Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '19

 
Kategori
Anılar
 

Bakan, Müdürden Özür Diler mi?

                1930’lu yılların ilk yarısında, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde müdürlük yapan Halit Ziya Kalkancı, daha önce İstanbul – Çapa Kız Öğretmen Okulu müdürüdür.

                Başvuran 400’den fazla adaydan, sıkı bir sınav yapıp verilen kadro sayısınca seçer öğrencilerini. Dersler başladıktan bir hafta sonra, odasına üç kız girer. O günlerin Millî Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray’ın bir mektubunu verirler kendisine:

                Bakalım, neymiş konu:

                Kızlar, Erenköy Kız Lisesi öğrencileridir. Sayın Bakan, bu kızların, öğretmen okulunun son sınıfına alınmalarını istemektedir.

                Koskoca bir “Bakan”ın isteğini, bir okul müdürü geri çeviremez; değil mi ya! Neyse, bir öykümüze dönelim:

                Halit Ziya, mektubu okuyunca yüzünü ekşitir. Mektubu avucunda sıkar, sonra kızların suratına fırlatarak kovar onları odadan.

                Bir gün sonra, o günlerde “Maarif Emini” denen İstanbul Millî Eğitim Müdürü Nail Bey, telefonla çağırır; bizim öfkeli müdürü.

                Halit Ziya, niçin çağrıldığını bildiği için, müdürün odasına girdiğinde, ısrara karşın oturmaz. Okulda işi olduğunu, bu nedenle emrin bir an önce söylenmesini ister.

                Millî Eğitim Müdürü, “Bakan”ın arzusunu tekrarlayıp o üç kızın okula alınmasını rica eder.

                Halit Ziya, hiç ezilip büzülmeden görüşünü açık söyler:

                “Sınavlar yapılmış, kadro dolmuştur. Üç değil, bir öğrenci bile alacak imkânım yoktur. Millî Eğitim Bakanı’nın bu isteği yersiz ve usulsüzdür.”

                Müdürün ricasını sürdürmesi üzerine:

                “Bu okulda yönetici olarak kaldığım sürece, bu biçim yolsuzlukların ve iltimasların yapılmasına asla izin vermem. ‘İlle de bu üç öğrenciyi alın’ diyorsanız, istifaya hazırım ben.” deyip cevap beklemeden çıkıp gider.

                Halit Ziya, pazar günleri de okuldadır. Bu olayı izleyen ilk pazar, telefon çalar. Halit Ziya açar telefonu:

                -Kimsiniz? Müdürle konuşmak istiyorum.

                -Ben Müdür Halit Ziya…

                -Müdür Bey, bugün pazar. Siz orada ne arıyorsunuz?

                -Ben istediğim zaman burada olurum.

                -Ben rica etsem, Pera Palas’a kadar zahmet buyurup gelir misiniz lütfen?

                Bizim öfkeli müdür, telefon edenin Millî Eğitim Bakanı olduğunu çoktan anlamıştır; ama anlamazlıktan gelir:

                -Ben orasının döner kapısından nasıl girileceğini bile bilmem ve beceremem.

                -Siz gelin. Ben orada görevli bulundururum. Sizi kapıdan içeri alır.

                -Tıraş olmam gerekir. Buradan oraya tramvayla gitmek bir saat tutar. Sizi bekletmiş, değerli zamanınızı boşa harcatmış olurum.

                -Ben Millî Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü… Müdür Bey, size arabamı göndereceğim. O gelinceye kadar tıraş olursunuz. Sizinle görüşmek istiyorum.

                Bu açıklamadan sonra, direnmenin anlamı kalmamıştır elbette. Hazırlanmaya başlar. Okulun önüne gelen makam aracıyla gider Pera Palas’a.

                Ev kadar geniş bir salona girince, Bakan, bizim müdürü kapıda karşılar. Oturtup bir şeyler ikram eder.

                -Sizi görmek, tanışmak ve elinizi öpmek için çağırdım; deyip şöyle devam eder:

                 -O kızlara karşı davranışınızı çok doğru buldum. Millî Eğitim Müdürüne söylediklerinizi de dinledim. Yandaki salonda idim ve kapı açıktı. Şimdi sizden özür diliyorum. Bu konuyu böylece bırakıp eğitim konularında fikirlerinizi almak istiyorum.

                Halit Ziya, bir kavgaya hazır olarak gelmiştir buraya ama bakar ki, Bakan’ın amacı bu değil. O, yine de görüşünü eğip bükmeden dosdoğru söyler:

                -Beyefendi, sınava giren kızların hepsi fakir aile çocuklarıydı ve başarılı idiler. Bizim okula giremeyenler, gündüzlü hiçbir okula giremezler; okuyamazlar. Size bir teklifim var: Bakanlık, bize onları alacak kadroları versin, hem alamadığımız o çocukları, hem de sizin gönderdiğiniz üç kızı alalım. Mademki onlar da bize gelmek istiyorlar, hepsini yerleştirecek yer bulurum.

