyen, bir köşede anılara dalan, sen kimdin, hangi gruptaydın, bu oğlum, bu kızım, eşim… diyen diyeneydi. Ve ardından bütün sıfatları bırakıp, şarkılara ayak uydururken, el çırparken bulduk kendimizi. Oynadık, oynadık, çökertmesiz ve zeybeksiz olmazdı onları da oynadık. Dansöz mü önce çıktı, Vuslat’ın doğum gününü mü önce kutladık hiç anımsamıyorum. Bildiğim kalabalıkların ortasında, bir sandalyeye çıkmış, kendisine uzatılan pastasının mumlarını söndürüyordu doğum günü çocuğu. Hediyesi; Şirine’yi ne zaman eline tutuşturduğumu da bilmiyorum.. Bildiğim oynayarak, alkışlarla doğum gününü kutlamıştık.  Bildiğim; dansöz kıvrak hareketlerle masadan masaya çıkıyordu; pembuşlarını savurtarak.

Ve şarkılar… Ah o şarkıların gözü kör olsun dedirten şarkılar. Deniz’in söylemesi yetmedi,  eklendikçe eklendik yanına, sağına soluna, karşısına, hep birlikte, kol kola, omuz omuza, yürek yüreğe saatlerce şarkılar söyledik! Biz söyledik, onlar yüreğimize dokundu, onlar yüreğimize dokundu biz şarkılar söyledik.  Hatta bir ara Deniz’i de bir kenara bırakıp, bayılıp(!) ayılınca şarkıcı olan Gülden’imizin şarkılarına eşlik ettik. Sadece şarkıcı değil, beste ve güftecilerimiz de vardı. Sevgili Adnan uduyla çaldı, söyledi günleri geri sayarken bestelediği 84 Marşı’mızı, biz de dilimizin döndüğünce katıldık.

Eh arada oturduk ve fırsat buldukça hazırladığımız seremonilerimizi gerçekletirdik; Halukum kızlara ben erkeklere mavi boncuk taktık; nolmaz nolmaz nazarlara gelebilirdik; az buz değil seksen dört kişiydik. Belki bir-iki eksik ama olsun, 84lüydük 84 saydık.  Hıdrellez için mavi ki kırmızı demişlerdi ama alan ben olunca mecburen mavi, minik, pırıltılı keseler, renkli kağıtlar dağıttım dileklerini yazıp gül dalına assınlar ve olsun diye. Az sonra masalarımızdaki güller dileklerimizi içeren mavi keselerle dolmuştu. Ve mavi mavi masmavi maniler... Nedense herkesin manisi ya izmirli ya da İzmir'e yazılmıştı. Benim parmağım yok bu işte, tesadüf (!)işte; vallahi de billahi de!..

Gece yarısını geçeli saat olmuş, farkına varan kim ya sahile de çıkılacak hem de mekân kapanacak. Ardımıza baka baka,  şarkıların nağmelerini bıraka bıraka çıktık. Sahile indik inmesine ama gitmem gerek, gözüm ateşten atlayanlarda, ayaklarım geri geri gitse de, otele uğrayıp bıraktıklarımı almak, eve gitmek ve ertesi sabah erkenden gelmek gerek. Hele arkadaşım Tuncay’ım “seni bırakırız” demişken.

Uyumuşum, güzelliklere, şarkılara ille de arkadaşlıklara sarınıp… Bi uyku ki derin ve mavi, mümkünsüzü mümkün yaptı,  erkenden kalktım.

Boyoz festivalimiz vardı, hem de ilk kez yapılacaktı. Otobüste annelerinin elinden tutmuş festivale giden çocuklara gülümsedim. Otele ulaştığımda kahvaltılar bitmek üzereydi. “Bu ilk mutlaka görmeliyim, otobüsümüz ne zaman kalkıyor?” diyerek, yanıma kattığım birkaç arkadaşımla, Alsancak’a yürüdük; sağımızda solumuzda  akın akın yürüyenlerle. Baktım olacağı yok, “Boyoza sahip çıkan İzmir’e de çıkar” diye diye kendimi iyi hissettiğim kalabalıkları yarıp geçsem de geri dönmem saatleri bulur; kalabalıkları resimleyip döndük.

Kucaklaşıp uğurladık gidenleri, az sonra gidecekler de bizi uğurladı ve bir otobüs çıktık yola. Kordon, Konak, Mustafa Kemal Sahil bulvarı  derken, yürüdüğüm yollara gelmişiz de,  kıyısına oturduğum köprünün altından geçiyoruz ki Halukum Çeşme’den önce ziyaret edeceğimiz, DEÜ Tıp Fakültesi’nin bahçesinde, adına anıt dikilen, kaybettiğimiz doktor; Ersin Arslan’ı anımsatıyordu.

Uğradık… Ve aklımızda…. Yürüdük.

Çeşme’deyiz. Marinada, yoldan geçenlere takılmalar, mağazalar, ayrılıp, kaybolmalar, buluşmalar derken biz bize  Tuzu Biberi’nin üst katındayız; resimlenmeler, yemek yemeler, bira içmeler, ille de andacımıza; kendimize bakmaların ardından yeniden otobüsdeyiz ki nerdeyse beni bırakıp gidiyorlardı. Ne yapayım sevkılım; “seni seviyorum” yazmış duvara son anda gördüm, resim çekilmesem olmazdı. “Ne zaman indin, şimdi burdaydın”  diyorlardı.

Ardından Alaçatı,  sokaklar, sakızlı kurabiyeler, sakızlı dondurmalar,  dondurmalar, ille de Sarperim çakma profesörümle birlikte yenen sakızlı muhallebiler. İnce belli bardakla içilen çaylar, şekerli, az şekerli kahveler… Ve Alaçatı sokaklarında arkası yarın tadında Emel ve güseller güseli Sevinç teyze ile yapılan geçmişe dönüşler...  Geçmiş demişken sabah bir arkadaşım yanıma yaklaşıp “Fakülteden seni tanıyamadım, üzüldüm tanımadığıma, arkadaşlara sordum, onlar da tanıyamadı” dedi. Kendime ara verdiğim  yıllarımı anımsayıp gülümsedim: “Sizin tanımadığınız bir şey değil, ben kendim kendimi tanıyamıyordum” dedim.

Giderken, dönerken; şarkılar gırla giderken,   el çırparken, söylerken, çökertmeye dayanamayıp, otobüsün koridoru boyunca, Süha Şen’imle diz çökerken… Zaman geçmez mi? Hem de su gibi akıp geçti. Havaalanına uğrayıp uğurladığımız arkadaşlarımızın ve evlatlarının ardından eksildik kaldık.   Bir gün önce dolup taşırdığımız kordonda, gidenlerin ardından mahzun oturduk bir süre ve biz de eksildik giderek.

Bakmayın anlattığıma; sadece yaşanırdı. Ve yeniden, biz yapsak bile, böyle bir toplantı bir daha yaşanmaz.

“Sizler birer "şarkı," birer "şiir"diniz biz sadece birlikte okumak için zaman ve zemin hazırladık”

Katılanlar, katılamayanlar, aramızda olduğunu hissedenler; yine, yeni, yeniden buluşana kadar; sevgili arkadaşlarım, 84 sevdalılarım sağ olun ve var olun!..

Aydınlık şehrimden, sevgilerimle…

Not: İlk kez ve belki de son kez bu kadar uzun bir günce yazdım; okuyunca anlamış olmalısınız; daha da kısa anlatmak yaşadıklarımıza haksızlık olurdu; yani mecburdum :)

 

 

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..