Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '11

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Başdere'den Ürgüp'e ilginç bir yürüyüş

Başdere'den Ürgüp'e ilginç bir yürüyüş
 

Mehmet ERBİL: İlg,nç Doğasıyla Ürgüp (1976)


Biz iki arkadaş nerede buluşup görüşsek, ertesi güne bir gezi planı yaparız. Bu nedenle çevreyi didik didik ettik desem yeridir. Hele Emrullah Güney alanı gereği, çevrenin jeolojik yapısını inceler, notlar tutar, fotoğraflar çeker durur. Çünkü o günlerde bu konuda tez hazırlığı vardır. Kaynakları tarar, notlar alır, yazar, çizer ve de görmediği yerlere öncelik verirdi.

Yine böyle bir inceleme gezisi için, ertesi gün saat 8.00’e sözleşmiştik. Emrullah Güney’le Ürgüp’ten Başdere’ye gidecek oradan da vadiyi izleyerek Ürgüp’e yaya gelecektik.

8.30’a doğru dolmuşun yanına vardık. Kalkmak bilmez. Bir saate yakın bekledik. Neyse araca yeterince kişi binince kalktı.

İlk durağımız Başdere Belediyesi oldu. Şeker gibi bir adam belediye başkanı. Belediyenin hemen karşısında bir gazino inşa ettiriyor. Küçük havuz da yaptırmak arzusunda. Planlarını anlatıyor bize.

Güzel bir başlangıç.

Köyün içinden vadiye indik. Dar bir vadi. İşlenir toprak çok az. Su yok. Açılan kuyulara, kuruyan dere yatağının suyu toplanıyor. Onunla sulama yapılıyor.

Bahçelerden geçiyoruz. Daracık yerlere ne bulmuşsa ekmiş adamlar. Patates ağırlık gösteriyor. Sonra sebzeler geliyor. Tohum almak için soğanlar bırakılmış. Gıska için presitler doldurulmuş. Maşallah diyorlar presitlere. Bizde “garık” derler. Lahana, domates, kabak gözüküyor presitlerde. Yeşil bibere hiç rastlamadım sayılır. Salatalık da öyle. Bahçe kenarlarında kaysı ve armut ağaçları var. Elma çoğunlukta. Oysa erik çok az. 5-6 bahçe sonra bir köke rastlanıyor.

Bahçeler iki dağ arasında kaldığından engebeli. Toprak akmasını önlemek için yer yer kademeler yapılmış. Kuru taş duvarlar örülmüş, toprak doldurulmuş.

İlerledik.

Kaysı, elma yiyerek devam ediyoruz yolumuza. Üzümler hiç olmamış. Az ötede Yılmaz Güney’in kaçakçıları konu alan bir filminin çevrildiği terkedilmiş bir köy var. Yeni yerleşme yeri tepede. Bırakılma nedeni toprak kayması. Yıkıntıları gezdik. Bir zamanlar burada da insanlar acıları ile, sevinçleri ile baş başa kalmışlar diye düşündük. Çamaşırlıkları var. Köyün topluca çamaşır yıkadıkları, içinde suyu olan bir oda bu. Ama genişçe ocakları olan bir oda.

Köyün alt yanında bir mezarlık gözüküyor. Hüzün taşan bir görünüm. “Bir zamanlar biz de vardık” der gibiler.


Evlerin alt odaları çoğunluk kayadan oyulmuş. Bana Göreme kiliselerini anımsattı. Köyün adı: Demirtaş.

İlerliyoruz.İlerden beyaz evleriyle İLTAŞ (halkın diliyle İLDEŞ) gözüküyor. Yollar hep keçi yolu. Daracık. Aşağı vadi yeşilce uzanıyor. Ta Ürgüp’e dek. Oradan da daha aşağılara.

İlerledikçe bahçelerde yer yer çalışan erkekler görüyoruz. Bazen bir kadın bir çocuk görülüyor. İşini bitirip köyüne dönen eşek üstündeki insanlar da arada bir selamlaştığımız kişiler oluyor. Çalışanlara selam verip kolay gelsin dileklerimizi iletiyoruz. Arada bir elma koparıyoruz ağaçlardan ağzımızı sulandırmak için.

