Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ağustos '07

 
Kategori
Anılar
 

Ben hala çocukken

Ben hala çocukken
 

Yazmayı ve konuşmayı sevmeye başlamam çok gerilere dayanır. Çocukluğumda evdeki en önemli eğlence aracı radyo idi. Vega marka lambalı bir radyomuz vardı. Düğmesini açtıktan sonra lambasının ısınması için dakikalarca beklerdik, göz lambası adını verdiğimiz bu lambadan mavi bir ışık yayılırdı, ve ışık göründüğünde ses gelmeye başlardı. Şimdiki gibi yirmi dört saat yayın yoktu. Sabah yedide açılırdı radyo, öğlen bir ara tatile girer öğleden sonra açılırdı, akşam biraz tatil yapar, sonra gece on ikide kapanırdı. Radyo açılırken “burası bin iki yüz kırk sekiz kilo saykıl üzerinden yayın yapan uzun dalga Ankara radyosu” anonsunu duyardık. FM yayın, transistörlü radyo nerede. İlk transistörlü radyoyu 1962 yılından sonra tanıdık. Telefunken marka radyolar çıkmıştı, gazete reklamlarında köylü dayı, veya bir çoban arazide keyifle radyo dinliyor şeklinde resimler çıkardı. Radyo reklamlarında , reklam müziği arasından şu sesi duyardınız “çalışrken telefunken, dolaşırken telefunken” . elektronik devriminin başlangıç noktasıdır transistörün günlük hayat girmesi. Diyot ve transistörler, lambaları tarihe karıştırmıştı. Tarnsistörlü radyolar da bugünkü emsallerine göre büyüktü ama, pille çalışıyordu, yanınızda gezdirebiliyordunuz. o zaman da konuşurken “yav şu gavurlar neler icat ediyorlar” derdik. Adamlar hala icat ediyorlar, ve icatlarının kültürünü yayıyorlar biz ise “kültür elden gidiyor “ diye feryat ediyoruz. Oysa bilime ve teknolojiye katılmak için elimizi kolumuzu tutan bir şey yok ortada, yalnızca yönetenlerin beyinlerinin bunu kavrayamayışı var, bu da yetiyor sadece seyirci olarak kalmaya dünyada.

Bantlı teypler vardı. Kocaman teyp bantlarına ses kaydedilirdi, teybin aklımda kalan markası ise Grundig idi. Kocaman teyp makineleri, bantlar, teybi olan ailelere gittiğimizde hadi sesinizi alalım derlerdi, sesler alınır sonra dinleyip gülüşürdük. 1960 lı yılları anlatıyorum.

Sıkıştırılmış petrol gazı ile 1961 yılında tanıştık, gaz ocaklarından üç ateşin birden yandığı ocaklarda aynı anda üç yemeğin pişirilebilmesi kadınlar için, annem için müthiş bir devrimdi.

Radyoda pazartesi günleri radyo tiyatrosu olurdu, gece saat dokuzda yatağa girer bir saat süren bu programı dinleyerek uyurduk. O müthiş devlet tiyatrosu sanatçılarının sesleri o günden bugüne kulaklarımıza aşinadır. Her gece yirmi dakika bir kitap okunurdu radyoda. Çoğunlukla Abdullah Ziya Kozanoğlu’na ait kitaplardı bunlar, Kubilay Han’ın Gelini en fazl aklımda kalanıdır.

Babam dinleyecek bir şey olmadığı geceler, bize Vasfi Mahir Kocatürk’ün hazırladığı “şiir antolojisi”nden şiirler okurdu. Bir çok çocuk dergisine de babam abone etmiştir bizleri. Babam her doğum günümüzde bize kitap alırdı. O kitapları zevkle okurdum. Evimizde kitap önemli bir yer tutardı, her gün gazete gelirdi evimize.

Üçüncü sınıfta ilk şiirimi yazıp öğretmenime verdiğim ve sınıf sınıf dolaştırıldığımdan beri şiir yazar olmuştum. Daha ileri yaşlarda polisiye roman yazmaya çalıştım. O zaman polisiye her şey Amerikalı idi, romanlarımdaki kahramanların adı Pedro, John falandı. teknolojinin sinemalarımıza, Mike Hammer romanlarıyla kütüphanelerimize getirdiği emperyalizm bu idi herhalde. Kızılderililer vahşi insanlardı, çünkü Tex öyle söylüyordu, afrikalılar kötüydü vahşi ve yamyamdı çünkü Kızlı Maske ve Tarzan böyle anlatıyordu. Beyaz askerler ve insanlar onlara medeniyet(!) götürmek istiyorlardı ama onlar anlamıyorlardı. Bu medeniyet ve demokrasi götürme sözleri size bir şey anımsatıyor mu?

Ben ilk okulu bitirinceye kadar, Jack London, Panait İstrati, Eflatun Cem Güney, Dede Korkut, Ernest Hemingvay, Edgar Allen Poe gibi bir çok yazarı okumuş ve öğrenmiştim. Varlık yayınlarının klasikler ile ilgili küçük boyutlu kitapları vardı, saman kağıda basılmış ucuz kitaplar bize dünya yazarlarını tanıtmıştır.

