Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '09

 
Kategori
Sinema
 

Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi ~ Ölümü Tersine Yaşamak

Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi ~ Ölümü Tersine Yaşamak
 

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş seklidir...
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu. Nasıl mı?
Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun, ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev... Altmışlı yaşlara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz. Ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak ise başlıyorsunuz. Herkes karşınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade... Aman ne güzel günler başlıyor. Derken bir gün patron size 'artık üniversiteye gitsen daha iyi olur' diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun...' Keyfe bakar mısınız? Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor. Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna' diyorlar. Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır. Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz. Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatınız bitiyor...

Sizi bilmem ama ben Can Yücel’in “Ölümü Tersine Yaşamak” yazısını ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. Gerçekten ne güzel olurdu diye düşünmüştüm.
Düşünmüştüm.
-di’li geçmiş zaman.
Düne kadar…
“Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi (The Curious Case of Benjamin Button)” ni izleyene kadar da, düşüncemden gayet emindim.

13 dalda Oscar’a aday olan ve bence iki tanesini alacağına inandığım, bu filmle ilgili haberler yapılmaya başladığından beri kafamda Can Yücel’in yazısıyla bütünleştirip son satırda yazdığı gibi mutlu bir sonla biteceğini düşünüyordum.
Bir “insanoğlu” olarak sadece düşünüyordum.
Düşünmek…
Çoğumuzun yaptığı büyük hata; düşünmek.
“Düşünmek” ve “Yaşamak” birbirinden çok farklı iki durumdur.
Olaylar hakkında yorumlar yaparız ancak hiçbir şeyi yaşamadan bilemeyiz. Düşünürüz, tahmin ederiz ama yaşamadan hiçbir zaman neyin nasıl olacağını bilemeyiz.

Hayatı tersten yaşama fikrini düşününce çok hoş gelecek bir şey iken, yaşandığında neler olabileceğini, beyaz sahnede David Fincher gösterdi. Bence sinema hayatın deney laboratuarıdır. Yaşamadan bilemeyeceğimiz olayları, başkalarının gözlerinden, başkalarının hayatlarından yansıtır bize. Bu deney çalışmalarında, bazı yönetmenlerin bazı oyuncularla çalıştığı filmler çok başarılı oluyor. Daha izlemeden bu ikilinin neler yapabileceği hakkında bir fikriniz oluyor. “David Fincher + Brad Pitt” ikilisinin daha önce beraber çalıştıkları, Dövüş Kulübü(Fight Club) ve Yedi(Seven)’ı düşününce bu filmde ne ile karşılaşacağımızı tahmin etmek çok da zor olmadı. Francis Scott Key Fitzgerald’ın kısa hikayesinden senaryolaştırılmış Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi’nin konusunu duymayan kalmamıştır sanırım ama yinede kısa bir giriş yapmamız gerekirse;

Birinci Dünya Savaşı sonunda oğlunu kaybeden kör bir saat ustasının, tersine işleyen bir saat yapmasıyla başlar hikayemiz. Bilerek tersine yapmıştır saati, çünkü belki bu sayede, savaşta kaybettikleri çocukları kalkıp eve dönebilirler. Çiftçilik yapar, çalışır, çocuk sahibi olur, uzun bir hayat sürebilirler. Belki bu sayede kendi oğlu da eve dönebilir... Oldukça çarpıcı olan bu sahneyle başlar dram. Zamanı geriye sayan bu saatle savaşta ölen çocuklar dönmez ama 80 yaşlarında bir bebek doğar. Bedeni yaşlı ama ruhu ve zekası bir bebekten farksızdır. İlk önce bebeğin hasta olduğunu ve yakında öleceğini düşünürler. Teni bir ihtiyarınki kadar buruş buruş, gözlerinde katarak, kulaklarından duyma kaybı olan bu ihtiyarın vücudu, gün geçtikçe gençleşmekte, kendisi de büyümektedir. Bu genç ihtiyarımız büyürken, yolu pek çok hayatla kesişir. Tanrının dünyaya getirdiği her canlının yaşama hakkı olduğunu düşünen, yaşlı bakım evinde çalışan Queenie annelik yapar Benjamin’e. Dış dünyayı öğreten ise yarı deli, tam çılgın römorkör kaptanı Mike’dır. Römorkörde çalıştığı ilk iş günü kazandığı 2 dolarla, Mike’ın zoruyla götürüldüğü ve ilk deneyimini yaşadığı genelev çıkışında “Para kazanmanın önemini kesin olarak anlamamı sağladı. Ve paranın satın alabileceği şeyleri…” der Benjamin ve film boyunca nadiren güleceğiniz bir cümleye imzasını atar.
Pek çok dramatik sahnede, duygusallığın dibine vurduğumuz anlarda, yedi kez yıldırım çarpan ama ölmeyen adamın ortaya çıkıp, yıldırım hikayelerini anlatması da çok komikti.
Ve her filmin olmazsa olmazı, aşkı da, bir küçük kız çocuğu olarak karşımıza çıkardı. Orta yaşlarda birbirlerine hem bedenên, hem de ruhên eşitlenmişken Benjamin’le Daisy’nin, aşk yolları kesişir.

