Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

nazende korkmaz yıldız

http://blog.milliyet.com.tr/nazende1

11 Ocak '22

 
Kategori
Aile
 

BABALAR VE KIZLARI

Babam… Babam benim…

Babalarımız... Babalarımız bizim…

Ve... Evlatlar... Evlatları babaların…

Seven ve sevilen bir baba… Genç yaşta bu dünyadan göçüp, bütün sevenlerini ve sevdiklerini geride bırakarak giden babam...

Birkaç sayfa yazıyla anlatabilmek mümkün mü babamı? Değil elbette, biliyorum ama deneyeceğim, şimdilik tabi. Sonrası mı? Ömrüm olursa O’nun kitabını yazacağım.

Köyümüzün muhtarıydı benim babam. Altı ahır olan, üst katta insanla dolup taşan muhtar odamız vardı. Bize göre küçük bir devlet dairesi gibiydi. Giden gelen devlet memurları orada ağırlanırdı. En çok da aşıcılar gelirdi… Köye gelen her arabayı gören çocuklar bayram ederdi, bizim kapıya geldiği için ise bizi gururlanırdı, bu cip tarzı devlet arabaları.

Biz çocukların o çok sevdiği muhtar odası, evimizden ayrıydı. Tahta merdivenle çıkılan bu odanın önünde cumbaya benzer bir bölmesi vardı. Muhtar odamız, şark odası şeklinde döşeliydi. Tahtadan yapılı, üstü halıdan minderleri ve yastıkları olan, oturmaya ve yatmaya yarayan ‘L’ biçiminde, bizim ‘çıktı’ dediğimiz daha çok bilinen adıyla sedir vardı. Odanın en önemli eşyası; kolu çevrilerek çalışan gramofonumuzdu. Babamın tahtadan yaptığı büfe gibi bir dolapta dururdu, zamanın o kıymetli cihazı. Aynı dolabın farklı gözlerinde misafir bardakları, fincanları bulunurdu. Misafirlere yemek evde pişer, odaya taşınırdı. Geleni muhabbeti ile uzun saatler hoşnut eden babam, hem köylümüz hem gelenler tarafından sayılan, sevilen, değer verilen biriydi. Misafirimiz hiç eksik olmazdı. Recep Çavuşun muhabbetine doyulmazdı. İnsanların derdi bitmez elbette (insanların derdi biter mi?), gelenin derdi olsa da babamın muhabbeti ile giderken; rahatlamış, huzurlu, yüzü güleç olurdu.  

Hayat hep böyle devam etmedi. Köyü basan sel felaketi ile görevi artan babam; köy, kent ve başkent arasında koşturmaya başladı. Yeniden köy kurulması gerekirdi. Bizim de selden dolayı kayıplarımız vardı. Topluma hizmeti çok seven babam, görevini daha rahat yapabilmek için karısı ve çocuklarını İstanbul’a yerleştirdi. Oysa biz, babamızın can kızlarıydık. O da bizim can babamızdı. Çok özleyecektik birbirimizi ama görev her şeyden üstündür diye, ayrı kalmak zorundaydık. Arada İstanbul’a gelip gitmesi sevgisine doymamıza yetmeyecekti, yetmedi de...

Devletin verdiği müteahhit ile yine devletin verdiği yeni bir yere, köylünün yeni evleri yapılacaktı.

Dört kız, bir erkek beş kardeş ve annem artık İstanbul’daydık. Zordu, bu şehre yerleşmek ve yaşamak. Hem de bir felaket sonrası gelmek ve yaşamak zorunda kalmak, zordu…

