Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Mayıs '09

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Ben giderim Batum’a…

Ben giderim Batum’a…
 

Batum'un Sputnik Tepesinden Görünüşü


Yolunuz Doğu Karadeniz’e düşmüşse… Fazladan bir gün vaktiniz varsa… Ve elbette pasaportunuz yanınızdaysa Batum’a mutlaka geçin… İnanın fazlasıyla değecek…

Samsun ve Trabzon’da toplantılarımız vardı. Samsun’dan Trabzon’a karayoluyla giderken, kentin hemen çıkışındaki Bandırma Vapurunu ziyaret ettik. Bu vapur, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı vapurun bire bir kopyası. O günlerin anısına inşa edilmiş. İçinde Atatürk ve silah arkadaşlarının balmumu heykelleri ve Kurtuluş Savaşı’ndan fotoğraflar var…

Vapuru gören herkes aynı kanaate varacaktır. Şayet orijinalinde darbeler ve hasar yoksa, bu gemi değil Karadeniz’e, Okyanuslara meydan okur. Oysa resmi tarih hep Bandırma Vapurunun ufak tefek, ilk dalgada batacak türden bir araç olduğunu yazar. Demem o ki, Atatürk’ün Kurtuluş’a giden yolda bindiği vapurun dayanıklı ve büyük olması, onun büyük liderliğine, yönettiği savaşın kutsallığına, devrimlerinin başarısına halel mi getirir sanki. Neden her başarımızı, kıt imkânlarla gerçekleştirdik şeklinde izaha girişmek zorunda hissederiz kendimizi?

Samsun-Trabzon-Sarp pırıl pırıl müthiş bir otoban. Benzerini gelişmiş batı ülkelerinde görmedim desem abartı olmaz. Bedeli Karadenizliyi Karadeniz’den koparmak olduysa da… Güzelim kumsallar, koylar imha edildiyse de… Doğa katliama uğradıysa da, otoyolun Karadeniz’e güzellik kattığını inkâr etmek haksızlık olur. Otoyolla birlikte kentler, kasabalar ve köylerde her alanda müthiş imar hareketleri meydana gelmiş ve ülkemizde bu da olur muydu denilebilecek düzen sağlanmış…

Bir örnek vereyim: Çocukluğumun geçtiği Sürmene’nin o güzelim kumsalından artık otoyol geçiyor. Ama kasabada altyapı ve üstyapı o kadar güzelleşmiş ki, Avrupa’daki küçük şirin kasabalarda sanıyor insan kendini…

Keza, Çamburnu beldesinde dağ tepesindeki eski maden ocağına inşa edilen çöp arıtma tesisine ulaşım için yapılan yol neden yıllar önce inşa edilmemiş de, köylü patikalarda yürümeye, çamur yollardan araba kullanmaya mahkûm edilmiş, anlamak mümkün değil. Çöp tesisine iki şeritli pırıl pırıl 7 km. yol var, belde sakinlerine yok.

Yolun en tepesinden Karadeniz’in seyri doyumsuz. Asırlık çam ağaçları arasından denizin görünüşü müthiş. Yükseklik başımı döndürse de, değiyor buna…

Bir gözleme göre doğa, Karadeniz sahillerini yeniden şekillendiriyormuş. Özellikle dere ağızlarında yeniden kumsallar oluşmaya başlamış. On sene içinde eski kumsallara kavuşabileceği varsayılıyormuş. Ne diyelim, yaşasın Karadeniz dereleri…

Neyse… Konumuz Batum… Trabzon’da kiraladığımız araçla Sarp Kapısına kadar gidiyoruz. Sınıra en yakım yerleşim yeri olan Kemalpaşa’yı geçtikten sonra yol boyunca Türk tırları park etmiş, giriş işlemleri için bekliyor. Kuyruk 4-5 km…

Niyetimiz kiralık aracımızla Batum’a kadar gitmekti ama araç yolculardan birine ait olmadıkça Gürcüler ülkeye girişine izin vermiyor.

Aracı hudutta park edip, bavullarımızı elimize alıyoruz, kapıdan içeri giriyoruz. Bu kapı vurularak girilen kapılardan olmadığından, görevliler pasaportlarımızı istiyor ve çıkış harcı yatırdık mı diye soruyor. Allah’tan harç kapıda ödenebiliyor.

