Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mayıs '08

 
Kategori
Mizah
 

Azılı çapkınlar işbaşında!

Azılı çapkınlar işbaşında!
 

“ - Bu gece erkenden yatmak yok öyle” dedi, Atilla, “ - Çapkınlığa çıkacağız!” Cevap vermedim. Okumakta olduğum kitaptan başımı kaldırıp gülümsedim sadece. O zamanlardaki ev arkadaşım Atilla’nın işlerini bilirdim. Çok iyi niyetlidir ama her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmakta üzerine yoktur. Eh, biraz da şans lazım tabii insana. O da bizde yok. İkimizinkini üst üste koysak çölde kutup ayısının tacizine uğrayan Bedevinin şansından azıcık fazla gelir. Üstüne bir de bu konularda beceriksizliğimizi ve saflığımızı ekleyince bizim çapkınlık hevesimizin sonucunu tahmin etmek hiç de zor olmaz. Aslında tek başımıza takıldığımızda fena değildik ama ikimiz bir araya gelip bir şey yapmaya kalkınca her türlü aksilik bizi bulurdu. Çapkınlık falan bir yana, bir kafeye çay içmeye otursak bile orada başımıza bir bela sarmadan kurtulamazdık. Bardak kırılır, üstümüze çay dökülür, müşteriler arasında kavga çıkar, Atilla hiç yoktan garsonlarla tartışır, bunların hiçbiri olmasa dahi geveze bir tanıdığı kaynak yapar, masamıza çöreklenir hem kafamızı şişirir hem de epey bir çay-kahve içip hesabı bize yükleyip gider.

Yine çıkıp ter, içki, tütün ve idrar kokulu, dumana boğulmuş izbe yerlerde saatlerce vakit geçirecek, gözümüze kestirdiğimiz kızlarla bir iki göz teması dışında hiçbir ilerleme kaydedemeden kös kös eve dönecektik. Ciğerlerimize çektiğimiz onca pis hava ve gürültüden kulaklarımızda oluşan geçici işitme kaybı da cabası...

Sanırım biz daha kesişme aşamasında kaybediyorduk oyunu. İkimiz de Anadolu’dan üniversite okumak için gelip okullar bittikten sonra İstanbul’da kalakalmıştık. İstanbul’da geçirdiğim onca zaman benim tipik saf Anadolu çocuğu bakışımı hiç değiştirmemişti. Atilla ise bunun üzerine bir Kadir İnanır bakışı eklemişti. Sol gözü biraz kısık, sağ kaş havada!.. Tabii o bakış kendini boş bıraktığı anlarda hemencecik özüne döner, onun da suratına bütün taşra çocukları gibi safiyane bir ifade yerleşirdi. Hemen hemen bütün çapkınlık girişimlerimiz hüsranla sonuçlanır, dönüşte evde, “şöyle yapmalıydık, böyle davranmalıydık” diye birbirimize akıl verir, sonraki maceralarımız için taktik belirlemeye çalışırdık. Kısacası, Atilla’nın “çapkınlığa çıkacağız” lafı beni heyecanlandıracak bir müjde sayılmazdı.

“ - Valla ben hem yorgun hem de uykusuzum Atilla, dışarı çıkmaya hiç niyetim yok, yatacam” dedim.

“ - Amaan sen de yav, yat yat ne anlıyorsun sanki? Oğlum ömür gelip geçiyor, bugün yapmazsak elli yaşından sonra mı yapacağız bu işleri? Hem yarın Pazar erken kalkma derdin de yok” diye kontra bir yanıtla zor duruma düşürdü beni. Öyle ya, adam hiç değilse, “gezen tilki yatan aslandan yeğdir” düsturunca bir şeyler yapabilmek için çırpınıyordu. Bense dolap beygiri misali evle iş arasında gidip gelmekten, evde ise kitap okuyup uyumaktan başka bir şey yapmıyor, gönül işleri için de birilerinin gelip beni bulmasını bekliyordum! Tabii bu da piyangoda büyük ikramiyeyi yakalamak kadar düşük bir ihtimaldi. Hem de hiç bilet almadan!

Birden kendimi suçlu hissettim. Sadece kendiminkini değil arkadaşımın kısmetini de kapatıyordum.

“ - E, nasıl olacak, her zamanki gibi avare avare dolaşıp kız mı arayacağız?” diye sordum.

“ - Hayır, bu sefer iş sağlam, iki kız var, bu akşam Taksim’e gelecekler, buluşacağız” dedi.