Biçilen ekinler harman yerine taşınıyor. Köyün harman yeri oldukça kalabalık. Hem insan, hem ekin yığınları, hem de çocuklar kalabalığı. Bize, turistler mi geliyor diye dikkatlice bakıyorlar. Selam verince anlayıp gülümsüyorlar ve karşılık veriyorlar. Köyün içinden geçerek tekrar vadiye, bahçelere karışacağız… Evler hep aynı, köyler düzen olarak hep aynı diye düşünüyorum orta Anadolu’da.

Emrullah Güney İLTAŞ köylülerinin saf ve temiz insanlar olduğunu anlatıyor. Gördüğüm, konuştuğum insanlarda bunu açıkça sezdim.

Çıkıyoruz köyden. Vadiye inerek, oradan birazcık tepeye doğru çıkıyoruz. Önümüzde düz bir alan ve yeniden bahçeler başlıyor. Değişen bir şey yok… Yine patates, yine domates, lahana, kabak ekili yerler ve meyve ağaçları.

Bir köylüye selam veriyoruz. Biçtiği buğdayı toplayıp harman yerine götürecek. Selam verip konuşuyoruz. Yakınlık gösteriyor. Dert yanıyor arkasından. Bu gördüğünüz on presitlik yer 5 kişiye kalacak. İşte böyle böyle bu bahçeler, bu topraklar parçalanıyor. Ben ölünce burası beşe bölünecek. Gayrı gerisini siz düşünün. İyi ki Avrupa çıktı. Yoksa bu köylerde her gün 2-3 cinayet olması işten bile değildi. Hak verdik. Bir de resmini çekip ayrıldık.

Bahçelerde yola devam.Arada bir ilginç bulduğumuz ağaç kütüklerini, ağaç gövdelerini çekiyoruz. Genellikle gövde dokusundan hareket ederek kompozisyona gitmeye çalışıyoruz. Bu arada tohumlanmış bir soğan presitinden bir bölüm çekiyoruz. Amacımız yine yüzey değerlendirmek, dokuya varmak.

Yolumuza devam ediyoruz. Vadinin dibine dek iniyoruz. Çay kurumuş. Yer yer kuyular ve bu kuyulara kurulmuş su motorları görüyoruz. İlerde çalışan bir tanesi var. Varıyoruz. İki kişi oturmuşlar, konuşuyorlar. Selam verip oturuyoruz.

Dertleri çok. Kuyuların ancak iki saat çalışabildiğini söylüyorlar. Sonra dolmasını beklemek gerek. Kuyu açan bir de motor koyunca çevresini de yararlandırıyor. Ama saati elli liradan. Yine de iyi diyorlar.

Biri anlatıyor. Gübrenin karaborsa olduğundan yakınıyor. İsteyen 5-6 ton, hatta 10 ton alıyor. 110 liradan para ödüyor. Biz birkaç torba alamıyoruz. Onlardan 150 liraya karaborsa alıyoruz.

Bir ara İstanbul’a bir kamyon patates götürdüm. Bir odada oturmuş konuşuyoruz. Adamın birine sordum. Ne kadar patates getirdin diye. Hiç az, kıymeti yok dedi, 70 ton. 2 liradan satsa 140 bin lira. Acı acı güldüm dedi.

Emrullah Güney sordu. “Bahçenizde neler ekili?” “Bir eve ne gerekiyorsa hepsi var. Ama hepsi ağız tadımlığı” diye ekliyor adam. Yani emeğini korutmuyor(kurtarmıyor).

Emrullah bey anlatıyor. Yüksek mühendis Yeşilöz köyünden biri ile İstanbul’da konuşurken, anlat hele demiş sizin oralarda ne eker ne biçersiniz? Adam bir yığın şey sayınca öyleyse sizin oralarda geçim çok zor demiş.

“ Öyle ya” dediler. “Arazi geniş olsa tek ürüne emek verilir, kazanç artar. Oysa bir avuç kadar yerde bir eve gereken her şeyi yapmak zorundayız.”

