Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Kasım '07

 
Kategori
İlişkiler
 

Ayinesi iş değildir adamın! Lafa bakılır! Hem de bal gibi bakılır!..

Ayinesi iş değildir adamın! Lafa bakılır! Hem de bal gibi bakılır!..
 

Bir arkadaşımla sohbet ederken yakalamıştım bu detayı. Evet. Aynen başlıktaki gibi düşünüyorum artık. İnsanı ''İnsan'' olarak değerlendirirken ''ayinesi iştir adamın'' denmiyor.Yani ''Arkadaş, dost, komşu, tanıdık hatta kardeş veya eş'' olarak bile değerlendirirken, ne iş yaptığı veya o işini nasıl yaptığı zerre kadar önemli olmuyor. Olamıyor!

Çünkü işlerindeki ustalıklarını çoğunlukla ilişkilerine yansıtamıyor insanlar! Ama bunun da garip bir tarafı yok(muş aslında ) .. İşte bu detayı farketmiştim bir arkadaşımla sohbette.

Hangi sohbet mi?..Aşağıdaki efenim.

Eskiden ailemiz içinde olan bir ''psikolog'' hanım vardı ve psikolog olmasına rağmen, hatta çok tanınmış bir kolejde psikolojik danışmanlık bürosunun şefliğini icra ediyor olmasına rağmen, aile ve arkadaşları içindeki tüm ilişkileri sorunluydu. Kimselerle geçinemez, herkesin arkasından konuşur, insanları sürekli eleştirir ve en çok kendi yaptıklarını-söylediklerini önemser ve beğenirdi. Hatta zaman zaman, kendisini ''kendinin takdir ettiği'' durumlarda başkalarından da takdir bekler, ''başkalarının takdir etme seromonisi'' biraz zayıf kalınca ortamı da bozardı. Hemen bir üste çıkma ve haklı olma, desteklenme telaşına kapılırdı. Kendisinin yüceltilmesini beklerken, karşısındaki insanları aşağılamaktan, üzmekten, kırmaktan hiç çekinmez, eleştiriye asla tahammül edemediği gibi, karşısındakileri en şiddetli şekliyle eleştirmekten geri durmazdı.

Yani sözün özü şuydu:

O herkese dilediği gibi ''densiz'' konuşma hakkına sahip! Ama karşısındakiler onunla konuşurken çok dikkatli olacaklar ve on kere düşünüp bir kere konuşacaklar! Aman ne güzel! Ne kadar adil! Eee?!! Boynumuz kıldan inceydi ve h'amfendi üstad psikolog olduğundan, ilişkiler ve diyaloglar üzerine epeyce bir mürekkep yalamışlığı olduğundan ve meslek olarak da başarıyla bu konuda ortalığın tozunu attırmakta olduğu içi ''Vardır bi bildiği elbet'' der ve kendisiyle kuracağımız diyaloglarda önce bir ''Destuuuuur'' çeker, öyle girebilirdik sohbete.

Kendisini bırakın, onun olduğu ortamda (kendisine göre) eşine bile bir eleştiri, bir saygısızlık(!), vs olduğu durumlarda, eşi son derece ılımlı tepkiler verirken, bu hanım kızımız hemen gardını alır.. Gerekirse ortamın neşesinin içine edecek ve ortamı buz gigi soğutacak tepkiler verir.. Önce herkesi bir güzel üşütür.. Sonra da tüm insanların neşesinin içine etmiş olmanın da huzuruyla(!) kocasını kolundan tutar ve ortamı terkedip giderdi.

Zavallı eşi ilk önce

- Hayatım, sen yanlış anladın! Abim (arkadaşım, kardeşim, annem, babam...) bana kötü bir şey söylemedi. Sadece şaka yaptı. Biz onunla küçükken de böyle şakalaşırdık, tanırım ben abimi (arkadaşımı, kardeşimi, annemi, babamı..). Hadi gel otur. Büyütmeyelim bak. İnsanlar da tedirgin oluyor, vs..'' falan gibi birşeyler gevelemeye kalktığında

- Naaayır! N'olamaaaz! Sen onun kardeşi olabilirsin ama artık benim eşimsin! Benim yanımda sana bu şekilde konuşamaz! Sana ''hadi leeeyn ordan hıyar herif'' diyemez! Derse de alır ağzının payını! Benim burda olduğumu unutmamalı. Sen onun kardeşiysen benim de kocamsın! Benim yanımda sana bu şekilde şaka yapamaz! Ben gidiyorum! Bu ortamda daha fazla kalamam İster gel ister gelme!