“ - Kim bunlar, nasıl tanıştın?”

“ - Eskiden tanışıyoruz, geçen tesadüfen karşılaştık, telefon numaralarını falan aldık ‘görüşelim’ diye ayrıldık, bugün de aklıma geldi aradım. Onların da bu tarafa gelme niyeti varmış zaten. Ev arkadaşıyla gelecek. İkiye ikiyiz yani, arkadaşıyla da sen takılırsın”

“ - İyi madem. Deneyelim şansımızı; ama bence yine boşa kürek çekeceğiz.”

“ - Sen daha baştan böyle kötümser bakarsan olmaz tabii!”

“ - Peki, tamam tamam!”

En güzel, en spor kıyafetlerimizi giyip Caddeye çıktık. Zaten İstiklâl’in yan sokaklarından birinde oturuyorduk. Onlar gelinceye kadar bir iki tur atalım, açılalım dedik. Tabii bu arada Atilla’nın aklı fikri telefonda. Sanki aranmış da duymamış gibi ikide bir cebinden çıkarıp bakıyor, ekranda bir şey görmeyince de sıkıntıyla yerine koyuyordu. Benim fazla bir beklentim olmadığı için öyle pek heyecanım da yoktu.

Neyse, epey geç bir vakitte beklenen çağrı geldi. Buluştuk. İlk izlenimler fena değildi; kızların güzelliği bizim yakışıklılığımıza denk sayılırdı (kazanç hanesine bir point!). İkisi de sıcak tiplerdi (kazanç hanesine bir point). Aileleriyle oturmuyorlardı; dolayısıyla erkenden gitme sorunu çıkmayacaktı (kazanç hanesine bir point daha). Arkadaşlık paylaşımında bana düşen kız ötekine göre biraz daha sevimliydi (benim kazanç haneme ekstradan bir point)... O gün şeytanın bacağını kıracak gibiydik!

Caddede biraz yürüyüp ne yapacağımıza karar vermeye çalıştık. Bir bara gidip içme fikrinde birleştik. Birkaç yere girmeye çalıştık ama ya boş yer bulamadık ya da içerisini gözümüz tutmadı. Araya araya Tünel’in oralara kadar geldik. Nihayet bir yer bulup oturduk. Oturduk ama servis için ne gelen var ne giden! Garson yanımızdan son sürat gelip geçiyor, “geliyorum” işareti yapıp sonra bir türlü uğramıyordu. Saat gecenin ikisi olmuştu. Garsonlar yorulduğundan yeni müşterilere masa açmak istemiyorlardı anlaşılan. Kızlara mahçup olduk (kayıp hanesine bir point). Gelmeyeceği belli olan servisi beklerken bir yandan da kızlarla sohbeti ilerletmeye çalışıyorduk.

O sırada gözüm masadaki bir bardağa takıldı. Bir miktar para rulo yapılıp bardağın içine bırakılmıştı. O masada bizden önce oturanların ödediği hesap olmalıydı. Garsonların yorgunluktan hesaplara bakacak mecalleri bile kalmamıştı. Espri babında, “ - madem bunlar bizimle ilgilenmiyorlar, biz de şu parayı alıp başka yerde içelim” dedim. Öteki üç kişi de “neden olmasın?” bakışlarıyla yanıt verdi. Şakacıktan, olur olmaz falan diye tartışırken yoldan çıktık. Parayı alıp kalktık. Biraz uzaklaştıktan sonra ganimetimize baktık. Dört kişinin yiyip içmesine rahatlıkla yetecek bir miktardı. O parayı harcayabileceğimiz yeni bir yer aramaya başladık. Şurası olur burası olmaz falan derken Atilla’nın arkadaşı olan kız Caddedeki butiklerden birinin vitrini önünde durdu. Mağaza kapalıydı ama vitrini aydınlıktı. Ordaki bir elbiseyi işaret edip, “ - ne zamandır şunu almayı planlıyordum ama bir türlü para ayıramadım” dedi. Elbisenin fiyatı da bardan “kalk gidelim” ettiğimiz paraya yakın bir miktardı.

Kızın söylediğini duymazlıktan gelmeye çalıştık ama o vazgeçecek gibi değildi. “ - Rengine bakar mısınız, ne kadar hoş, bedeni de tam bana göre” falan diyordu. Yani kız, bizim paraya tek başına konma niyetindeydi. Bir an Atilla’yla geri çekilip fısıltıyla kısa bir durum değerlendirmesi yaptık. O elbiseyi alması için parayı ona verip bir jest yapsak işi iyice garantiye alabilirdik. Yani ordan hep beraber eve geçme işini! Zaten gidiş fena sayılmazdı!

