Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Temmuz '09

 
Kategori
Sanat Tarihi
 

Bir "bit" etti onu hem sadrazam hem de damat

Bir "bit" etti onu hem sadrazam hem de damat
 

Fotoğraf: Esat Sönmez


Haziran ayı içinde İstanbul sokaklarını gezip, bir kaç fotoğraf çekerek, bu gezintimi belgelemeye çalışırken, yolum pek sık olduğu gibi yine düştü Eminönü Meydanı'na. Bendeniz doğma büyüme Kadıköylü olduğumdan atladım Kadıköy sahilinden bir deniz motoruna düştüm denizin yollarına. Şu güzelim Marmara sahillerinin Kadıköy koyu, yani Haydarpaşa ile Kadıköy iskeleleri arasında kalan bölümü o kadar pis kokuyor ki, motor bir an önce kalksın da o güzelim Marmara'nın mavi sularına açılalım diye sabırsızlıkla bekliyoruz. Çünkü, hava o kadar güzel ki, motorda oturduğum yerden İstanbul'un tarihi yarımadasından tâ Bakırköy sahillerine kadar her yeri gayet net görebiliyorum. İstanbul'un o güzelim vapurları bir bir geçiyor gözümün önünden. Çok uzaklarda "katamaran" dedikleri hızlı feribot hareket etmiş Bandırma'ya gidiyor.

İşte hareket saati geldi. Motorlar çalıştı. Bilet makinesinin başınında duran görevli anonsunu sıklaştırdı: "Hemen hareketle Eminönü-Karaköy!". Son saniyede motoru kaçırıp da yirmi dakika beklemek istemeyenler adımlarını hızlandırdılar ya da koşmaya başladılar. Sonunda kapılar kapandı ve bizim motorumuz da değişik manevralarla iskeleden ayrılıp Marmara'nın mavi sularına kendini bıraktı. Hareketle birlikte hafif bir rüzgâr esmeye başladı. Bir sevgilinin yanağını okşar gibi hafif bir rüzgâr. Şimdi geride bırakıyoruz Kadıköy'ü. Gittikçe küçülüyor mor konservatuar binası. Haydarpaşa Garı'nın önünden geçiyoruz. Hemen yukarıda eski adı Haydarpaşa Lisesi olan ve iki yandaki saat kulelerini hep iki adama benzettiğim güzel binayı görüyoruz. Onun biraz ilerisinde Selimiye Kışlası'nı. Sonra Salacak açıklarında Kız Kulesi'ni görüyoruz. Bunların hepsi içinde çok büyük anıların ve efsanelerin yaşandığı birer tarihi eser. Gün gelir tek tek ele alır da söz ederiz bu eserlerden, kimbilebilir?

Kadıköy'den kalkan motorumuz Salacak açıklarında Sarayburnu istikametine doğru dümenini kırıyor. Karaköy sahillerinden geçip yeni yapılan köprünün altından geçiyoruz. Bu köprü ki "Ah eski köprüler ah!" diye iç geçirtiyor bize. Çünkü, en eski köprüden en yeni köprüye çok büyük estetik kaybımız aklımıza geliyor. Aynı yere yapılmış olan ilk ahşap köprünün bugün gravürlerde kalan o güzelim görüntüsü aklımıza düşüveriyor. Ve sonra gittikçe çirkinleşen köprüler yapılıyor buraya. Şimdi ayakta duran köprüden bir önceki köprü Sütlüce-Eyüp arasına yerleştirilmiş. Ama, parçalanarak. Diğer parçaları ancak reklamcıların işine yarayacak şekilde bir ucu Hasköy'de bir ucu Ayvansaray'da duruyor. Orta yeri yok. Bu parçalar üzerinde bazen konser veriliyor, bazen müzik parçalarına video görüntü oluşturuyor. Fakat, Sütlüce-Eyüp arasında duran kısmının orta bölümü sık sık köprüden ayrılıyor. Çünkü, Üsküdar'dan kalkıp Eyüp'e kadar gelen motorlar, köprü tamam olduğu zaman altından geçemiyor ve Eyüp'e gelemeden Sütlüce'de son buluyorlar. Oysa Eyüp yolcusu çok. Bu nedenle de Eyüp yolcuları Sütlüce'de inip, köprüyü yürüyerek geçerek Eyüp'e ulaşıyorlar. Şimdi diyeceksiniz ki "İyi de o zaman köprüyü neden hep açık tutmuyorlar?" Bu sorunuzda haklısınız. Fakat, eski Galata Köprüsü'nün Sütlüce-Eyüp arasına yerleştirmenin kültürel bir nedeni var. Eyüp tarafında Feshane dediğimiz konferans ve sergi salonu var. Buranın adı Feshane çünkü Osmanlı feslerini burada üretirmiş. Efendim, Sütlüce tarafında ise Sütlüce Kültür Merkezi var. Bu Sütlüce Kültür Merkezi ki bir zamanlar mezbaha idi. Küçükbaş ve büyükbaş hayvanlar burada sıra sıra kesime giderdi. Şimdi, 2008'den beri burası kültür merkezi. Şimdi, suyun iki yakasında böyle iki kültür merkezi olunca ve buralarda karşılıklı konferanslar, seminerler verildiği zamanlarda, bu tür etkinliklere katılanlar iki kültür merkezine de kolaylıkla gidip gelsinler diye köprü bütün halde işlevini sürdürüyor. Ama, bu kez de Eyüp'e gidecek vatandaş Sütlüce'de inmek zorunda kalıyor. Eyüp'e gitmek için "tabana kuvvet".

