- Kategori
- İlişkiler
Aylar sonra

....
Aylar olmuştu sesini duymayalı.. O gece telefonun ucunda sesini duyunca yüreğim yanmıştı, içimden bin parça kopmuştu sanki ve işte o zaman onu ne kadar çok özlediği anlamıştım.. Ama söyleyemedim bunu ona, gururuma da yediremedim, bilmemesi çok daha iyiydi, çünkü biliyordum söylemem hiçbir işe yaramayacaktı.. Ne onu geri getirecekti, ne de o eski günlerimizi..
Zaten bahanelerin arkasına sığınılarak atılan bir mesajın ardından aranmıştım.. Binlerce teşekkürün ardından, “hayatında biri var mı??” diye hiç beklemediğim bir soruyla karşılaşmıştım.. Ne diyeceğimi, ne söyleyeceğimi bilemiyordum.. Durdum, sustum, bir yanım onun da acı çekmesini istercesine evet var de, bırak biraz da onun canı yansın, o üzülsün diyordu ama diğer yarım ben yalan söyleyemem ki, hem ona da kıyamam, zaten çok mu umurumdaki, olsa ne olmasa ne, canı yanacak olsa seni kendi elleriyle başka kollara bırakır mıydı diye düşünürken; tekrar sormuştu aynı soruyu “Sana diyorum, hayatından biri var mı?”, “napıcaksın” diyebilmiştim sadece, aklımdakilerle boğuşurken.. Evet ne yapacaktı ki, geri mi dönecekti, tabi ki hayır, yoksa egosunu mu tatmin edecekti, hayatında biri yoksa, demek ki hala beni seviyor, unutamamış işte diye.. “Ya söylesene” dedi.. Bende “Var ya da yok, ne fark eder ki, napıcaksın” dedim tekrar.. “Geri dönücem tamam mı, barışmak istiycem, Allah Allah, merak ettim sordum işte, cevap versene” dedi.. Dönmek, barışmak istemek, böyle bir şey gerçek olabilir miydi zaten, gerçek olsa da ben inanır mıydım, kendine bile güveni olmayan bir adama, ben güvenebilir miydim, işte bunu bilmiyordum.. “hayır, yok, tamam mı, öğrendin mi?” demiştim.. Sesinden bu durumdan memnun olduğu ve mutlu olduğu apaçık belliydi..
“Mutlu musun peki?” demişti.. Hiç beklemeden ve tereddüt etmeden, hemen “evet, çok mutluyum” dedim.. Niye her defasında bu soruyu soruyordu bana.. Mutsuzum desem ne değişecek ki, mutlu mu edecekti beni, dönecek mi, dinecek mi çektiğim acılar, iyileşecek mi yaralarım, bana yaptıkları çıkacak mı aklımdan, mutsuz anlarımı unutturacak mı bana?? Ve ben dediğim gibi mutlumuydum gerçekten.. Ne kadar da kolay çok mutluyum demiştim, oysa değildim ki.. Hem de hiç değildim, belki huzurluydum ama mutlu değildim.. İçimden bir ses deli gibi “mutsuzum tamam mı mutsuzum, sensiz çok mutsuzum, seni özlüyorum, seni çok özlüyorum, senden sonra hiç mutlu olamadım ki ben, kimse sen olmadı, kimseyi koyamadım yerine, eğer o mutluluk varsa seninle vardı” diyordu ama, iki elimde o içimdeki sesin azını sımsıkı kapatıyordu, bir şey söylemesin, sesi çıkmasın diye, bastırıyordu.. Sonra daha buna benzer bir yığın soru yağmuruna tutmuştu beni, “hayat nasıl gidiyor, neler yapıyorsun, öğretmenliğe devam mı, sağlığın iyi mi, vs.. vs..” Aylardır haber alamamanın acısını çıkartır gibiydi.. Bense hiçbir şey sormamıştım ona, eskisi gibi.. Alacağım cevaplardan korktuğumdan ve nasıl başa çıkabileceğimi bilmediğimden belki.. Çünkü öğrenmiştim artık, Ne kadar az bilirsen bilmek istediğin şeyleri, o kadar az incelir derin, incinir kalbin ve o kadar az kanarsın..
