Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '12

 
Kategori
Kitap
 

Türkler Almanya'da - Bekir Yıldız

Türkler Almanya'da - Bekir Yıldız
 

1966 yılı basımıTürkler Almanya'da kitabı kapak fotoğrafı ve Kültür Şoku.


Türkler Almanya'da, Bekir Yıldız'ın İstanbul'dan başlayıp Almanya'ya  gurbete uzanan tren yolculuğunu,1962-1966 yılları arasında Hiedelberg matbaası tesislerinde işçi olarak geçirdiği dört yılı, fabrikada arkadaşları ile çalışırken başından geçenleri, uyum zorluklarını, kültür farkının yarattığı olayları, ailesinin yanına gelişini ve en sonunda da istediğini elde edip geri dönüşünü anlatan bir roman.

Almanya'ya işçilerimiz gitmeye başladıktan bir süre sonra, konuya dair ilk Türkçe edebiyat örnekleri de ortaya çıkmaya başlamış. 1965'te Nevzat Üstün'ün Almanya Almanya'sı, ardından 1966'da Bekir Yıldız'ın Türkler Almanya'da ve yine aynı yıl Sadık Fehmioğlu'nun da Rüzgar Selami Almanya'da adlı yapıtları, Türkiye'de kalıp da, Almanya'dan gelen vatandaşlarımızı, sadece yazları çok kısa sürelerde Mercedesleri içinde görenlere Almanya'yı ve oradaki insanımızı anlatıyor.

Kitabı, yazarının ilk romanı olmasını da dikkate alarak yazım tarzı ve tekniğinden çok, içeriği açısından incelemenin daha doğru olacağını düşünüyorum, çünkü aslında romanın kahramanı olan Yüce -ki o da zaten tek oğlunun da ismidir- yazarın kendisidir ve otobiyografik bir anlatımla, kimi yerlerde de sınır tanımayan bir didaktizm ile okuyucuya yoğun 'bilgi' aktarımında bulunmaktadır.

Yazar güçlü gözlem gücüyle, olayları, insanları gözlemlemiş ve okurlarını hiç de yormadan kendilerine,  yargılarını hap şeklinde sunmaktadır. ''Tartışmaya gerek yok, ne diyorsam odur'' tavrını hissetmemek pek olası olmamakla beraber yine de tarzının belki de  sadece bu kitaba has bir şekilde, insanı çok da rahatsız ettiğini söyleyemeyeceğim doğrusu.

Kitapta kullanılan dil, sigaraya cigara dendiğini de saymazsak o günlerden bu günlere neredeyse hiç değişmemiş, ağır gelen anlamını bilmediğiniz eski sözcüklerle karşılaşmıyorsunuz ama şunu da söylemek gerekir ki bu konu, edebiyat dünyasında yazara yöneltilen eleştirilerden de bir tanesi aslında. Yani çok düz, sıradan yazıyor olmakla ve edebi yönünün de eksikliği iddiasıyla eleştirilmiş, o günlerde kimi eleştirmenlerce. Bence gayet rahat, anlaşılır olması ve konuya hakimiyeti önemli olan. Kimileri gibi anlaşılmadıkça yükseleceğini sanıp, bu yüzden de karmakarışık cümlelerle lafı dolandıran, uzattıkça uzatan bir yazar olmaması çok önemli. Hele de o günlerin bilinmezliğinde yalın, sade bir anlatım, hedef okur kitlesi de düşünüldüğü zaman, özellikle şartmış zaten.

Her türden insan, Sirkeci'de kompartmanlara doluşur, hedef Almanya, yol uzundur. Yoksul Anadolu insanının Avrupa'ya çalışmaya gitmesine karşı olan, ''Yurt dışında bunlar bizi rezil ederler, ülkesinde bir şey yapamayanın Almanya'da ne işi olur?'' diyenlere Yazar yanıt olarak, ''Bu insanlara da herkese olduğu gibi, başarıp başaramayacaklarını görmek için bir şans vermek gerekir, belli mi olur, kendilerine bakar, geliştirirler'' der.

Sonra da ''Hem maymundan insan olmuş, insandan daha iyi insan olmaz mı?'' diye de devam eder. Gerçi çok bilimsel değil ama tabi bazen insandan da maymun olmuyor değil hani... Dedim ya didaktizmde, Yazar kahramanı üzerinden, bazen sınır tanımaz bir kişiliğe bürünüyor, durdurulamıyor.

Yolda, Yunanistan'dan, Bulgaristan'dan, Yugoslavya'dan geçerken, ne insan davranışlarında ne de kompartmanların camından dışarıyı artık ne kadar gözlemleyebiliyorlarsa, bu ülkelerle o zamanki Türkiye arasında ciddi bir fark göremediklerini anlatıyor yazar. 