Deyüüp, bir hışım vestiyerden paltosunu kapmaya yönelir.. Bizler bir yandan yerimizden fırlarız..

- Aman! Yapma! Etme! Bak onlar kardeş(ana-oğul, baba-oğul, çocukluk arkadaşı..! Neticede kötü bir niyeti yoktu! Şakalaşıyorlar kızım sadece. Hadi gel, otur! Yapma şimdi böyle, üzülüyoruz bak. Ortamın tadı tuzu kalmadı. Ne gerek var gerilmeye.. Hadi gel, bozmayalım neşemizi, vs..

Gibi şeyler gevelediğimizde alırdık ağzımızın payını ve oturuduk aşağıya.

- Benim olduğum ortamda böyle bir şaka yapamaz benim kocama! O kim oluyor ya! Bırakın beni! Gidiciiim! İşte gidiyorum.

Der ve paltosunu giyer, çeker giderdi. Tabii arkasında, bir ayağındaki papucunu tam giyememiş, zıplaya zıplaya arkasından koşturan ve yarı koluna yapışmış eşini ne sürükleyerek.

Çocukçağız bize üzgün üzgünbakar, ''Kusura bakmayın arkadaşlar'' bab-ından bir bakış fırlatır ve palaspandıras çekip gitmek zorunda kalırlardı.

Onlar çıktıkta sonra, bizlerin, yani geride kalan tüm grubun da tadı kaçmış olur, gergin ve üzgün bir vaziyette kalırdık.Hatta kırk yıllık abi (arkadaş, anne, baba...)'' bile ''Hay çenem tutulsaydı da, yapmasaydım şaka filan!'' diye bin pişman olurdu neşelendiğine.

Çıkan tek sonuç şuydu ki; h'amfendinin eşinin daha önce kimin çocuğu, kimin kardeşi, kimin samimi arkadaşı veya dostu olduğu hiç önemli değildi! Tek bir kriter vardı ve insanlar evladına, kardeşine, arkadaşına (sıfatı her ne ise diğer insanlar için farketmez) yaptıkları şakaları, ağızlarından çıkacakları kelimeleri ve nasıl oturup kalkacaklarını buna göre gözden geçirmek zorunda kalırdı. O insan artık ''H'amfendnin EŞİYDİ! Sadece onun EŞİ! Ve herkes buna göre destuuuur çekmeliydi kendine!

Ondan sonra da ''Haydaaaa!?? N'oooldu ki şimdi yaaa?!! Niye böyle oldu? Ne dedik ki biz allasen?!!'' sorularıyla, sadece ''dikkatli olmamız ve ağzımızdan çıkacak şakaları bile kontrol etmemiz gerektiği'' dersini alır, bir dahaki sefere daha dikkatli konuşmak zorunda kalırdık.

Ama hep gergin, hep tetikte ve hep ''Acaba şimdi bunu h'amfendi yanlış anlar mı?'' kaygılarıyla dokuz kere yutkunur, bir kere konuşurduk!

Yani bu görüşmeler bizi her seferinde YORARDI! Hem psikolojik hem de fiziksel olarak! Karnımıza ağrılar girerdi çünkü kendisini ağırlamamız gerektiğinde.

Ama unutulmasın lütfen. İkili ve çoklu sosyal ilişkilerinde son derece problemli ve yorucu olan bu hanımefendi bir psikologdu ve okulunu birincilikle bitirmiş idi. Master eğitimini de tamamlamış, hocalarının gözdesi olmuş, çalıştığı kurumda da sorunlu öğrencilerin ilişkilerini düzeltmek(!) ve çare bulmakla uğraşırdı! İnsanlara, nerde nasıl davranmaları gerektiği ve nasıl tepkiler vermeleri gerektiği hususuyla ilgili, bir hoca olarak ''talkın'' verirdi ama kendisi de bu arada lüpletirdi ''salkım''ları!