Sonra ardından ondan gelen bir cümle “Sen benim için çok farklısın, çok özelsin bunu sakın unutma”.. Hangi anlamda farklı ve özeldim acaba.. Yaptıklarına bu kadar tahammül eden bir aptal olarak mı, onu her şeye rağmen seven, onca yaptıklarını affeden, onca şeyi göze alan sonra onu yarım bırakıp gittiğin biri olarak mı, onca yaptığından sonra hala seninle konuşabilen, sana kıyamayan yüzsüz, gurursuz biri olarak mı, yoksa gerçekten sevdiğin ve hala sevmeye devam ettiğin biri olarak mıydı?? En çok son söylediğim yakabilir canımı zaten.. Çünkü sevmişsen ve hala seviyorsan neden ayrıydık, niye ayrıyız ve nasıl bu kadar canımı yakabildin diye.. Boştu zaten bu düşüncem, böyle olmadığını ikimizde iyi biliyorduk.. Ben o sözlerin ardından yine susmayı tercih etmiştim, yine hiçbir söyleyemedim, ne dilimin ucuna kadar gelen kelimeleri, ne içimden geçenleri.. Oysa o gerçekten özeldi ve farklıydı benim için, en sevdiğim olmakla beraber, hiç kimsenin yaşatmadığı mutlulukların yanında, bu mutlulukların hesabını çok iyi sorarak, hiç kimsenin yaşatmadığı acılarıda yaşatmıştı bana, o yüzden her anlamda farklıydı işte..
“Aslında üç dört gün önce ben arayacaktım seni, aklıma geldin, bi arayım dedim, ama sonra vazgeçtim, ya ters tepki verirsen diye” dedi.. Ve o an kalbimde çizgiler oluştuğunu hissettim, hani gökyüzünde şimşek çakar ve gökyüzü parça parça olur ya, öyle bir şey işte, o kadar kötü oldum ki.. Artık ne bu konuşmanın bir önemi kalmıştı, ne söylenenlerin, ne farklı ve özel olmanın.. Aklına gelmiştim öyle mi?? Bu konuşmadan günlerce kulaklarımdan çıkmayan cümle buydu.. Nasıl da kolaycacık söyleyivermişti.. Ne garip, benim onu anmadan tek bir günüm bile geçmemişti daha, her çalan şarkı da, okuduğum kitaplarda, izlediğim filmler de, sokakta, arkadaş muhabbetlerinde, o kadar ki aynaya baktığımda gözlerim de bile ama, onunsa aklına gelmiştim.. Yani aklında değildim, yani unutmuştu beni, yani artık aklına gelerek hatırlıyordu.. Bu cümle o kadar çok yakmıştı ki canımı, o kadar üzmüştü ki beni, düşünmek bile bir çok parçamı eksiltiyordu, derin bir yara açıyordu içimde.. Oysa ben bu yaralarımın çok önceden kapandığını sanıyordum.. Bu söylediğinin ardından “iyi ki aramamışsın, çünkü evet ters tepki verirdim” demiştim, içim burkularak..
“Bir şey sormak istiyorum sana” dedi yine, onca sordukları yetmezmiş gibi.. “Niye buraya geldiğinde aramadın beni, bir beş dakikanı ayıramayacak, benimle görüşemeyecek kadar mı nefret ediyorsun benden” demişti.. Oysa insan sevdiğinden, taptığı insandan nasıl nefret edebilirdi ki.. Bir bilseydi görüşmememin sebebi onu görünce dayanamazdım çünkü, atlardım boynuna, bırakamazdım ki bir daha onu, nefretimden değil, sevgimdendi aslında bu kaçış.. Onu görmek, görüp de yabancı olmak, onun olamamak, çok daha acı verecekti bana, o bunu bilmiyordu.. Ayrıca beni onca zaman arayıp sormayan, o son konuşmamızı hiç önemsemeyen, bana onca yalan atan adamı mı, bide ben mi arayıp, orada olduğumu söyleyip, görüşmek isteyecektim.. “Niye görüşeyim ki seninle Kurtuluş, biz seninle normal arkadaş mıyız ki” dedim.. Oda “biz kanlı bıçaklı mı ayrıldık ki seninle” dedi.. Benden gelen yine ani bir yanıt “evet” oldu.. O “Nasıl yani, kanlı bıçaklı ayrıldık, öyle mi??” dedi.. Ben de ne dediğimin sonradan farkına vararak “Ya tabi ki kanlı bıçaklı değil ama, sonuçta iyi bir şekilde de ayrılmadık Kurtuluş, hatırla lütfen, sence iyi mi ayrıldık” demiştim.. Ve o an gözümün önünden o gece olanlar, yaşananlar, söylenenler, kendime hakim olmayıp attığım tokatlar, ne varsa hepsi gözümün önünden film şeridi gibi geçmişti bir an..