                Bakan, bu öneriyi benimser. Hemen o gün bakanlığa telle kadro ve ödenek gönderilmesi emrini verir. Bunun üzerine, sınavda başarılı oldukları halde, kadro ve ödenek yokluğundan alınamayıp geri gönderilenler ve o üç kız çağrılarak okula alınır. Böylece, 200’e yakın yoksul aile çocuğuna okuma fırsatı kazandırılmasıyla sonuçlanır; müdürün bu direnişi.

                Eğitimci yazar Hürrem Arman, 1933 – 1934 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciyken okul müdürü Halit Ziya Kalkancı’dır.

                Yazarımız okulu bitirince, “İlköğretim Müfettişi” olarak atanır İstanbul’a. Öğretmen Mübahat Hanım’la nişan törenine, o sırada İstanbul’da bulunan müdürü Halit Ziya beyi de davet eder.

                Mübahat Hanım da Çapa Öğretmen Okulu’ndan öğrencisidir; Halit Ziya’nın.

                Nişan töreninden sonra, söyleşiye devam ederlerken, Halit Ziya bey, Bakan Cemal Hüsnü Talay’la ilgili anısını anlattıktan sonra, Arman’a dönüp: -

                -İşte o üç kızdan biri, senin nişanlandığın Mübahat ve ablası Nerime idi; der.

                Bu olayı, daha sonra eşi de aynı şekilde anlatmıştır. Dahası, Halit Ziya, okuldaki her toplantıda o üç öğrenciyi gösterip, “Sakın bunlar gibi iltimas peşinde koşmayın.” diye öğüt verirmiş öğrencilerine.

                Arman, 1943’te Hasanoğlan Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü müdürü olunca, Halit Ziya Kalkancı da Yüksek Köy Enstitüsü’ne matematik öğretmeni olarak atanır.

                Üç yıl birlikte çalışırlar; karşılıklı sevgi ve saygı sınırları içinde, uyumlu olarak.

                Sormak isterim: Halit Ziya bey gibi bir müdür tanıdınız mı? Ve de Cemal Hüsnü Talay gibi, kendi emri altındaki bir müdürden özür dileyen başka bir bakan gördünüz mü, duydunuz mu?

                Çok merak ettiğim bir şey de şu:

                Ricasını yerine getirmek yerine, mektubunu buruşturup atan “saygısız müdürü”(!) görevden almadığı, azarlamadığı, aksine O’ndan özür dilediği için, boyu bir karış küçülmüş müdür acaba, o “Sayın Bakan”ın? (1)

                               H. ESAT YAVUZTÜRK ve EMEKÇİNİN EL KİTABI

                Çocukluğumdan beri, en güç koşullarda bile zayıfların, güçsüzlerin haklarını savunanlara karşı hayranlık duymuşumdur hep.

                İlk olarak “Umut Peşinde” adlı anı-romanını okuduğum H.Esat Yavuztürk’ü de bu yüzden sevdim işte. Yazarımız, o çok değerli eserinde bir roman kompozisyonu içinde yoğurarak anlattığı  düşüncelerini, yeni basılan “Emekçinin El Kitabı” adlı eserinde soru-cevap yöntemiyle öyle güzel dile getirmiş ki!..

                Sorular da sıkıcı değil, cevaplar da… Hayır hayır, hiçbir cevap ansiklopedik bilgi değil... Sorular da cesur, cevaplar da…

                Kafka’nın, “Gerçek edebiyat, eğlendirirken bilgilendirir. Okuduğumuz kitap, bir yumruk gibi tepemize inip bizi uyarmadıktan sonra neye yarar?” sözünü ilke edinmiş kendine, Esat Yavuztürk.

                Emekçinin El kitabı, böyle bir eser işte! Yumruk gibi iniyor; insanın tepesine.

                Başka söze gerek var mı? (2)

 Hüseyin Erkan

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

------------------------------------------------------------------------------------------------

  1. (1)- Bu yazı, Hürrem Arman’ın “Piramidin Tabanı – Köy Enstitüleri ve Tonguç” adlı eserindeki “İltimas Mektubu ve Dönerkapı” başlıklı bölümden yararlanılarak hazırlanmıştır. (Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, 2016 İzmir)
  2. (2)- Emekçinin El Kitabı, H. Esat Yavuztürk, Dorlion Yayınları, Ankara, Eylül 2019, İnsancıl Kitap
 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..