İlkokul dördüncü sınıftaydım. Babam İstanbul’a gelmişti. Onun yanımızda olduğu her an bayramımızdı bizim. Kaç gün sonrasında hatırlamıyorum. Bir gün sohbet esnasında fenalık hisseden babamı, kuzeni sırtında koşarak taksiye ulaştırdı. Ambulans çağırmak için telefon lazımdı. O günler telefon olmadığı gibi taksiye ulaşmak da kolay değildi. Önce Haydarpaşa Numune Hastanesi sonra da Siyami Ersek Kalp Hastanesine yatırılmıştı. Hastaneden iyileşerek çıkan babamı, artık köy evleri bitene kadar yalnız bırakmamız mümkün değildi. Ne yapmalıydık? Köyümüze geri dönme kararı verilmişti. Nasıl olacaktı ki? Ağabeyim evlenmişti zaten. Sadece annem gitse biz dört kız nerede kalacaktık? Bunlar konuşulurken benim büyüğüm okulu bırakma pahasına, eşyasını topladı “ben kalmam” diye eklendi, büyük ablam da gidecekti. Kardeşim henüz küçük diye bırakılmayacaktı. Benim ilkokulu bitirmeme bir yılım kalmıştı, sesim de çıkmazdı zaten. Okulumu bitirmeliydim, nerede kalacağım önemsizdi.

Köyde beş kişilik bir aile, yeni bir yaşam kuracaktı. Ben ağabeyim ve amcamlarda kalacaktım. Öyle de oldu. Okulum bitti. Ben de artık ailemin yanına köye dönmeliydim. Okuma isteğim içimde kalsa da ailemin yanında olmalıydım.

İki yıl köyde ailemin kurduğu yeni düzene ayak uydurmaya, katkıda bulunmaya çalışsam da içimdeki okula devam edememe burukluğu hiç geçmiyordu. Bir yandan ailemle olduğum için iyiydim, ama okuyamadığım için mutlu değildim. Bunu en iyi babam görüyordu.

Babamın ara sıra tekrarlayan rahatsızlanması bizi korkudan deliye döndürüyordu. Babam rahatsızlandığı zaman biz dört kız ne yapacağımızı bilemez olurduk. Nefes alma sıkıntılarını gördükçe kuşlar gibi çırpınıyor, ama üzmemek için yanında ağlamıyorduk. O da, bizi üzmemek için yanında istemiyor, rahatsızlığını fazla belli etmemeye çalışıyordu. Tüm bunlara rağmen çocukluğumda yaşadığım en güzel iki yıl sayılırdı. Çünkü babam vardı yanımızda. Bir de okuma imkanım olsaydı...

5.sınıfta kaldığım bir yıl zordu. İstanbul’a göçene kadar farkında olmadığım aile bütünlüğünün tadına şimdi varıyordum. Ailem benim için çok farklıydı, çok daha kıymetliydi artık. O yaşta bir çocuk için yanında kaldıklarım, yakınlarım da olsa anne baba ve çocuklardan oluşan aile çatısı altında olmak bir başkaydı. Çünkü yer sofrasına dört can kızını almadan yemeğe başlamayan babam vardı. Ne vardı ki soframızda? Her ne varsa tadı vardı. Çünkü o sofrada babamız vardı. Bunun için ailede, birbirine atılan sevgi yumağı olması yeterdi.

Babam hem annemi hem de kızlarını çok seven, bir ADAMDI. Annem babamdan, babam da annemden hoşnuttu. Babam bizimle olsun, başka neye gerek vardı ki? Babamın görev yükünü azaltmak için, elimizden geleni yapıyor, köylüye yapılan evler bir an evvel bitsin diye bir yandan ona yardım ediyorduk.