Bunlar Boyalı köyündendi. Vedalaşıp ayrıldık. Yolumuza aynı münval üzere devam ediyoruz… Ağaçlardan elma, kaysı yiyerek.

İlerde bir karı-koca biçilen sapları yüklüyorlar. Genç bir çift. Kolay gelsin deyip varıyoruz. Kadın örtünüyor. Adam terlemiş, alnında buram buram ter var. Boncuk taneleri gibi. Başdere’den gelip böyle yürüyerek Ürgüp’e gideceğimizi duyunca şaşırdı. Öncekiler de şaşırmıştı.

Tuttu bu sıra terkedilmiş köyle ilgili bir efsane anlattı. Orada bir ARPACIZADE YATIRI var. O yüzden oraya hiç dolu düşmez. Anlattı. Oradan geçerken biri “çabuk git, şimdi yağmur gelecek” diye söylemiş. O da aldırmamış. Oysa tepeyi dönünce bir bulut yığını ve arkasından da yağmur bastırmış.

Geçen yıllarda köylüler yatıra bakmamışlar, davar otlatmışlar. İşte o zaman dolu yağmış. Bunun üzerine yeniden onarmış ve bakmışlar. Şimdi dolu yağmıyor oraya. Buralara yağar, oradan gelip geçer. İşte böyle.

Ayrıldık.

Boyalı’nın önünden geçiyoruz. Yine motor homurtusu. Patates suluyorlar. Öğretmen Hayri bey var. Selamlaştık. Yürüyerek gideceğimize O’ da şaştı ve gülümsedi.

Karain köyü bahçeleri içindeyiz. İlerde çayda buğday yıkıyorlar. Yaklaştık selam verdik, selam aldı adam. Çayın suyundan söz ettik. Bu su Karacaören’in dedi. Bizim su yukarda. Ayrıca motorla da sulama yaparız. Bunu daha önce dedelerimiz hal yoluna koymuş. Anlaşmışlar. Yukarda bir su var. Gündüz bizim, gece Karacaören’in. Güzel bir çözüm.

Yola devam ediyoruz. Aşağıda çayın tabanını derinleştiren dört Karacaören’li var. Biri genç çocuk sayılır. Selam verdik tatlı tatlı sohbete başladık. Su derdi bunların da baş derdi. Dedelerine dua ediyorlar. Yoksa şimdi bizler Karain’lilerle anlaşamazdık. Çünkü her birimizin karnında seksen tane kurt var. Oysa eskiden köylerimiz iyi anlaşırmış. Bir düğün olsa elli altmış kişi karşılıklı gider gelirmiş. Şimdi bir tek kişi bile yok.

Çalışanlar hem yevmiye alıyorlar, hem de kendi bahçelerine su götürmüş oluyorlar. İşçi bulamıyorlarmış. Çünkü Alamanya herkesi burnu havalı yapmış. Anlatan adam geçen yıl hacı olmuş. Konuşkan. Tam medrese diliyle konuşuyor. Zaten Karacaören de hemen hemen hacca gitmeyen yok.

Yine yola devam. Gelene geçene selam faslı devam ediyor. Toprak kum gibi. Üfürsen uçacak. Köylünün çilesi buralar.

Yürüdük gördük Sivri Taş’ı. Karşıya geçmek gerek. Sıvadık paçaları. Ayakkabıları çıkardık. Çay boyunca yürüdük. Pınar otelin kıyısında çıktık sudan. Yorgunluktan ağrıyan ayaklar dinlendi suda. Ve de; 10 Ağustos 1976 saat: 17.00 de Pınar Otel’de içilen çay daha da dinlendirdi bizi.

Ve böylece hem ilginç, hem de dolu dolu bilgilenmelerle geçen gezi tatlı bir yorgunlukla bitmişti. Ama o insanların zor yaşam koşulları, geçim zorlukları günümüzde de aynen sürüyor.


Mehmet ERBİL


www.mehmet-erbil.tr.gg

 

 
Toplam blog
: 63
: 729
Kayıt tarihi
: 29.09.11
 
 

Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi-Yüksek Lisans Resim-19 kişisel Resim Sergisi Yazı..