Türkiye tarafında çıkışta Türk pasaportu taşıyanları sıranın önüne alıyorlar. Aynı kolaylık Gürcistan dönüşü onların polisi tarafından Gürcülere sağlanıyor.

Bizim çıkıştan sonra Gürcü tarafına geçtiğimizde de işlemler kısa sürüyor ve yaklaşık yarım saat içinde Gürcistan toprağına ayak basıyoruz. Ne vizeniz nerde diye soran, ne de ters bir bakış atan var…

Sarp Kapısının Gürcistan tarafında Batum’a giden minibüsler olduğunu öğrenmiştik ve onları aramaya koyuluyoruz. Aranırken, yanımıza bir Gürcü yanaşıyor,

“Taksi var, ” diyor Türkçe, “Batum 100 Lari.”

Yanlış okumadınız, Lari… Gürcü Parası. Bizim parada i ve a harflerinin yeri değişmiş hali ve aşağı yukarı TL’ye eşit değerde…

Polonya seyahatinde sütten ağzımız yanmıştı. Orada taksi şoförü havaalanından şehre 150 Zloty istemişti benden ve büyük bir kıyakçılık yaparak 120’ya düşmüştü. Bu alicenaplık karşısında araca binmiş ama ertesi gün bedelin 30 Zloty olması gerektiğini öğrenmiştim. Diğer bir deyişle yüzde 400 kazıklanmıştım.

Aynı keleğe Gürcistan’da gelemezdim, pazarlık bile yapmadan minibüs durağına yönelip sıradaki araca biniyoruz. Minibüs biraz eskice… 1965-70 yıllarında Sürmene-Trabzon seferi yapanları andırıyor, ama ücret kişi başı bir Lari. (Dönüşte taksi kiralayacaktık: Mercedes hem de. Ücret 20 Lari, 100 değil.) Bu defa kazlık yapmadığım için mutluyum…

Yolcular doluştukça benzerliğin sadece minibüsün tipinde olmadığını görüyoruz. Aracın içi eşya doldu. Kocaman balyalar, bavullar, kutular… Tıpkı 1960’lı yıllarda kasaba pazarına gittiğimizde dönüşteki minibüsler gibi. İçeride nefes alacak ufacık bir bölüm kalıyor, 15 kişi paylaşıyoruz…

Gürcüler, Sarp’a birkaç kilometre mesafedeki Kemalpaşa ilçesindeki dükkânlardan aldıkları öteberiyi satmak için memleketlerine götürüyorlar. İlçede ticaret onlar sayesinde bir hayli canlı. 20 km. batıdaki Hopa da bu ticaretten nasibini alıyor ama esas tekstil borsası Kemalpaşa’da…

Koltuklar tamamen dolunca minibüs hareket ediyor. Yol, bizimki gibi gidiş geliş çift şerit olmasa da, son dere düzgün. Her taraf yemyeşil. Karadeniz burada da Karadeniz. Farkı deniz tarafında. Bizim yok ettiğimiz kumsallara Gürcüler gözleri gibi bakmışlar. Tesisler bakımsız, yıkık dökük olsa da, kumsal dokunulmamışlar. Yol sahile uzaktan geçiyor.

Sarp’tan ayrıldıktan beş dakika sonra sürücü aracı sağa çekiyor, kontağı kapatıyor ve aşağı atlıyor. Arıza olduğu geliyor aklıma önce. Hemen ardından beş-altı kişi daha aşağı inince, bu düşüncem pekişiyor. Herhalde arabayı itecekler. Ama öyle olmuyor. Hepsi birden bir adım ötedeki oluktan, nerelerinden çıkardıklarını anlayamadığım bardakları su doldurup, kana kana içiyor. Şifalı su sadece bizde yok anlaşılan…

Geçtiğimiz yol boyunca Karadeniz’in güzellikleri kesintisiz devam ediyor. Havaalanı birkaç kilometre sonra. Burasını Türkiye bir iç havaalanı olarak da kullanıyor. Tıpkı Cenevre ve Basel havaalanlarını Fransızların kullanışı gibi. İstanbul Batum arası uçan yolcular, pasaport sorulmaksızın otobüslerle Sarp’a aktarılıyor.

Sarp Batum 17 km. Kentte inen birkaç kişi için minibüs duruyor, şoför o anda Türkçe soruyor:

“Siz nerede inecektiniz?”