“ - Beğendiysen yarın alalım sana o elbiseyi” dedi Atilla.

“ - Valla çok beğendim, zaten her gelip geçişimde bakıyordum” diye gözleri parladı kızın. Karar verilmişti. Kız hiç uzatmadan, “ - Ay çok teşekkür ederim” deyip parayı hemen cüzdanına yerleştirdi.

Kızlar ikisi önde biz arkalarında yürümeye başladık. Onlara duyurmamaya gayret ederek,

“ - E, bu durumda benim de benimkine mi elbise almam gerekiyor şimdi?” diye sordum Atilla’ya...

“ - Oğlum ne cimrisin yav, gerekirse alacaksın tabii!”

“ - Ama zaten parayı ben çaldım sayılır, ben görmesem, söylemesem kimin aklındaydı ki?”

“ - Dur hele şimdi, bakarız; ince hesaplara dalma hemen!”

“ - Yok, benim içim rahat etmez. Neyse, duyacaklar şimdi, boşver.”

Kızlara yetişip dördümüz yan yana yürümeye başladık. Epey zaman kaybetmiştik. Saat dörde yaklaşıyordu. İçme fikrinden vazgeçtik. O saatten sonra uygun yer bulsak bile kısıtlı zamanda tadını alamayacaktık. Bari bir yerde kahve içip sohbete devam edelim dedik. Bir kafeye oturduk. Yaptığımız işe falan güldük. Kızlar kıvama gelecek gibi görünüyordu! Benim kısmetim olan kızla girdiğimiz ikili sohbetler de güzel sarmıştı. Ben bile umutlanmıştım. O umutla Atilla’nın klasik Kadir İnanır bakışları gitmiş, yüzüne en haininden bir Nuri Alço ifadesi yerleşmişti. Bi ara göz göze geldiğimizde ben bile korktum! O bakışla kızlara bir de “hadi bize gidelim, bira alır evde sohbete devam ederiz” demez mi?!

Yani aslında söylediği çok da ters bir şey değildi ama o ifadeyle birine “şu kül tablasını bu tarafa uzatır mısın” dese bile kaçacak yer arardı insan! “ - Ne işimiz var evinizde?” diye ters bir karşılık verdi kız. Atilla’nın suratı anında buğday renginden kırmızı puantiyeli mora dönerken benim de keyfim kaçtı. Yine de yüzümdeki gülümsemeyi bozmadan araya girip vaziyeti toparlamaya çalıştım ama gecenin orada bittiği belliydi. Uzatmanın hiç anlamı yoktu. Benim kız da şaşkın, hiç şey söyleyemeden öylece kalakalmıştı. Sonuçta inisiyatifi elinde tutan arkadaşına uymak zorundaydı

Ancak Atilla’nın da pes etmeye niyeti yoktu. Kızları eve gelmeye ikna etmeye çalışıyordu hâlâ. Kız ise her cümlede biraz daha kaba yanıtlar veriyordu. Atilla’nın iyice gardı düşmüştü. Sinirlendim; daha fazla dayanamamadım, “ - Bırak Attilla yav, insana bi kere söylenir, gelmek istemiyorlarsa ısrar etme” dedim. Sonunda anlayıp ısrarından vazgeçti ama bu sefer de onları evlerine bırakmayı teklif etti. Bu fikir kızın da hoşuna gitti, “ - tamam, iyi olur” dedi. Birden üzerime yorgunluk çökmüştü. Yorgunluktan ziyade bıkkınlık. Atilla’nın kulağına eğilip, “ - oğlum bırak, ne uğraşıyon, bi taksiye bindirelim gitsinler, uykum geldi benim” dedim. “ - Dur hele acele etme, birden koparmayalım ipleri, bunun yarını da var” dedi.

Atilla’nın arabasına atlayıp yola koyulduk. Yol boyunca konuşmayı sürdürdü Atilla. Kızların keyfi yerine gelmişti. Bense ağzıma kilit vurdum. Tek istediğim bir an önce eve dönüp yatmaktı.

Nihayet kızların evinin kapısına gelmiştik. Onlar geceyi kendileri açısından iyi bitirmenin ve kurtulmanın sevinciyle alel acele inmeye çalışırken, Atilla bu sefer de, “ - E, bize bir kahve yaparsınız artık” dedi!

