Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '12

 
Kategori
Anılar
 

Bekir Yıldız

Bekir Yıldız
 

Bekir Yıldız


Geceyarısının çoktan geçildiği, hatta daha doğrusu, güneşin doğup, ortalığın da aydınlanmasına sadece bir kaç saat vardı denebilecek bir vakitte, elimdeki kitabı bitirdim. Türkler Almanya'da. Yazan Bekir Yıldız.

Sonra, baktım hala uykum yok, '' Yoksa sabaha bırakmasam mı ? '' diye bir an aklımdan geçirdim, hep yapmayı istediğim ama sıklıkla da ihmal ettiğim, blog'a okuduğum kitaplar hakkında yazma işini.

Çünkü, iş bellemezsen ve ''Amaaan sonra yazarım'' dersen, çok iyi biliyorum hiç bitmiyor o sonra'lar...

Sonra, sonra'ya bırakmadan yazmaya karar verdim. ''O zaman önce, bir kapak(!) fotoğrafı yüklemek lazım'' dedim içimden. Geçmişte bir iki kere fotoğrafsız yazı yazdığımda anlamıştım ki, ''ı ıh olmuyor''du. İlgi, alaka uyandırabilecek bir fotoğraf eklememişsen yazına, hele bir de o başlıkta kabak gibi ''Kitap'' yazıyorsa, alacağın tık 50, hadi bilemedin 100. Bir tık fazlası değil.

Şimdi kim derse, ''Okunmak o kadar da önemli değil'', yalan tabi. ''Dış güzellik değil, mühim olan insanın içi temiz olsun'' gibi bir yalan bu da. Adamın ya da kadının iç güzelliğinin farkına varabilmek için, önce dışı çekecek ki seni, zaman ayırasın. Yoksa kim ilk görüşte dikkat çekmeyen, çekse de ilgi uyandırmayan birini tanımak ister? Hadi bana inanmıyorsunuz, peki Nasreddin Hoca ,  ''Ye kürküm ye'' derken sizce aynı şeyden bahsetmiyor muydu?

Aldım kitabı, tarayıcının kapağını kaldırdım, kitabın kapağı alta gelecek şekilde yerine yerleştirdim, tam tarayıp yükleyeceğim bilgisayara, bir anda saatin kaç olduğu aklıma geldi, vazgeçtim. Halbuki son sahaf seferinden ele geçirdiğim, cillop gibi kapağıyla 1966 basımı bir kitap fotoğrafı da, güzel giderdi doğrusu. Gerçi artık, eski kitaplar satan sitelerde de fotoğrafı var, yani taramayla falan uğraşmaya da gerek yok ama, istiyorum ki yükleyeceğim özellikle fotoğraf benim elimdeki kitaptan olsun, artık farkını kim anlayacaksa?.

Yine içimden kendi kendime ''Şimdi gır gır gır tararken gürültü çıkacak, zaten ayak uçlarıma basarak yanından ayrılıp kütüphaneye geldiğim eşim rahatsız olacak'' falan derken, ''Tamam'' dedim ''Ben yine internetten bir fotoğraf bulur gürültüsüz, patırtısız fotoğrafı yükler, sonra da yazıyı yazmaya başlarım.''

Bekir Yıldız'ın fotoğraflarından şöyle bir kolaj yapıp, ardından da fazla uzatmadan kitapla ilgili bir şeyler yazarım diye işe başladım. Yazı çok uzun olsun istemiyorum çünkü, bana sanki metin uzayınca, insanlar internet üzerinden okudukları yazılara dikkatlerini uzun süre toplayamıyorlarmış ve böylece de o kadar emek verdiğin sözcükler, cümleler nihayetinde de metin heba oluyormuş gibi geliyor nedense.