“Kent merkezi, ” diye yanıtlayınca, zaten kent merkezinde olduğumuzu söylüyor. Bu defa iyi bir aile oteli nerede bulabileceğimizi soruyoruz. O da eliyle aşağıyı işaret ediyor.

Araçtan inip caddenin karşısına geçiyoruz. Sürücüler çılgın. Ne kural takıyorlar ne de yayayı ipliyorlar. Kendinizi kaldırıma attınız, attınız; yoksa ezmekten zevk alacakmış gibi üstünüze sürüyorlar.

İndiğimiz yer minibüs ve taksi durağı gibi bir yer. Kırk sene öncesinin bizim kasaba terminallerini andırıyor. Arabalar eski püskü ama caddelerde son model arazi ve binek otoları cirit atıyor. Bir yanda lüks ve ihtişam, diğer tarafta çağı geçmiş araçlar.

Bulunduğumuz yerin kentin en işlek yeri olduğunu öğreniyoruz. Oteller de etrafta olmalı. O umutla sağa sola bakınarak yürüyoruz, ama otele benzer bina yok. Arada restore edilmiş olanlar olsa da çoğunluğu harabe. Yol en son Stalin döneminde tamirat görmüş izlenimi veriyor. Delik deşik, asfalt un ufak, kaldırım taşları kırılmış, parçalanmış ve sökülmüş. Eğer toplumsal gösterilerde yerinden sökülüp polise atılmamışsa, yılların zulmüne dayanamamışlar demektir.

Tabelalarda Gürcü harfleriyle birlikte Latin harfleri de kullanılmış. Zaten Gürcü alfabesine bakarak bir şeyler çıkarmaya çalışmak imkânsız. İbrani ve Hint alfabesini andıran acayip bir şey. Rus alfabesinden bir şeyler çıkarmak mümkündü ama bunun tek harfini anlamak imkânsız.

Ülkede Ruslara ait ne varsa ortadan kaldırılmış. Tek bir Rusça tabela çarpmıyor gözüme. Her sokakta birkaç tane bulunan döviz büfelerinde alım satımı yapılan Ruble de olmasa, Rusların tüm izleri yok edilmiş diyeceğim. Buna karşılık Türk etkisi hemen hissediliyor. Bir sürü Türk markalı ürün ve dükkânla birlikte Türkçe yazılar göze çarpıyor. Döviz büfelerinde Euro, Dolar, Ruble ile birlikte TL de alınıp satılıyor.

Oturup soluklanacak tek bir kafeterya, pastane aramak nafile. Bakkal ve büfe bile nadiren var.

Derken Türkçe bir tabela çarpıyor gözümüze: Kuaför Arif. Otel bulmamıza yardımcı olabilirler diye içeri girip Arif Bey’i soruyoruz. Elinde makasla karşımızda duruyor. Hemen yanındaki arkadaşına bize yardımcı olmasını söylüyor. Az ileride bir Türk oteli varmış…

Heyecanla otele doğru yürüyoruz. Daha resepsiyonda başlıyor hayal kırıklığımız. Yine de bir umut, odalara bakıyoruz, ama sokakta yatmak daha iyi. Ailenin kalabileceği bir yer değil.

Valizlerimiz elimizde yürüyerek arayışa devam ediyoruz. Bir yandan da kenti tanımış oluyoruz. İlk izlenimimiz aynen sürüyor. Uzaktan otele benzettiğimiz her güzel binaya yaklaşınca, buranın ya bir devlet dairesi olduğunu görüyoruz ya da bir işyeri. Umutlarımız gittikçe azalıyor. Sorduğumuz her insan bir yerleri tarif ediyor ama o yerlerde kalmaktansa memlekete geri dönmek daha iyi. Zaten bir ara bunu geçiriyoruz aklımızdan.

Yürümekten bitap düşmüş durumdayız. Bir büfeden iki tane soda alıyoruz. İşaretle fiyatını soruyorum, satıcı da aynı yöntemle sekizi işaret ediyor. Sekiz Lari oldukça pahalı, bilseydim şişeyi açmazdım. Ödemeye mecburuz artık, cebimden, sınırda bozdurduğum Lari’leri çıkarıp bir 20’lik uzatıyorum. Beğenmiyor verdiğim parayı, elini uzatıp bir Larilik banknotu çekiyor ve 20 kuruş iade ediyor. Keşke pazarlık yapıp 60 kuruşa indirseydim!