Fakat Avusturya'ya girer girmez ortamın değişiverdiğini, 'Mazeret dinlemeyen bir merhametsizlik' olarak adlandırdığı, her şeyin belirli prensipler çerçevesinde yürütülüyor olmasının da, ilk şaşkınlıklarını yaşamalarına neden olduğunu yazıyor.

Kömürlü lokomotifler gidip yerini elektriklilerin alması sonucunda da, Avrupa'nın sınırlarının Avusturya'dan başladığına kesin olarak kanaat getiriyor.

Avusturya'dan sonra yolda içinden geçtikleri yerlerde sabahın altısında yola dökülmüş, işe gitmek için bekleyen insanları görünce, ülkesinde o saatte hala yataklarında mışıl mışıl uyuyanlar aklına geliyor ve kendi kendine soruyor ''Bunların mı yapacak çok işi var yoksa bizim işlerimiz mi bitmiş?'' diyerek.

Ayrıca, trende yol boyunca uyuyup, çevresiyle ilgilenmeyen işçileri ; gözlem yapıp ders almak yerine kadere teslim olmakla da itham ediyordu.

Sonunda Almanya'da Hiedelberg'deki fabrikaya yaklaşınca, uzaktan fabrikayı bir hapishaneye, yanlarında kendilerine yardımcı olmak için gelen mihmandarları da gardiyana benzetiyordu.

Bu tür romanlarda, anlatıcının gerçek hayatta olanlara ne kadar sadık kalıp, ne kadar da olayı hayal gücünü kullanarak yazdığını tespit edebilmek, pek kolay değil ama, anlatılanların hepsi 'gerçek hayatta olabilecek, karşılaşılması mümkün olaylar ve insanlar' olduğu için bu ayrımı yapmaya da aslında hiç gerek yok diye düşünüyorum.

Fabrikada çalışmaya başladıkları ilk gün, kendilerine verilen işleri beğenmeyen bazı Türklere, ''Almanya'da iş beğenmemek, ibadet etmek için cami beğenmemeye benzer'' denilerek anladıkları dilden konuşuluyordu.

İlk günler gerçekten de karşılıklı olarak birbirlerini tanıma ile geçer. Almanlar da Türk işçilerini daha henüz tanımadıkları için Türkler de tamamen farklı olan işlerine adaptasyonda zorluk yaşıyorlardı. İlk gün yemekte domuz eti verilince kokusundan bunu anlayan işçilerin büyük çoğunluğu aç aç çalışmak zorunda kalıyor, akşam yatakhanelerde Türkiye'den getirdikleri sucuklara yumurta kırarak açlıklarını yatıştırmaya çalışıyorlardı.

Akşam yatağa giren yazarsa, geçen gününün muhasebesini yaparken kendi kendine şu soruyu sormadan edemiyordu, ''Domuz eti mi yemek yoksa yabancılara uşaklık etmek mi daha büyük günahtır?''

İlk günlerin tedirginliği ve acemiliği atlatılınca, akşam iş sonrasında ufaktan ufağa çevre kasabaların eğlence yerlerine kaçamak yolculuklar başlar ama, dil problemi de hemen karşılarına çıkar. Her gözlem bir yorumu da peşinden getiriyordu, alışveriş merkezinde bindikleri 'yürüyen merdiven' onlar için 'tembel işi' olmuş, herkesin gönlünce eğlenip iş düşünmediği, su gibi bira içilip Alman kadınlarıyla tanışıldığı 'Faşing ' ise, 'Kadın Sebili ' olarak adlandırılmıştı.

Faşingin ertesi günü, sanki bir gün önce hiçbir şey olmamış gibi işe gelip çalışılmasına ise hayret ediliyor, ''Bizde olsa günlerce birbirimize ne yaptığımızı anlatmaktan iş yapamazdık'' deniliyordu.

Bu sınırlı zamanlardaki sınırsız eğlence anlayışı için Yazar, yine Yüce aracılığıyla düşüncesini bizlerle paylaşıyor, ''Avrupalı önce çok çalışıyor ancak sonra da kısıtlı eğlence zamanında, rötarını kapatmak isteyen bir tren gibi, sıkışıyor ve eğlencenin dozunu arttırıyordu, günlerce aç kalan bir insanın midesini bozmak pahasına da olsa her yemeğe saldırması gibi sanki.''

Türkiye'de kalan eşi, bir süre sonra hasretliğe dayanamayıp çocukları da alıp Almanya'ya gelir. İstasyonda karşıladıktan sonra eve dönerlerken yağmur başlayınca eşi sorar, ''Burada çok yağmur yağarmış öyle mi?''. Yanıt Yüce'nin eşine ilk dersi ve Almanya'nın mantığını anlatmaya başlamasının da ilk adımıdır, ''Evet hakikaten çok yağmur yağar yağmasına da, yağmur duaları kabul olduğu için değil, boş işlere zaman ayırmak yerine ağaç diktikleri için.''