Tüm bu deneyimleri Benjamin yaşarken, bize de sık sık hayat öğretileri sunulur.
Bazı cümleler çok klişe gelir. Ama bazı zamanlarda söylenecek hep aynı cümleler vardır. Klasik test soruları gibi “Aşağıdaki cümlede ……. olan boşluğu tamamlayın”.
Ve hayatta bazı anların boşlukları, hep aynı cümleyle tamamlanır;
“Zaman su gibi akıp geçti.”
Yaşı kaç olursa olsun, ölüm döşeğinde olan birinin ağzından hep bu sözler dökülür. Tabiî ki ölmeden önce vedalaşma şansı olursa…

Benjamin’in herkesin tersine yaşadığı hayat, sevdiği pek çok kişinin ölümünü görmek zorundalığını getirdi. Bu kadar çok ölüm sahnesini izlerken, daha önce izlediğim pek çok filmden farklı olarak “ölüm”ü dramatikleştirmeden bize aktarması çok başarılıydı.
Ölüm sonucunda yaşattığı “hüzün”den çok, gidenlerin ardından, aradan çok uzun zaman geçse de, içimizde baki kalacak bir duyguyu “özlem”i hissettirdi.
Ve bir ölüm yaklaştığında hep aynı cümleleri söylettirdi;

“Olaylar karşısında son derece kızabilirsin.
Küfredebilir, kadere lanet okuyabilirsin…
Ama yolun sonuna geldiğinde, her şeyi bırakmak zorundasın…”

Bazı olayların da, bizden bağımsız oluştuğunu ve ne yaparsak yapalım değiştiremeyeceğimizi çok güzel bir hikaye ile anlattı;

Hayatımızı fırsatlar belirler. Hatta kaçırdığımız fırsatlar da.
Bazen çarpışma noktasındayızdır ama farkına varmayız. Tesadüfen ya da bilerek ayarlanmış da olsa, bu konuda yapabileceğimiz bir şey yoktur. Ya da Daisy’nin yorumuyla, “Nasıl derler, kismet”...