Cadde ve sokaklar erkekler tarafından işgal edilmiş adeta. Kadın sayısı o kadar az ki… Bazı köşe başları delikanlılar tarafından parsellenmiş. Bizdeki mahalle delikanlılarının direk diplerinde toplanmalarına benzetiyorum.

Ana caddeden sahile yürüdükten sonra bir yay çizerek başladığımız noktaya geri dönüyoruz. Orada bir Vestel mağazası çarpıyor gözümüze. Buradan bir yardım aldık aldık, yoksa geldiğimiz gibi geri döneceğiz.

Mağazadaki görevli kız Gürcü ama oldukça iyi Türkçe konuşuyor. Zaten Türk işyerlerinde çalışan Gürcüler gayet güzel Türkçe öğrenmiş. Yabancılarla kendi lisanınızda konuşmanın hazzı bir başka. İngilizlerin niye kasım kasım dolaştıklarını şimdi anlıyorum. Başkalarıyla kendi lisanlarıyla iletişimdeler…

Vestel yöneticisi çok cana yakın bir adam. Kentte bize uygun iki tane otel olduğunu söylüyor. Birisi beş yıldızlı İntourist, diğeri de İstanbul Otel. Önce ilkini arıyor. Fiyat adam başı 175 Dolar. Çırağan Kempinsky sanırsınız. İstanbul otel ise 60. Birden kanımız bu otele ısınıyor. Hem memleketimiz çağrıştırıyor, hem bütçemize insaflı davranacak.

Fiyatların bu seviyesi, yeterince otel olmamasından dolayı. Oradakilerin çok daha güzeli Trabzon’da yarı fiyatın bile altında…

Mağaza yöneticisi bir taksi çevirip oteli tarif ediyor. İyi ki öyle yapmış, buna rağmen o ufacık kentte yolunu bulamıyor taksi sürücüsü, inip birilerine soruyor. Oraların yabancısı mı ne! Belki de Anadolu yakasının taksisi ya da Tiflis’ten gelmiş. Hani bir iki kelime Gürcüce konuşacak olsak, hiç çekinmeden, “Abi gideceğimiz yeri siz tarif eder misiniz?” diyecek…

İstanbul Otel gerçekten de adına layık bir otel. Temiz, düzenli ve her imkâna sahip. Kablosuz internet ağı bile var. Derhal arkadaşlarıma bir mesaj çekiyorum: Memleketin kıymetini bilin…

Otelin sahibi Borçkalı bir Laz. Gerçeklerinden hem de. Oldukça yardımcı oluyor bize. Otelindeki bazı tuhaflıkları milliyetine bağlarsak herhalde hata yapmış olmayız. Asansördeki kat numaralarıyla gerçek kat numaraları birbirini tutmuyor. Beşinci kata basıyorsunuz, altıya çıkıyorsunuz. Bir de tuvaletlere taharetlenme tertibatı yapmış, ama açma kapama musluğu koydurmayı unutmuş.

Yerleştikten sonra bir araba kiralıyor bize ve kenti ve civar yerleşimleri gezmemizi sağlıyor.

Sürücü çat pat Türkçe konuşabiliyor. Hoşumuza gideceğini düşündüğünden olacak ardı ardına arabesk parçalar çalıyor teypte. Bayılıyoruz!!!

Gürcistan denince aklımıza hep çeteler, kanunsuz işler, savaşlar gibi kavramlar geldiğinden, hazır yerli birini bulmuşken soruyoruz:

“Gürcistan’da mafya var mı?”

Suratına gülümseme yayılıyor.

“Mafya Saakaşvili’nin kendisi.”

Anlıyoruz ki, devlet başkanlarından pek hoşlanmıyor. Sebebini sonradan öğreniyorum. Batum, Acara özerk bölgesinin başkenti. Acaralar ile Lazlar ayrı bir devlet kurmak için Gürcistan’dan ayrılmaya meylettiklerinde, başkan tepelerine biniyor…

Kent pahalı değil, fiyatlar Karadeniz kentleri seviyesinde. Ama bir şey var ki, bizdekinin üçte biri fiyatta: Benzin. İnsan ister istemez aklından geçiriyor, Gürcülerin vergiye ihtiyacı mı yok da, benzine ÖTV; KDV gibi adlar altında vergiler yükleyip vatandaşlarını kazıklamıyor, yoksa bizimkiler mi çok insafsız. Nereden gelir aklıma bu başıbozuk ve bölücü düşünceler, bilmem.