Tam fotoğraf aramaya başlamıştım ki, sitenin birinde, (şimdi hangisi hatırlamıyorum ve tekrar aradığımda da bulamadım) Türkler Almanya'da kitabındaki Yüce karakterinin aslında yazarın oğlunun ismi olduğunu gördüm. İlginç falan diye kurcalamaya bir başladım ki, her zamanki gibi dağılış o dağılış, toplan toplanabilirsen. İnternet labirentindeyim, ilginç bir bilgi peşine oradan oraya derkeeen, bir baktım sabah olmuş.

Çayı koydum, ekmekleri kızartım. Kendi kendime, ''Gece boyu yağan kar azalmış ama anlaşılan bugün bana yine bahçeyi temizlemek düşüyor'' diyerek, elime notlarımı yazdığım defterimi aldım. Baktım ki kitap hakkındaki yazıyı sonra'ya (Yok bu hayatı ertelemekten kaçış mümkün değil anlaşıldı) bırakmak gerekiyor. O anda artık elimden 'mukadderat' demekten başka bir şey gelmedi .

Çünkü internetten iz sürerek aldığım notlarımın arasında, yazarın hayatından bir kaç anektod var ki, sadece onlar bile başlı başına bir yazı konusu zaten. Bir de girişi  uzun tutarsam, her zaman yapmaktan imtina edip de sonra gene yaptığım şeyi, 'uzun bir blog yazısı'nı hayata geçirmemek için, artık hiç bir bahanem kalmıyor.

*****

Bekir Yıldız, 1933'te Şanlıurfa'da doğar. Babası; bir ağa oğlu olarak kendisine kalan arsaları, arazileri har vurup harman savurmuş, balıklı göldeki balıkları bile altınla besledikten sonra, şimdi meteliğe kurşun atar hale gelmiştir. Oğlunun, Bekir'in doğuşunu Allah'ın bir lütfu, kendisine yeni bir şans daha vermesi olarak algılar baba. 

Babası, kendisine şans getiren oğlu ve tahsili de sayesinde, neredeyse tam da dibe vurmuşken karşısına çıkan polis olup, devlete kapağı atmak ve geleceğini garanti altına almak şansını kaçırmaz böylece minik Bekir de, babası artık Şanlıurfa'da kalmayı gururuna yediremediği için, başka diyarlara göçmekle geçecek hayatına  başlamış olur.

Yıllar sonra, kendisinden ayrılmak için 'ömründen verecek' yazarın, ilk eşi Güler'den Vildan isminde bir kızı ve Yüce adında bir oğlu olur ki, Yüce aynı zamanda Bekir Yıldız'ın ilk romanı olan Türkler Almanya'da kitabındaki kahramanının da ismidir. Bekir Yıldız otobiyografi tadında yazdığı yoğun didaktik eserindeki 'ana karakter' doğal olarak kendisidir ama karaktere oğlunun ismini vermiş, Yüce demiştir.

Almanya'ya gurbete gitmesi ise, üst üste gelen sıkıntıların arkasından olur. Ağa oğlu olan babası, evin geçimi için Yeni Sabah gazetesinde kapıcılık bile yapmaktan gocunmaz ancak bir sabah gelen kalp krizinden ölür. Artık anası, karısı, çocukları ve bir kaç yakın akrabası ile ufacıcık bir evde sıkış tıkış yaşamaktayken, eğitmenlik de yaptığı okuldaki notlarından derlediği ilk kitabı, 'Makine ile yazı dizme sanatı' nı bin bir sıkıntı içerisinde 1962 yılında yayınlar.

Sonra o günlerde, Almanya'ya işçi alınacağını duyunca da, ver elini Almanya. Yaklaşık 6 ay sonra karısı Türkiye'den gönderdiği bir mektupta, artık  tek başına kalmaya dayanamadığını, çocukları da alıp yanına gelmek istediğini yazınca da gurbette beraber geçen zorlu yıllar.

Bu yıllar sonra'ki yazının konusu, o yüzden buralarda çok oyalanmadan, yazarın 4 yıl boyunca çalıştığı Hielderberg'den bütün birikmiş parasıyla bir matbaa makinesi alıp ülkesine döndüğünü bilmekle yetinmek zorundayız.