Almanların yüksek vergi vermemek yerine küçük arabaları tercih etmeleri, bizim gurbetçilerin ise en büyük arabaları almasına da, ''Aptallıklarını ancak büyük arabalarla taşıyabiliyor olsalar gerek'' diye açıklar.

Kitapta, karısının pasaportuna bir damga vurdurmak amacıyla, Türkiye'ye beraberce gitmek için tren istasyonunda Yüce'nin, Gariban Receb ile bir diyalogu var ki, sadece o kısım bile yazarın ileride insanı merkeze alan öyküler, romanlar yazacağının net bir işareti bence. O bölümü tekrar tekrar hüzünlenerek okudum.

Yine trende, yine sohbetler... Bu kez bir Almanla sohbet ederler. Alman'a ''Çiftlikte açık havada gönlünce ziraatle uğraşmak mı, yoksa fabrikada makina başında mı olmayı tercih edersin?'' diye sorar Yüce. ''Makina başında'' diye yanıtlar Alman, ''Çünkü çiftlikte her şey tanrının eseridir ve onun bereketine ihtiyaç duyulur, makine başı ise insan zekasının bir ürünüdür.''

Ayrıca gözlemlediği olaylarla ilgili o kadar güzel benzetmeler yapıyor ki Yazar, o derece olur. Örneğin, ''Emeğiyle bir yıl içerisinde Almanya'da çalışıp kazandığı bütün parayı, Türkiye'ye götüreceği elektronik eşyalara yatıran Türk işçilerini, Alman gümrük memurları sınırda tebessüm ederek uğurluyorlardı, tıpkı barda söğüşlenen müşteriyi bar kapısında gülerek uğurlayan bar fedaileri gibi.'' Almanların bu müstehzi tebessümleri, tabiki de maaş olarak ödenen paraların, malla değiştirilip kendi ülkelerinde kalmasından kaynaklanıyordu.

Burada ben de açık olup, yazara ve benzeri şekillerde yazılar yazmış olanlara bir parça da olsa eleştiri getirmek isterim. Tabi bu eleştirim asla sanatlarına, bilgilerine değil ve zaten böyle bir şey haddim de değil, ancak, bir konudaki söylemleriyle ilgili de ne yazık ki bazı itirazlarım var.

Maalesef kitabın bazı yerlerinde, dindarları ve onların üzerinden de dolaylı olarak dini küçümseyen elitist cümleler mevcut.

Dindarların yanlışlarını, kırıcı olup olmadıklarına da pek dikkat etmeden, hatta kimi zaman da çok yaralayıcı olabilecek sözlerle eleştiren seçkinci aydınların, istemeden de olsa, siyasi islamın iktidarda olmasının nedenlerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Mazlum görüntülerini avantaja çevirmeyi çok iyi becerebilen din tacirlerini eleştirirken, onların ellerine koz veren bu üslup, halkın dini hassasiyetlerini de yeterince dikkate almadığı için tamamen bir bumerang gibi geri dönüp sözü eden tarafa zarar veriyor.

Bu duruma somut bir örnek olması açısından, el'in, Alman'ın arabasıyla köyünde hava atan gurbetçinin görgüsüzlüğü eleştirilirken kurulan cümlede,

''Arabanın arkasında da kara çarşafıyla anası oturur, cami meraklısı'' dememek gerektiğini en azından artık anlamak gerekiyor sanırım.

Kitabın sonlarına doğru Yazar, Almanya'daki Türk kadınlarının yaşadıkları uyum sorunlarından bir tanesinin de kıyafet konusu olduğunu söyledikten sonra, günümüze kadar da ulaşan bir yorumda bulunuyor, ''Hele ben bizim kadınlardan bazılarını gördüm, altında pantolon, üstünde manto başında da yazma... Böyle çelişme, böyle görgüsüzlük olmaz.''

Beş günlük tatillerinde tıpkı Almanlar gibi arkadaşlarının arabasına atlayıp Brüksel ve Paris'e giderler. Gözlemler yine ilginçtir, ''Fransa da Almanya kadar sanayide gelişmişti ancak Fransa'da insan ilişkileri daha yumuşak ve Almanlar gibi çalışmak için yaşamıyorlar, daha iyi yaşayabilmek için çalışıyorlar.'' der ve  ''Almanya'nın Berlin'i makine, Fransa'nın Paris'i ise aşk kokuyor'' diyerek de sözlerini bitirir. Bugünleri görüp  Fransızların aşk kokan şehirlerinin, açlıktan nefesi kokan insanlarla dolduğunu, çalışkan Almanların ise Avrupayı tek başına ayakta tutmaya çalıştıklarını görebilseydi, acaba Bekir Yıldız ne derdi?

Garib Receb'in hazin sonu ile biten kitap, ayna tuttuğu zamana ait az sayıda eserden biri olarak, farklı gözlemleriyle akılda kalıyor.

 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..