“Pariste bir kadın alışverişe gidiyordu. Ama mantosunu unuttuğu için onu almak üzere geri döndü. Mantosunu aldığında telefon çaldı. Durup açtı ve birkaç dakika konuştu. Kadın telefonda konuşurken, Daisy, Paris Opera binasında gösteri için prova yapıyordu. O prova yaparken kadın telefonu kapatıp, dışarı çıkarak bir taksi durdurdu. O sırada kadının durdurduğu taksiye başka biri bindi ve gitti. Önceki müşterisini bırakan taksi şoförü, bir fincan kahve içmek için mola vermişti. Bütün bunlar Daisy prova yaparken oldu. Önceki müşterisini bıraktıktan sonra kahve molası veren taksi şoförü, şimdi bir önceki taksiyi kaçıran alışverişe giden kadını almıştı. Taksi, saatini kurmayı unuttuğu için işe gitmek üzere evden her zamankinden 5 dakika geç çıkan adam, karşıdan karşıya geçtiği için durmak zorunda kaldı. İşe geç kalan adam karşıdan karşıya geçerken, Daisy provayı bitirip duşa girmişti. Daisy duş alırken, taksi de, kadını tezgahtar kızın erkek arkadaşından ayrıldığı için hazırlamayı unuttuğu paketi almak için girdiği, butiğin önünde bekliyordu. Paket hazır olduğunda taksiye dönen kadının önüne, bir kamyon çıkmıştı. Bu sırada Daisy giyiniyordu. Kamyon yoldan çekildiğinde, taksi harekete geçti. Bu sırada Daisy giyinmiş, ayakkabısının bağı çözülen bir arkadaşını bekliyordu. Taksi trafik ışığında durduğunda Daisy ve arkadaşı tiyatronun arka kapısından çıktı.
Sadece bir şey farklı olsaydı, o ayakkabı bağı çözülmeseydi, o kamyon daha önce geçseydi, ya da o paket hazır olsaydı çünkü kız erkek arkadaşından ayrılmamış olsaydı, ya da o adam saatini kurup beş dakika önce kalksaydı, ya da o taksi şoföru kahve molası vermeseydi, ya da kadın maltosunu unutmasaydı ve bir önceki taksiye binseydi, Daisy ve arkadaşı karşıdan karşıya geçerken taksi de onları geçip gidecekti. Ama hayat kimsenin kontrol edemediği yaşamların ve olayların kesişiminden ibarettir. O taksi geçip gitmedi. Ve o şoförün bir anlığına dikkati dağıldı. Ve taksi Daisy’ye çarptı. Ve bacağı kırıldı.”

Daisy’e taksinin çarptığı sahnede, kader, kısmet gibi kavramların altı çizilir.
Ama yine de Benjamin’in kızına yazdığı kart, kadere tam teslim olmadığını gösterir bize;

“Hiçbir şey için asla çok geç değildir. Ya da benim durumumda istediğin kişi olmak için çok erken değil. Zaman sınırı yoktur, istediğin zaman başlayabilirsin. Değişebilir ya da aynı kalabilirsin. Bunun bir kuralı yoktur. En iyisini ya da en kötüsünü yapabiliriz. Umarım sen en iyisini yaparsın. Umarım seni şaşırtacak şeyler yaşarsın. Umarım daha önce hiç hissetmediğin şeyler hissedersin. Umarım değişik bakış açıları olan insanlarla tanışırsın. Umarım gurur duyacağın bir hayatın olur. Öyle olmadığını anlarsan, umarım, en baştan başlayacak gücü bulursun.”


Brad Pitt ve Cate Blanchett’ın oyunculukları, makyajları ve dönem filmi olması itibariyle görüntüler gerçekten çok başarılıydı. Filmin son sahnesindeki geriye işleyen saat ve akıp giden su, filme noktayı koyuyor. Su ileriye akıp giderken, saat geriye çalışıyor ve filmin muhteşem kapanış sahnesini tamamlıyordu.

Açıkcası bir başyapıt olduğunu düşünmüyorum. Oscarları toplayıp götüreceğine de inanmıyorum (çok mu önemli? O da ayrı bir tartışma konusu). Ama son sahne ile “En İyi Sanat Yönetmeni” ödülünü ben “Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi”ne veriyorum. Bir de “En İyi Makyaj” oscarının sahibi olacağını düşünüyorum.

Tekrar yazmam gerekirse, bir başyapıt değil bence. Ama kesinlikle izlemekten çok keyif alacağınız, yaşam ve ölüm üzerini düşünmenizi sağlayan, çok güzel bir hikaye, Benjamin’in tuhaf hikayesi…

 
Toplam blog
: 73
: 5913
Kayıt tarihi
: 06.09.06
 
 

Yılın en uzun gecesinde doğmuşum. Bu yüzden midir bilinmez ruhlarımızın özgür kaldığı geceleri se..