“ - Başka zaman inşallah” diye geçiştirmeye çalıştı kız.

“ - Ama şimdi istiyorum ben”

“ - Aa, yeter ama! Hem evde kahve yok. Her şey için teşekkürler, hadi iyi geceler” deyip arabanın kapısını sertçe çarptı ve yürüdü kız.

Atilla’nın, birden tepesi attı; her şeyin bittiğini daha yeni idrak edebilmişti!

“ - Demek öyle ha! Paraya el koyarken öyle demiyordun ama!”

“ - Sus, duyan da başka bir şey sanacak.” Bunu söylerken işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yapmıştı kız. Beni sinirden bir gülme tuttu. Hem gülüyor hem de kafamı arabanın torpido gözüne vuruyordum. Atilla vazgeçecek gibi değildi. Hakkını kimseye yedirmezdi, avukattı ne de olsa! Arabadan inip oturdukları apartmanın kapısına varmış olan kızlara seslendi:

“ - O zaman parayı bölüşelim kardeşim, niye hepsini siz alıyorsunuz!” Gecenin sessizliğinde top gibi patlamıştı sözleri!

Kızlar telaşla içeri girmeye çalışırken binanın giriş katındaki evin lambaları yandı. Açılan pencereden bir kafa uzandı. Ama ne kafa! Ben diyeyim arenada matadordan sırtına şişi yiyip öfkeden çılgına dönmüş bir boğa, siz deyin uykusunda rahatsız edilmiş manyak bir goril!

Ne dediğini anlamak mümkün değildi ama galiba şöyle bir şeyler çıktı ağzından: “ - Neheoluyür lenoordaa!” Bir an şaşıran Atilla, “ - Bişey yok hemşerim, konuşuyoruz” dedi adama.

“ - Kimle gonuşuyonuz lan, bu saatte bu binada?”

Kızlar o sırada içeri girip gözden kaybolmuşlar, bizi mahallenin namus bekçisi gorille başbaşa bırakmışlardı. Atilla ise arkalarından binaya girmeye çalışıyordu. Dedim ya kolay vazgeçmezdi öyle; hem avukat, hem Karadenizli, hem de Boğa burcuydu Atilla; sabırlı, kararlı, azimli, sahiplenici, inatçı!

Penceredeki goril Atilla’nın cevabıyla daha da sinirlenmişti. Demir parmaklık olmasa pencereden dışarı, bodoslama arkadaşımın üzerine atlayacaktı. “ - Dur lan orda, geliyorum!” diye böğürüp kayboldu. Benim gülme krizim yerini korkuya bırakmıştı. Adam bir yakalarsa sadece dövmekle yetinmez, Atilla’nın son model arabasını da ufak parçalara ayırıp bize bisküvi niyetine yedirirdi. Hemen dışarı çıkıp Atilla’yı ite kaka arabaya bindirdim. “ - Çabuk bas gaza, hemen uzaklaşalım burdan” dedim. Atilla hâlâ “ - Dur hele yav, ben böyle bırakmam bunları” diyordu. Tam o sırada apartmanın kapısı açıldı, bizim goril üzerinde askılı atlet ve şort, elinde de kalın bir sopayla göründü. Atilla’da şafak ancak o zaman attı. Telaş ve korkudan eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Rölantide çalışan arabayı stop ettirdi; o kadar paniklemişti ki, bir ara eli direksiyondayken "lan direksiyon nerde" diye arandı. " - Oğlum elinde ya, tuttuğun ne?" dedim. Neyse ki arabayı güç bela çalıştırıp vitese taktı, gaza bastı. Hızla uzaklaşırken arkaya baktım.

Goril “ - Gelin lan buraya, gaçmasanıza, homına goduklarım!” deyip elindeki sopayı fırlattı. Sopa arabanın bagaj kapağına geldi. Durup hasar kontrolü yapacak halimiz yoktu. Eve kadar son hızla sürdü Atilla. Arabayı park ederken kaputa baktık. Biraz yamulmuştu. Atilla küfürü bastı. Ben yine gülme krizine girmiştim. Kendimi tutamıyordum, “ - Boşver Atilla, cana geleceğine mala gelsin, o sopa belimizde kırılsa daha mı iyiydi?” dedim.
" - Oğlum sende mi bir uğursuzluk var bende mi bir türlü anlayamadım!" deyip tampona bir tekme savurdu..

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..