Kendi adıma tek mutsuzluğum okuyamamaktı. Bunu bilen babam, bir gün ilçeye gittiğinde kızlar için yapılan yatılı okul muhabbetinde hemen gerekli olanları öğrenmişti. Dönüşünde hevesle bana anlatmıştı. Kaydımı yaptırmıştık, hepimiz sevinçle sınav tarihini bekliyorduk. Sınav belgesi gelmeden babam yine rahatsızlandı. Yeter ki iyileşsin hiçbir şey umurumuzda değildi, annemin ve biz kızlarının... Sivas’ta Numune Hastanesine yatırılmıştı. Sonrasında, benim sınav belgem geldi. Sivas’ta sınava girecektim. Büyük ablamın refakatçi kaldığı hastanede babamı ziyaret edecektim. Beni sınava köyden bir amca götürmüştü. Sınav sonrası düşündüğüm gibi oldu. Babamı ziyaret ettim, ablamı gördüm, köye güzel haberle dönüyordum. Fakat babam orada iyileşip eve dönmedi.  İstanbul’a sevk edildi. Amcamlar gelip götürmüşlerdi.

Aradan haftalar geçti, sınav sonucumu bekliyordum. Eylül ayı yaklaştı, okulların açılmasına az kalmıştı artık. Bir gün dört kız, tarlada orakla ekin biçiyorduk. Evimize yakın bir tarladaydık. Köyden bir çocuk tarlaya gelip babamların köye döndüğünü haber vermişti. Tarlayı biçmeyi bırakıp köye doğru koşuyor, adeta yarışıyorduk. İniş yokuş dere aldırış etmiyorduk. Ayaklarımdaki naylon ayakkabılar çamur tutmuştu, ağırlaşmıştı, koşmamı zorlaştırıyordu, naylonlarımı elime alıp koşuyordum bu kez. Ayağıma taş, diken batıyor, aldırış etmiyordum. Her birimiz, ‘babamı önce ben göreyim’ düşüncesiyle daha hızlı koşuyorduk. Hangimiz önce eve girdik hatırlamıyorum. Üç odalı, geniş bir holü olan bu ev insan doluydu. Amcalarımı, halamı, ağabeyimi gördük. Köydeki diğer insanlar da evdeydi. ‘hoş geldiniz’ demeye gelmiş olabilirlerdi. Biz, o odadan o odaya bakıp, hangi odada olabilir diye babamı arıyorduk. Babamı göremiyoruz, ama biz iki küçük, kalabalığa bir anlam veremeden hala babamı aıyor, soruyoruz.

Bir rüya mıydı bu?

Değildi ne yazık ki, gerçekti… Oğlu, kardeşleri gelmiş, babamı getirememişlerdi. Karacaahmet'e ebedi istirahatgahına bırakmışlardı. Ve biz; birinin “başınız sağolsun” sözüyle acı sonla, gerçekle yüzleşmiştik... Başımız hiç sağ olmadı, o günden bu yana.

Benim için de ayrıydı, bu acıyı yaşamak. Girdiğim sınavın sonucu, “okulu kazandınız” diye gelmişti. Oysa ben; iki hafta ocağın başında kafamı dizlerime dayayıp, gözümü ocağa dikip saatlerce hareketsiz, aynı yere bakıp, donup kalmıştım. Benim için artık okumanın da önemi yoktu. Ancak yakınlarım özellikle halamın etkilemesiyle gitmeme karar verilmişti ve yatılı okula gönderilmiştim. Annem ve kardeşlerimden de ayrılmıştım.

Artık yalnızdım... Okuldaydım... Kalabalıklar içinde acımı tek başıma yaşayacaktım...

Neydi sebebi canımızı bu kadar yakan, yüreğimizi dağlayan bu acı? Babamızın gençliğiydi evet, daha da önemlisi sevgisinin eksikliğiydi, yoksunluğuydu.

Babamızın acısı her birimizin yüreğinde hala… Hala diyorum çünkü, 50 yılı aşkın bir süredir böyle bu. Patolojik yas diye kavramlar kullanılır ya buna. İsim koymalar kolaydır da yaşaması hiç kolay değildir.

Babalar için kızları, kızlar için babaları çok özeldir…

Sevgileri, başka sevgilere benzemeyendir…

Benim BABAM hala her birimizin en değerlisidir…

 
Toplam blog
: 12
: 230
Kayıt tarihi
: 02.08.21
 
 

Marmara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi emekli öğretim üyesiyim. ..