Ama o psikolog olduğu için, farkında olmadan biz hep harika ilişkiler ve sonsuz bir uyum beklerdik kendisinden. Bekliyor muşuz yani.. İşinde gösterdiği başarıyı, kendi ilişkilerinde yakalayaması hep garibimize giderdi.Ama bu çok gereksiz ve yanlış bir beklentiymiş aslında! Bunu çok sonraları farkedebildim ben. Bir arkadaşım sayesinde.

İşte bu anılarla ilgili konuşurken arkadaşımla, daha önce hiç farketmediğim bir değerlendirme yapmış bana ve demişti ki:

- Olabilir Leyla'cığım. Bir insanın, kendi üzerinde bunları uygulayamıyor olması, işini kötü yaptığı anlamına gelmemeli! İşini gerçekten çok iyi yapıyordur ve olabilir de! İş başka şey, hayat başka! Biz hayatı yaşıyoruz, kendi kriterlerimizi kendimiz belirliyoruz. Ama işimizi öğreniyoruz ve onun kriterleri belli. O da işinde gereken başarıyı bu yüzden gösterebiliyordur! Yani işini ''iş'' olduğu için, gerektiği gibi yapabiliyordur! Ama hayat bir iş değil ki! İşte bu kadar basit aslında!

Ve hak vermiştim arkadaşımın bu yorumuna. Nasıl vermeyeyim ki? Çünkü sonuna kadar doğruydu söyledikleri.

Yani insanların, günlük ilişkilerinde yorucu olmaları, ilişkilerini sorunlu yaşamaları, onların ''başkalarına doğru yolu göstermelerine'' engel değildi ne de olsa.

Kendi farklı davranabilirdi ama, aynı durumlarda insanlara ''yapın veya yapmayın'' diyebileceği konulari önceden belliydi! Bir sürü uzman bu güne kadar boşuna mı araştırma şeyttirmişti ki?!!

Elbet ''Hepsi okumuş çocuklardı'' ve elbet kendilerinden sonraki 'oOkumuş çocuklara'' bırakabilecekleri bir araba araştırma, değerlendirme, kural, tanım, vs bırakmışlardı. Onlara yol gösterecek ve onları acemilikten kurtarıp ''üstat'' yapacak bu bilgiler de okullarda canavar gibi sunulmaktaydı işte!

Bu okullardan mezun olan başarılı arkadaşlar, kendileri uygulayamasalar da, Türkiyenin veya dünyanın sayılı uzmanları olarak, başkalarına feyz aldırabilirlerdi öğrendiklerinden. Öyle değil mi?

Aslında bu, tıpkı bir kalp doktorunun, günde iki paket sigara içerken, hastasına ''Sigarayı yasaklaması'' mecburiyeti gibi bişeydi. Hiç farkı yoktu yani.

Şoför okulundaki direksiyon öğretmeni, görevi başındayken öğrencisine trafik kurallarını belletebilir, tüm yapılması gerekenleri hassasiyetle gösterip, kontrol edebilir ama mesai bitiminde ''vatandaş'' olarak trafiğe daldığında kuralları ihlal edebilirdi.

Bir polis, görevi başındayken suçluları kovalayabilir, katilleri yakalayabilir ama bir kavga sırasında çıkarıp da beylik silahını, cinayet de işleyebilirdi.

Ya da ne bileyim?!!

Bir yabancı dil öğretmeninin o dildeki kelime haznesi çoook geniş olabilir, o dilin tüm dil bilgisi kurallarına sonuna kadar hakim bulunabilir ama konuşmak zorunda kaldığında iki cümleyi ard arda kurmayı başaramayabilirdi.

Veyaaa..

Veya mesela bir ahçı? Çalıştığı iş yerinde dünyanın en lezzetli yemeklerini pişirebilir, konuklarını ''lezzet manyağı'' yapabilir ama kendi evine gelince ekmek arasına peynir ve domates koyup yiyebilirdi. Ya da benim anacığım gibi, bir tas yoğurt veya ayran içine, iki dilim ekmek doğrayıp kaşıklayabilirdi!

Ya daa???