Dönüşünde, Nuruosmaniye'nin giriş kapısına yakın bir yerlerde Alfabe Matbaası'nı kurar ki Almanya'yı ve başından geçenleri anlattığı Türkler Almanya'da kitabının dizgi işlerini de burada yapar. Bir süre sonra ise matbaasını taşır ve ismini de 'Asya' olarak değiştirir.

Kitabın ilk baskısının ardından o zamanki teknoloji olan kurşun kalıplarını dağıtmaz bile çünkü, ''İlk kitaplar hızla satılıp bittikten sonra aralıksız ikinci baskıya geçebilmek, zaman kaybetmemek için bu gereklidir'' diye düşünse de, işler istediği gibi gitmez ve kitap satmaz.

Kalan kitapları depodan alır, evine getirir ve onlardan bir döşek yapar. Bazı geceler üzerinde uyur. ''Ya da'' der sonraları, ''Belki de kitapların üzerinde kuluçkaya yatıyordum.''

Yıllar geçtikten ve artık meşhur bir yazar olduktan sonra, Türkler Almanya'da kitabı ile ilgili olarak, ''Gördüklerimi, bildiklerimi yazarsam, çok şeyi kurtarabileceğimi sanmıştım bu kitabımla. Ama, kökü, gövdesi kapitalizmin eline geçmiş bir ağacın, yaprağını anlatmanın önemli bir şey olmadığını anlıyorum bugün'' der bir söyleşisinde.

Bu satış başarısızlığının ardından, güneydoğu anadolu'daki aşiret düzeni ve ağalığı yazdığı kitabı ''Reşo Ağa'' önüne bir çok maddi olanak sunar ancak geçmişte on kişi iki odaya sığarlarken, Boğaz kıyısında manzaralı eve karısı ve annesi ile sığmayı beceremezler. Eşinin, annesini istemediğini söyler dostlarına ve ardından da çok önceden eşine jest yaparak üzerine devrettiği evini terkeder.

Ayrılmak için başlatılan hukuk mücadelesi 4 yıl sürer. Evini zaten çok önceden vermiştir, ancak eşi kitaplarının telif haklarını da 'nafaka' olarak ister. Kendisine büyük ün kazandıran 'Reşo Ağa', 'Harran', 'Beyaz Türkü', 'Alman Ekmeği', 'Evlilik Şirketi' ve 'Demir Bebek' kitaplarının telif hakkını 40 yıl süreyle eşine bırakırken asıl ilginç olan, beraberce bir matbaa makinesi alabilmek için ömürlerini tükettikleri Almanya ile ilgili olarak yazdığı baş karakterleri kendilerinin olduğu roman 'Türkler Almanya'da' nın bu ayrılıkta adı bile geçmez... 

1994'te Can Yücel, Demirtaş Ceyhun ve Ataol Behramoğlu ile Rusya'nın Karadeniz kıyılarını kapsayan bir geziye çıkarlar ancak bu gezide sağlığı bozulur ve kalp spazmı geçirir. Ardından da ekonomik sıkıntıları tekrardan gün yüzüne çıkınca, dayanamayıp çok sevdiği Urla-Balıklıova'daki evini satışa çıkarmak zorunda kalır.

İlk eşinden ayrıldıktan sonra ikinci evliliğini hemen yapmış olan yazar, Refik Durbaş'a ''Eski eşime 6 kitabımın haklarını ve bir de Boğaz'da bir ev vermiştim ancak,  hala akıllanmamış olsam gerek ki bu sefer de bir sarışın kadına aşık olup evimi kaybetmek üzereyim'' der. Ancak ''Aman'' falan derken anlaşılır ki, sarışın kadın Tansu Çiller'dir ve ekonomik krizden dolayı ev satılıyordur.

1998'de son nefesini veren yazar, artık o andan sonra, yazdıklarıyla anılacaktır.

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..