- Kategori
- Futbol
Ava giden avlanınca...

Mustafa Denizli'nin kredisi iyice azalmış görünüyor.
20.haftanın önemli derbisinde puanlar oynanan futbola göre kurul kararıyla dağıtılsa Beşiktaş’ın hanesine şüphesiz 3 puan yazılırdı. Hafta içi bu maça ilişkin kaleme aldığımız yazımızda sahada 4-4-2 gibi dizilse de esasen 4-3-3 oynayan Trabzonspor’un pres gücü yüksek orta sahalara karşı zafiyet gösterdiğini söylemiş, beşli bir orta saha yapılanmasının bordo-mavili takımı bozabileceğinden bahsetmiştik. Hatta 10 numarasız oynayacak Beşiktaş’ın rakibinin üçlü bloğunu çok daha sert şekilde baskılayabileceğini iddia etmiştik. İnönü Stadında takımlar sahaya çıkarken elbette ilk baktığımız teknik adamların on bir seçimleri oldu. Trabzonspor bilinen kadrosu ve bilinen şekliyle maça başlarken, Mustafa Denizli takımını 4-2-3-1 biçiminde sahaya sürmüş ancak Yusuf’tan vazgeçmemişti.
Gerek ilk yarı gerekse de maç geneli için yapabileceğimiz en önemli tespit siyah-beyazlı takımın rakibini ezici bir baskı altında tuttuğu olur. Başlama düdüğünden Trabzonspor golünün geldiği 29.dakikaya kadar beyaz formalıların Beşiktaş olduğuna inanmak için gözlerimizi ovuşturmak zorunda kaldık. Gerçekten de Beşiktaş “Beşiktaş gibi” oynamayı 20. haftada hatırlamıştı. Hatta “Birkaç sezondur izlediğimiz en organize ve en baskılı Beşiktaş takımı sahadaydı” diyenlere de zerre kadar itiraz edilemeyeceğini düşünüyorum. Buna karşılık Trabzonspor, yıldızlarını kendi dişlileri arasından çıkarttığı ve zaman zaman Yattara’nın parlamasıyla etrafına ekstra ışık saçtığı o taş gibi takımını sahaya sürmüştü. Bordo-mavili takımın yine en büyük kozu mücadele ve yardımlaşmaydı. Beşiktaş’ın böyle bir Trabzonspor’u neredeyse 90 dakika bunalttığını düşünürseniz 1-1’lik beraberliğe karşın siyah-beyazlılara düzdüğümüz övgüler mantıksal bir temele oturacaktır.
Peki, ne oldu da anlattığımız şartlar altında maçı farklı kazanması gereken Beşiktaş beraberliği 79.dakikada Bobo’nun kafasından yakalayabildi? Aslında sorunun cevabı basit. Bireysel kalite ve kazanma hırsı bakımından rakibinden daha üstün taraf olan Beşiktaş, takım oyunu ve bu oyun tarzının gerekleri konusunda çok daha gerilerdeydi. Örneğin Serdar Özkan’ın boştaki arkadaşını bulmak yerine attığı her çalımın “bonus” kazandıracağı zannıyla kaptırdığı toplar ya da uzun yıllardır oynadığı her takımda “ağa da benim paşa da” modunda takılan Yusuf’un verimsiz çabaları Beşiktaş’ın hızını kesen önemli problemler. Oysa Trabzonspor, Beşiktaş’a göre mütevazı sayılabilecek kadrosuyla elden geldiğince total futbol örnekleri sunmaya devam ediyor. Baktılar ki Yusuf soluğu Beşiktaş’ta aldı, Gökhan Ünal’ı golle buluşturacak ara pasını atmak da sol bek Cale’ye düştü. Bordo-mavili takımı takip edenler bilirler bu tür pasları zaman zaman Selçuk, Colman, Umut ya da Yattara’dan da izlemek mümkün.
