Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '13

 
Kategori
Güncel
 

Bilimsel çorba

Bilimsel çorba
 

Şimşekle Gelen "Gündüz"


Bir ilahiyatçı profesör; gece ve gündüzün, Güneş’e bağlı olmadığını söylemiş. Profesöre göre, Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren, “gündüz” dediğimiz varlıkmış. “Gündüz” dediğimiz varlık, ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmekteymiş. Karanlığın oluşması, Güneş’in batmasından değil, “gece” denilen varlığın ortaya çıkmasındanmış.  
Bu derin(!) araştırmaya yardımcı olmak için evde bulundurduğum birkaç cep fenerini alıp kentten uzaklaştım. Birkaç tane cep feneri almamın özel bir nedeni yok. Biri arıza yaparsa öteki yedekte olsun, maksat… Adını bilmediğim bir dağa tırmandım. Ormanın kıyısında, ağaçsız bir alan buldum. Ortasında, yüksekçe bir kaya… Tam bana göre… Korkmadan bekleyebilirim bu kayanın başında “gece”yi. Biraz çalı çırpı, birkaç çam kozalağı toplayıp kayanın tepesindeki düzlüğe yerleştim. 
 
Güneş, karşı tepenin ardına sinerken ormandan bir çatırtıdır koptu. Ses giderek yaklaşıyor. “Beklediğim ‘gece’ geliyor.” dedim içimden. Demek böyle çatır çutur geliyormuş da biz farkına varmamışız bugüne dek. Dört gözle bekliyorum “gece”yi. Çamların arasından uzatacak başını ve zifire kesecek ortalık.  O da ne? Çatırtılar yavaşladı. Durdu. Korkunç bir sessizlik aldı yerini. 
 
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; havanın karardığını fark ettim bir an. “Hımm! Demek ‘gece’ gelmişti kaşla göz arasında.” diye düşünürken “çıt” diye bir ses yardı gecenin sessizliğini. Ardından bir “çıt” daha!.. Arka arkaya çatırtılar başladı yeniden. Allah Allah! Şimdi gelen ne? “Gündüz” olamaz. “Gece” öyle ateş almaya gelen bir komşu değildir. Ev sahibini uyutmadan gittiği pek görülmemiştir. 
 
Derken bir karaltı göründü belli belirsiz. Kocaman bir şey. Arkasından iki karaltı daha… Onlar çok küçük… Ormandan çıkıp mesken tuttuğum kayanın dibine doğru yaklaşıyorlar. Beynim oyun mu oynuyor benimle yoksa? Karaltılar mı uyduruyor korku belası? Sanrı(halüsinasyon) mı görüyorum yoksa? 
 
İçime bir kurt düştü. Gelenler “gece yarısı” mı yoksa? Yok yok! Bunlar başka bir şey. Korku titremesi sardı bedenimi bu kez. Göğüs kafesimi dövmeye başladı kalbim. Elim cep fenerine gitti kendiliğinden. Beş pillisine… Bastım düğmeye. Bir de ne göreyim! İri kıyım bir ayı ve küçücük yavruları. 
 
Anne ayı, kısa bir şaşkınlıktan sonra iki karış açtı ağzını. İki ayağının üstüne dikildi. Bir şeyler bağırdı, gecenin karanlığını yırtarcasına. Yazılışını da söylenişini de bilmediğim… Taklidine dilimin dönmediği bir şeyler… Alnımda tutuşan alev, ayak parmaklarıma kadar indi dalga dalga. Tepemden saçlarımı çekiyordu sanki birileri. Başım mengenede… Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ayı da öyle… Bir sağa koşuyor bir sola. Toparlamaya çalışıyor yavrularını besbelli. 
 
Ayı nereye koşarsa cep fenerini oraya doğru tutuyorum. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum; alıp yavrularını, kayboldu ayı, ormanın derinliklerinde. Yeniden çöktü zifir bir sessizlik. Aklım başıma geldi tehlike uzaklaşınca. Ne için geldiğimi anımsadım bu lanet yere. 
 