Okumak ve okuduklarını anlatmak, paylaşmak çok önem verilen şeylerdi. Masallar anlatan ağabeylerimiz vardı, onların çevresine toplanır dinlerdik masalları.

Tel araba, sapan, ok ve yay yapmayı bilirdik. Oyuncaklarımızın mucidi kendimizdik. Oyunlarımız sokalarda oynanırdı, masa başında ekranlarda oynanan oyunlarımız yoktu. Zartiç, kuka, dalya, yakan top, milya oynardık. Bu oyunlar benim çevremde tarih oldu, bir yerlerde oynandığını umut etmek istiyorum.

Kaysı çekirdeği, sigara kağıdı, kırık camlar ile oynadığımız oyunlar da vardı. Çelik çomak oynardık.

Çorap eskilerinden yaptığımız topla futbol oynardık. Bir nevi oytun mucidiydik, oyuncak mucidiydik, top yapacak fazla çorap bulanaz isek, gazete kağıtalrını tek bir çorabın içine tıkar, top haline getirirdik. Tabii ki bir oyun bile zor dayanırdı toplar.

Memlekete sanayi, üretim ve tüketim bu kadar çok değildi, kırık camlar bile satın alınıp cam fabrikasına gönderilir yeniden işlenirdi. Gazete kağıtları bakkallara satılırdı, onlardan kesekağıdı yapılırdı. Sağlıksız bir paketleme yöntemi olmakla birlikte gazete kağıdı okunduktan sonra bir başka işe yarardı.

Yerli malı, tutum haftası vardı. Sınıfta bir Pazar yeri canlandırılır, herkes evden getirdiklerini orada satardı. Yerli mallarımız, üzüm, incir, portakal, leblebi falan idi. “Yerli malı, yurdun malı, her Türk onu kullanmalı” şeklinde bir slogan vardı. Bunu şimdi söylesek millet alay eder “o malı bu malı her Türk biraz marka kullanmalı” sloganı olmalı bugünlerde.

Eski daha güzeldi demek için anılarımı, öykülerimi anlatmıyorum, o nedenle marka kullanımına karşı çıkmıyorum. Çünkü dünya değişti, markaların bir çoğu Türkiye’de imal ediliyor olabilir. Yerli malı kavramı bile değişikliğe uğradı.

İlkokulda da aşk ayıptı, bir gün öğretmenimiz sınıfta yok, biz haylazlık yapıyoruz, ben sınıf başkanıyım haylazlık yapanları tahtaya yazıyorum. Ne garip di mi şimdi anımsayınca bu ihbarcı sisteme gülüyorum. Neyse efendim, bir ara Selma, Feryal, Gülgün ve Aynur’un olduğu taraftan ağlamalar gelmeye başladı, ben başkanım ya!, yaklaştım “ne oluyor” dedim, hangisiydi bilmiyorum biri “Oğuzkan sen beni seviyormuşsun” demez mi, elim ayağıma karıştı, hem ilgim yok, hem sevmek çok ayıp, öğretmen duyarsa döver veya kızar, kıza böyle bir şey olmadığını anlatıncaya kadar canım çıktı. Sevgisiz mi büyüdük, hayır ama aşksız büyüdük dersek yalan olmaz.

Kırıkkale’de çok güzel yazlık ve kışlık sinemalar vardı çocukluğumda. Yayla, Fabrikalar, saray sinemaları içinde, biz Yayla ve Fabrikalar sinemalarına giderdik. Hafta sonlarını iple çekerdim, cumartesi öğleden sonra asıldığımız kızların gittiği sinemalara gitmek için.

Filmden ziyade film aralarında kızları görmeye giderdik, söylenmemiş ilgiler ve aşkların dünyasında platonik yaşayan bizler için sinemalarda veya sokakta bir gülüş bir bakış onbinlerce anlam taşırdı.

Kırıkkale’de araba da çok fazla yoktu, olanlar ya MKE arabaları idi ya da birkaç zengin arabası idi. Bunlardan biri de Yayla sinemasının sahibinin oğlu Hasan’a aitti. Arabası olanları o zaman da severdi kızlar, Hasan arabası ile hem kız gezdirir, hem film reklamı yapardı. Hasan’ı kıskanır, kızlara kızardık içimizden. “Araba önemli değil karakter kardeşim karakter” muhabbeti vardı her zaman olduğu gibi, ikisi birden olmazmış gibi. Filmlerde öyleydi çünkü, tüm zengin evlatların ırz düşmanı, fakir ve orta halliler namus abidesi. Bu saçmalıkları izleyerek büyüdük ama saçmalıkların da bir tadı vardı.

 
Toplam blog
: 283
: 1304
Kayıt tarihi
: 04.12.06
 
 

Nükleer fizik doktoru, şiir yazmaya çalışıyor, kalite yönetim sistemleri danışmanı, öykü deneme yaza..