Beşiktaş taraftarının puan kaybına rağmen takımını alkışlayarak uğurlaması güzel. Bu psikoloji “Takım böyle oynadıktan sonra puan kaybı önemli değil” cümlesinde hayat bulan bir psikoloji. Ama işin gerçeği Beşiktaş’ın ne iyi oynayarak ne de kötü oynayarak puan kaybedecek lüksü kalmadı. 6 puan öndeki Trabzonspor geçilebilseydi bu şampiyonluk yolunda atılmış dev bir adım sayılacaktı. Ne yazık ki, bu saatten sonra Sivasspor, Galatasaray ya da Fenerbahçe’yi yenmek Trabzonspor’a yaklaşmayı sağlamayacak. Üstelik bu skor olası bir “Genel Averaj” çekişmesinin de önünü açmış oldu.
Gerek ilk yarı gerekse de maç geneli için yapabileceğimiz en önemli tespit siyah-beyazlı takımın rakibini ezici bir baskı altında tuttuğu olur. Başlama düdüğünden Trabzonspor golünün geldiği 29.dakikaya kadar beyaz formalıların Beşiktaş olduğuna inanmak için gözlerimizi ovuşturmak zorunda kaldık. Gerçekten de Beşiktaş “Beşiktaş gibi” oynamayı 20. haftada hatırlamıştı. Hatta “Birkaç sezondur izlediğimiz en organize ve en baskılı Beşiktaş takımı sahadaydı” diyenlere de zerre kadar itiraz edilemeyeceğini düşünüyorum. Buna karşılık Trabzonspor, yıldızlarını kendi dişlileri arasından çıkarttığı ve zaman zaman Yattara’nın parlamasıyla etrafına ekstra ışık saçtığı o taş gibi takımını sahaya sürmüştü. Bordo-mavili takımın yine en büyük kozu mücadele ve yardımlaşmaydı. Beşiktaş’ın böyle bir Trabzonspor’u neredeyse 90 dakika bunalttığını düşünürseniz 1-1’lik beraberliğe karşın siyah-beyazlılara düzdüğümüz övgüler mantıksal bir temele oturacaktır.
Peki, ne oldu da anlattığımız şartlar altında maçı farklı kazanması gereken Beşiktaş beraberliği 79.dakikada Bobo’nun kafasından yakalayabildi? Aslında sorunun cevabı basit. Bireysel kalite ve kazanma hırsı bakımından rakibinden daha üstün taraf olan Beşiktaş, takım oyunu ve bu oyun tarzının gerekleri konusunda çok daha gerilerdeydi. Örneğin Serdar Özkan’ın boştaki arkadaşını bulmak yerine attığı her çalımın “bonus” kazandıracağı zannıyla kaptırdığı toplar ya da uzun yıllardır oynadığı her takımda “ağa da benim paşa da” modunda takılan Yusuf’un verimsiz çabaları Beşiktaş’ın hızını kesen önemli problemler. Oysa Trabzonspor, Beşiktaş’a göre mütevazı sayılabilecek kadrosuyla elden geldiğince total futbol örnekleri sunmaya devam ediyor. Baktılar ki Yusuf soluğu Beşiktaş’ta aldı, Gökhan Ünal’ı golle buluşturacak ara pasını atmak da sol bek Cale’ye düştü. Bordo-mavili takımı takip edenler bilirler bu tür pasları zaman zaman Selçuk, Colman, Umut ya da Yattara’dan da izlemek mümkün.
Beşiktaş taraftarının puan kaybına rağmen takımını alkışlayarak uğurlaması güzel. Bu psikoloji “Takım böyle oynadıktan sonra puan kaybı önemli değil” cümlesinde hayat bulan bir psikoloji. Ama işin gerçeği Beşiktaş’ın ne iyi oynayarak ne de kötü oynayarak puan kaybedecek lüksü kalmadı. 6 puan öndeki Trabzonspor geçilebilseydi bu şampiyonluk yolunda atılmış dev bir adım sayılacaktı. Ne yazık ki, bu saatten sonra Sivasspor, Galatasaray ya da Fenerbahçe’yi yenmek Trabzonspor’a yaklaşmayı sağlamayacak. Üstelik bu skor olası bir “Genel Averaj” çekişmesinin de önünü açmış oldu.