Yaşadıklarımı, bilimin(!) süzgecinden geçirmeye başladım:
 
Demek ki “gece” sessizce geliyor. Çatırtıyla gelen ayıdır. Bunu anladık. Bilimsel araştırmamın bundan sonrasını ayıya borçluyum. Cep fenerini yakınca bir “gündüz” parçası gelip oturuyor gecenin ortasına. Ortasını oyuyor belki de gecenin. Sağa sola koşuşturan ayıyı, cep feneriyle izlediğimi anımsayınca başka bir bulguya ulaştım. Fenerin yönünü nereye çevirirsem “gündüz” oraya koşuyor. Ne denli hızlı çevirirsem o denli hızlı koşuyor hem de! 
 
Bu bulguları akıl süzgecinden süzerken üşüdüğümü fark ettim. Çakmağımı çıkarıp tutuşturdum çam kozalaklarını. Çalı çırpıyı üstüne yerleştirdim. Alevler büyüyünce aydınlandı kayanın tepesi. İyi ki yakmışım çalıları. Hem ısındım hem de yeni bir bilimsel bulguya tanık oldum. Odun ateşini gören “gece”, hızla çekildi yanlara doğru. Kızıl bir “gündüz” çöreklendi yerine. Dans etmeye başladı alevlerle birlikte.
 
Demek ki odun alevlerine, “kızıl gündüz” geliyor. Gurupta gördüğümüz kızıllık da buna benzer bir şey olabilir. Güneş’te, odun mu yakıyorlar yoksa akşama yakın zamanlarda? Olur mu olur(!). Keşke biraz fazla çalı çırpı toplasaymışım! Erkenden söndü. “Kızıl gündüz” de yeniden geceye bıraktı yerini. 
 
Bu kadar araştırma yeter. Geç de oldu. Kente dönme zamanı artık. Bilimsel bulgularımın sevinciyle ayıyı mayıyı unutmuşum. İyi ki unutmuşum yoksa o kayadan inip ormanın içinden geçen keçi yoluyla kente dönmeye cesaret edemezdim. 
 
Kimsenin duymayacağı garantisi olunca ne türküler söyledim sessizliği darmadağın eden, bilemezsiniz! Ne güfteler uydurdum hazır bestelere! 
 
Sadece türkü söylemedim elbette. Dönüş yolunda da sürdürdüm, bilimsel deneylerimi. Küçük fenerleri yakınca küçük “gündüz” geliyor; büyüklerini yakınca büyük. Sonra düşündüm; projektörleri yakınca nasıl da büyük “gündüz”ün koşup yerleştiğini gecenin böğrüne. 
 
Şimşekler geldi usuma birden. Çatal çatal uzanan… Her şimşek çakışında, “gündüz” denilen varlığın, alelacele gelip gitmesini düşledim. Şimşeğin şekline bürünerek üstelik… Şimşek çakınca gündüz, sönünce gece… 
 
Kimi geceler gündüz gibi aydınlık olur. Neden dersiniz? Ay’ı gören “gündüz”, cümbür cemaat gelip kovar geceyi de ondan. 
 
Hay Allah! “Ay’ı gören” deyince ormandaki ayı geldi aklıma. Koşarcasına indim ormanın son yamacını. Neyse ki kent yakın da ödüm patlamadı. 
 
On dakika sonra yatağımda olacağım. Yarından tezi yok, bilimsel desteğimi sunacağım ilahiyatçı profesöre. Çorbada benim de tuzum olsun. 
 
Umarım bu araştırmamın sonucu, tuzsuz bir çorbaya benzemez!
 
Haydar Bibinoğlu
 
 
Toplam blog
: 71
: 774
Kayıt tarihi
: 01.03.07
 
 

Emekli Öğretmenim. Anadolu Üniversitesi, AÖF, Eğitim Önlisans Programı mezunuyum. İlgi Alanım: Si..