“Ben sana kötü hiçbir şey demedim, hiçbir zaman demem de, ne olursa olsun en azından bir telefonu hak ediyordum ya da beş dakika olsun bir görüşmeyi” dedi.. Peki ya benim hak ettiklerim.. Onca yaptıklarından sonra o hala beş dakika görüşmeyi hak ediyorsa, ben onu hak etmiyor muydum, mutlu olmayı hak etmiyor muydum diye geçiyordu içimden ama yine susmuştum.. “Ne olursa olsun ben seni aramam Kurtuluş, ondan sonra yine çok geldim ben oraya ve bu defa hiç birinden haberin bile olmadı” demiştim.. Oysa bir bilseydi onsuz o şehir cehennemden beterdi.. Her sokakta onunla gezdiğimiz adımlar, onunla soluduğum hava, onun kokusu ve onlu zamanlar vardı.. Onunla el ele, kol kola, sarmaş dolaş gezdiğim o sokaklarda onsuz yürümek, Akyaka'ya onsuz gitmek, onunla baktığım o DENİZ'e onsuz bakmak, balık ekmek onsuz yemek, Fotoğraf karelerinde onsuz yer almak.. Ne garip bir zaman dilimi içindeydim.. Onunsa anlamadığı bir şey vardı, bunu onunla görüşmediğim, onun şehrinde olduğum, yola çıkmadan ki son dakikalarımda aradığında da söylemiştim ona “Sen bana gelmeden, ben sana asla gelmeyeceğim”diye.. Çok geldim o şehre evet ve bundan sonra da bir çok kez geleceğim, ama hiçbir gelişim sana olmayacak, sen benim şehrime bana gelmediğin sürece, ben de asla sana gelmeyeceğim, belki o şehre çok geleceğim ama hiçbir gelişim sana olmayacak.. Hoş en zor anımda bile bana gelmeyen bir adam bundan sonra gelir mi, gelse de değer mi, değse de neyi ifade eder bilmiyorum ama, sonuçta bir gerçek varsa asla gelmeyeceğindi.. Aslında o gün arayacağına, o son ana kadar bekleyeceğine, çıksaydın karşıma, gelip dikilseydin önüme, sevdiğini söyleyip, özür dileyip, affet deseydin yine dayanamazdım ki.. Günlerce kardeşimin evinde balkonda bekledim seni.. O gelir dedim, burada olduğumu biliyorsa, beni görmeye gelir demiştim ama yanılmıştım, gelmemiştin.. Sadece birkaç mesaj ve aramayla yetinmiştin bana ulaşmayı.. “gitme” demiştin bana o gece mesajında, “Geleceksen, gitmiyceksen, burdayım ben” diye yazmıştın, korkup kaçıyorsun diye suçlamıştın beni, cesaretin yok benle kalmaya demiştin, oysa sende çok iyi biliyorsun ki bunlara cesareti olmayan biri varsa eğer şayet, o ben değildim.. Gidiyordum doğru ama, bu asla bir kaçış değildi, sen çok önce izin vermiştin zaten benim gitmeme.. En son görüşmemizde, her şeyin olduğu o gece bile, sana onca söz söylerken, vururken bile, gitmeme izin vermeseydin, “gitme, kal, beni bırakma” deseydin, yine gidemezdim ki, bırakamazdım seni.. Ama artık o eski hüss değilim, sevgisi aşkı gözlerini kör eden, aşkından gerçekleri göremeyen, hep kendinden bir şeyler veren, hep mücadele eden, o temiz, saf kız değilim.. Ben bu yıl büyüdüm, büyümenin ne kadar zor olduğunu, gerçeklerle yüzleşmenin ne kadar acımasız olduğunu öğrendim.. Ve kimseye muhtaç olmadan, dimdik ayakta durmayı, ayaklarımın üzerine basabilmeyi, güçlü olmayı, duygularımla başa çıkabilmeyi öğrendim.. İsterdim ki, senle öğreneyim bunları, isterdim ki hep sen ol yanımda ama olmadı, sen kendin olmayı bile becerememişken, ben nasıl senle olabilirdim ki.. Eğer korkaklıksa bu evet ben korkağım, eğer kaçmaksa bu evet ben kaçıyorum.. Çünkü senle olmak içimdeki seni daha çok öldürecekse, beni daha çok üzecekse, boşver bırak da ben içimdeki senle mutlu olayım, boşver bırak aksın gitsin hayat böyle..