Sürücü, kente 4-5 km mesafedeki Botanik Bahçe’ye götürüyor bizi önce. Botanik fazla ilgimiz çekmiyor. Karadeniz’in her tarafı Botanik zaten. Sonra bir kasabaya götürüyor. Burası Batum’dan çok daha bakımlı turistik bir bölge. Henüz sezon açılmadığından dükkanlar, diskolar, restoranlar kapalı. Ama o haliyle bile etkileyici. Bir hayli uzun bir kumsal, tertemiz deniz, önümde duruyor Karadeniz. Hani soğuktan donmayacağımı bilsem, çocukluk günlerindeki gibi don paça dalacağım serin sularına…

Sonra Batum’a geri dönüyoruz, ama kent merkezine değil, Sputnik denilen tepeye tırmanıyoruz. Buradan kent ayaklarınız altında. İlk izlenimimiz bir anda siliniyor. Tanrı Batum’a gerçekten torpilli davranmış. Üç tarafı, mayıs ortasında bile doruklarında kar bulunan dağlarla çevrili, göz alabildiğine geniş bir düzlükte kurulmuş. Böyle bir düzlük en doğusundan en batısına… İstanbul ve Varna da dahil, Karadeniz’e kıyısı olan hiçbir kentte yok. Belki Samsun bir nebze ama orası da Batum’la kıyaslandığında bir hayli küçük kalır.

Kente güzelliğini veren de işte bu coğrafi konumu. Bereket Gürcüler doğayı tahrip etmemişler. Yıkık dökük binalar nasılsa bir gün tamir edilir. İşte o zaman Batum, tadından yenmeyecek hale gelir.

Doruklarındaki kar henüz erimemiş olan dağların yamaçlarındaki evler tipik Karadeniz evleri. Birbirinden uzak, bir ya da iki katlı, önlerinde tarla ve bahçeler.

Kentteki binalar maksimum 7-8 kat. Daha yükseği bir tek tadilattaki Sheraton Oteli. Burası, Varşova’da, Varşova Paktı onuruna Ruslar tarafından inşa edilen ve sonradan Kültür Merkezine dönüştürülen binanın küçük bir kopyası sanki. Ruslar tutumlu insanlar anlaşılan. Mimara bir proje için para vermişler, aynı projeyi küçülterek Batum’da kullanmışlar.

Sonra yeniden kente iniyoruz. Sürücü bu defa sahile götürüyor bizi. O anda kente ilk saatteki yorumumuzla haksızlık ettiğimize karar veriyoruz. Sahil tarafı, suni bir göl etrafında son derece güzel parklar, yürüyüş alanları ve şirin barakalarda hizmet veren restoranlarla dolu.

Kentte birkaç kilise ve oldukça ufak bir cami çarpıyor gözüme. Şişmanca bir adam namaz kılmaya kalksa, secdeye vardığında poposu dışarıda kalır.

Akşam yemeğini otelde alıyoruz. Restoran en üst katta ve Batum ayaklarımız altında. Bazı bölümler şaşaalı, çoğunluk perişan. Oğlum yıkık dökük bölümleri gösteriyor.

“Baba, ” diyor, “İyi ki devrim mevrim yapamamışsınız. Biz de böyle olacaktık…”

Ertesi sabah ayrılıyoruz kentten. Otelin konaklama bedelini Türk Parasıyla ödüyoruz. Bizi gezdiren sürücü Sarp Kapısına kadar götürüyor. Girişte H1N1, yani domuz virüsü kontrolü var. Öyle termal kamera filan hak getire, yüzünüze bakıyorlar, domuzla ilintili bulmuyorlarsa, elinize bir sertifika veriyorlar. Şu anda bu sertifikaya sahip nadir Türk vatandaşlarından biriyim…

Kapıda, Türkiye tarafında oldukça güzel bir duty free mağaza var. Sepetimizi çikolata dolduruyoruz… Ama kasada beş kuruş ödemiyoruz. Burada alışveriş yapabilmek için yurtdışında en az üç gün konaklamak zorunluymuş…
 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..