Ya da bir profesör üniversitedeki öğrencilerine, kadına şiddet eğilimin istatistiki bilgilerinden bahsedebilir, ağzı burnu dağılmış kadınların tepkisizliklerinden ve bu olayı saklı tutma eğilimlerinden ve bunun ne kadar yanlış bir şey olduğundan bahsedebilir.. Ama eve dönerken.. Dün akşam suratına yumruk attığı karısı , arkadaşlarına ''Merdivenden düştüm'' yalanını attığı ve kendisini zor durumdan kurtardığı için, bir demet çiçekle de çalabilirdi kapıyı..

Örnekleri daha çooook çoğaltmak mümkün! Hem de sonsuz kere mümkün!

Yani neymiş??

Neymİş arkadaşlar??

Bir insanın İŞİNİ İYİ YAPIYOR OLMASI, kendisinin de o konuda KUSURSUZ VE SÜPEEEEEER OLACAĞI ANLAMINA GELMEZmiiiiş! Gelmemeliymiiiş!

İnsan kendi dalında Türkiye'nin dokuz veya bilmem kaç üstadı(!) arasında yer alsa daaaaa.. Üç saatlik bir sohbette doksan tane acemi sorti yapabilirmiiiş!

Yani hayat içinde konuşurken, yerken, içerken, sevişirken, eleştirirken, bizim işimizin ne olduğu ve ne kadar üstat olduğumuz hiç mi hiç önemli değilmiiiş!

Hayat sahnesi bir eğitim kurumu veya hastane olmadığı için, sosyal ilişkilerimizin içinde yer alan insanlar da bizlerin ''öğrencileri, hastaları, işçileri'' veya başka karın ağrıları değilmiiiiş!

A

Herkes önce ve sadece ''İnsan'' mış ve kimse mükemmel olmak zorunda değilmiiiş!

Zaten böyle bir mecburiyeti de yok imiş!

Türkiye'nin sayılı bilmemnelerinden olması, bizim gözümüzde (arkadaş olabilmekten bahsediyorsak eğer tabii) zerre kadar önemli değilmiş. Çünkü olmamalıymıııış!

Ve bu tür densizlikler yapanların, bu densizliklerini yaparken ''Mesleklerinin ardına saklanmaları ve temcit pilavı gibi, iki lafın arasına sıkıştırıp skıştırıp hatırlatmaları'' da ZURNANIN ZIRT DEDİĞİ YERMİİİŞ!

O zaman adama sorarlarmış?

''Neden ikide bir bunu söylüyor ve altını çiziyorsun arkadaşım? Yoksa bu konuda bir kompleksin felan mı var? Bu nokta yoksam senin zayıf noktan neyin de, bizlerin bunu sağlamlaştırmasını mı bekliyorsun?!! Hayırdır?!! Doktor olasın tuttu galiba? Bana niye ''hastanmışım'' muamelesi yapıyorsun ki? Oysa ben SENİN HASTAN DEĞİLİM! ÖĞRENCİN HİÇ DEĞİLİM!

Benim karşımda sadece tanıştığım birisin ve kayde değer bulunursan, arkadaş kayıtlarıma da geçebilirsin!

İşte bu kaaaa!

Aramızdaki işgüzar(!) arkadaşlara her daim dikkatli olalım ve hayatın bir muayenehane veya bir dershane, atelye, ofis, vs olmadığı gerçeğini hatırlatalım arkadaşlar!

Lafın gerisi (eğer içimden gelirse) artı, sonraya! Bu bir araba lafı niye ettiğimi belki biraz daha aydınlatmaya çalışırım..

Haa!

İçimden gelirse tabiri yerine hep Almanca'daki ''lust'' kelimesini kullanmak istemişimdir! Çünkü tam olarak anlatmaya çalıştığım duygu ''içimden gelmesi'' değildi aslında.. Hani heves etmek, o anda yapmak istemek, içinden gelmesi durumlarının karışımı bir kelime gibi bu ''lust'', değil mi Pirmete üstadım?? Sen bilirsin bunun tam karşılığını. Bana da deyiver bi yol da kurtulayım yav!


Fotoğraf: xuqa.com

 
Toplam blog
: 117
: 2206
Kayıt tarihi
: 22.06.06
 
 

1969 İstanbul'unda açmışım gözlerimi bu dünyaya... Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu, şimd..