Konuşmanın sonuna gelindiğinde bu defa “bir şey söyleyeceğim”demişti karşımdaki ses.. Saat gece yarısı üçe geliyordu ve çoktan sönmüştü bir çok evin ışığı ve kim bilir yeryüzünde kaç aşık ayaktaydı o saatte.. Sonrasında derin bir sessizliğin ardından “se” diye bir tiz ses, derin bir iç çekiş ve “neyse boşver”diye gelen bir cümle.. Benimse en nefret ettiğim şeylerden biriydi oysa bu.. Başı gelen ama sonu gelmeyen cümleler.. Zaten yeteri kadar yarım kalmamış mıydı bir çok şey.. Bari kelimeler havada kalmasın, ya susmalıydı insan, konuşmamalıydı hiç, içinden bağırıp, haykırsa da, kendi içinde kendiyle görmeliydi hesabını, ya da başlamışsa eğer lafa, getirmeliydi sonunu.. “Lütfen Kurtuluş” derken daha anlamıştı ne demek istediğimi ve “tamam söylüyorum” diyerek yanıt vermişti.. Ardından kısık bir sesle, kelimeler boğazında düğümlenerek “Seni kocaman ama kocaman öpüyorum” demişti.. O kadar içten söylemişti ki bunu, yüreğimin taa içinden hissettiğimi fark etmiştim.. Aslında söylemek istediği bu değildi, ikimizde çok iyi biliyorduk ama, hiçbir şey diyemedim bu sözlerin ardından, yine susup öylece kalakalmıştım.. Gözlerim doldu, dilim tutuldu sanki, yüreğim titredi.. Onca yaptıklarından, onca olandan sonra, hala duygularım nasıl bu kadar diri kalmıştı, nasıl bu kadar etkileyebilmişti beni yine, kendim bile şaşırmıştım.. “kendine iyi bak, hoşçakal” diyerek kapatmıştık telefonu..
Ertesi gün “I know” diye gelen bir mesajla, dinlemem istenen bir şarkı vardı.. “En sevdiğim şarkı sadece, Placebo-I know dinlesene” diye yazmıştı.. Oysa yabancı müzik hiç sevmeyen ve dinlemeyen ben, şarkıyı dinleyip, Türkçe anlamını bile bulmuştum.. Ve işte şarkının en can alıcı sözleri, burada takılıp kalmıştım: “I know, the past will catch you up as you run faster”, “Bilirim, geçmiş seni ne kadar hızlı koşarsan koş yakalayacak”.. Haklıydı.. Ben ne yaparsam yapayım işte, geçmiş bırakmıyordu peşimi bir türlü.. Üstelik her defasında bir öncekinden daha derin izler bırakarak, kendini geçmişe gömüyordu.. Ve madem o da bunu biliyordu, niye hala benle değildi.. Oda mı geçmişi düşünüyordu, aklına geliyor muydum yani.. Ama daha bir önceki gece aklıma geldin diye alelade söylememiş miydi?? Sıradan değil miydim gerçekten?? Geçmiş onu da yakalayıp hesap soruyor muydu, aklından çıkmıyor muydu, benle yaşıyor muydu?? Aklım ve yüreğim bunca sorularla boğuşurken, nereye doğru sürüklendiğimin, nasıl bir çıkmaza girdiğimin farkına çok sonradan varıyordum..
Aklıma okuduğum romandaki şu cümle gelmişti “Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasın dır, merkezinde.. Ya da dışındasın dır, hasretinde..” Şimdi şunu soruyorum kendime “ben neresindeyim acaba??” Sanırım zorunlu olarak ikincisinde.. Neyi sığdıramamıştık, neyi eksik bırakmıştık ki aşk denen o dünya da, böyle olmuştu.. Ve yine diyordu ki roman da “İpekböceği kozadan çıkarken alın teriyle ördüğü ipeği yırtıp parçalar.. Bu yüzden çiftçiler ya ipeği seçerler, ya ipekböceğini.. İkisini birden koruyamazlar.. Çoğu zaman ipeği kurtarmak için ipekböceğinin canını alırlar.. Bir tek ipek mendil için bilir misin yüz ipekböceği can verir” diyordu.. Peki ya şimdi ben ipeği mi yoksa, ipekböceğini mi seçecektim, ya ben kaç ipekböceği öldürmüştüm ki, bir ipek mendil için, tamamlanmadan yarım kalmıştı, bunu bilmiyordum ve geçmiş beni hep yakalayacak mıydı gerçekten??
16-17.07.2009/Prş.-Cuma