Biz dönelim yeniden Kadıköy'den kalkıp Eminönü'ne gelen motorumuza. Oooo, ben sizlere Eyüp'ü, Sütlüce'yi, köprüyü anlatırken bizim motor çoktan yanaşmış Eminönü İskelesi'ne. Neredeyse bir tek ben kalmışım motorda. Durun ben de ineyim.

Motordan indiğimde sağlı sollu bir sürü Osmanlı eseriyle karşılaşıyorum. Yeni Cami, Mısır Çarşısı, Süleymaniye yukarıdan bize bakıyor. Onun aşağısında Rüstem Paşa Camisi... Bir dakika! Rüstem Paşa mı? Tamam, kararımı verdim, bugün şu Rüştem Paşa Camisi'ni gezeceğim.

Otobüsler, otobüsler... Her yana gidip gelen otobüsler arasından kaçarak yolun karşısına geçiyorum. Bakırcılar esnafının şirin ve dışarılara taşmış küçük dükkanlarının tezgâhlarına baka baka yürüyorum. Az sonra Rüstem Paşa Camisi'nin önüne geliyorum. Kapısına geliyorum demedim çünkü Rüstem Paşa Camisi'nin önüne gelmek demek cami kapısına gelmek demek değil. Hele ilk gelen için bu camiye nereden giriliceği tam bir bulmaca. Çünkü eserin mimarı Koca Sinan o zamanın da bir alış-veriş merkezi olan yere böyle bir cami yapmaya karar verdiğinde, böyle bir yapıyı o alış-veriş karmaşasının içinden kurtarmayı düşünmüş ve alt katı dükkanlara, dükkanların depolarına ayırmış. Üst kat ise camiye ayrılmış. Yalnız, dedim ya ilk gelenlerin camiye nereden girileceğini bulmaları oldukça zor. Çünkü büyük giriş kapıları sizi dükkanlarla ve depolarla dolu alt bölüme götürüyor. Caminin girişini buralarda arayanlar yanılıyor. Çünkü, caminin girişi iki küçük kapıdan oluyor. Fakat, bu girişlerin de ana yapıya açıkması sanki mümkün değilmiş gibi bir duygu uyandırıyor insanın içinde. Çünkü, bu küçük girişlerden yukarıya baktığınızda yalnızca merdiven basamaklarını görüyorsunuz. Çekinmeyip de bu merdivenleri çıkarsanız, labirent gibi merdivenlerden büyük ve aydınlık bir güzelliğe kavuşuveriyorsunuz.

Efendim, sanat tarihi açısından bir cümle kuracaksak şöyle dememiz gerekiyor: Caminin ana mekanının bulunduğu satıh, çarşı ve bodrum tonozlarının üzerinde yükselmiştir ki bu yükseklik 6 metredir. Ama, bu yükseklik caminin hem Halic'i görmesini ve Halic'ten görünmesini sağlamıştır, hem de çarşının o kalabalığından, gürültüsünden cemaati kurtarmıştır.

Camiye iki kapıdan giriliyor. Bu kapılardan biri doğuda diğeri batıdadır. Merdivenler bittiğinde kendinizi bu camınin küçük ama şirin avlusunda buluyorsunuz. Bir çok sanat tarihçisi ve hattâ Semavi Eyice de bu caminin avlusuz olduğunu belitmektedir. Fakat, son cemaat yerinden sonraki küçük alan bence hoş düşünülmüş şirin bir avludur. Elbette diğer Osmanlı camileri gibi revaklı avlusu ve ortasında şadırvanı yoktur, fakat avlu özelliğini taşıyan şirin bir boşluğu da vardır. İşte bu avlu çok güzel ortanca çiçeklerle nefis bir görüntüye bürünmüş. Şehrin göbeğinde, ama şehirden uzak, sessiz, sakin ve serin bir mekân.

Şimdi, biraz tarihte yolculuk etmeye başlarsak karşımıza neler çıkar bir deneyelim: Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri, damadı olan Sadrazam Rüstem Paşa adına bir caminin yapılmasına onay verir. Böylece, çok sevdiği kızı Mihribah Sultan ile evli olan Rüstem Paşa da Mimar Sinan'a isteğini iletir. Mimar Sinan böyle bir cami için arsa ararken, Hacı Halil Ağa'nın mescidinin bulunduğu arsayı gözüne kestirir. Elbette, bu tür hayır işlerinin yapılabilmesi için o hayır işinin yapılacağı yerde taşınmazı bulunan kişinin oluru alınması şarttır. Şimdiki gibi bir yıkım belgesi yolla, on beş gün sonra da polislerle beraber belediye memurlarını ve dozerleri, kepçeleri yolla o zaman için mümkün değildir. E o zaman ne olacak? Hacı Halil Ağa'nın kapısına kadar gidilecek. Mescidinin yerine Sadrazam Rüstem Paşa adına cami yapılacağı söylenecek. Hacı Halil Ağa kabul ederse mescid yıkılacak. Ancak, arsa bedeli, bina bedeli neyse kuruşu kuruşuna ödenecek ve elbette o dönem için bu da yetmeyecek. Ya ne olacak? Bir de mülk sahibinden hayır dua alınacak. Öyle zorla vermediğini Allah katında da dile getirecek.

Derler ki Hacı Halil Ağa, burayı bağışlamıştır.

İşte arsası böyle bulunmuş olan Rüstem Paşa Camisi'ne daha girmedem son cemaat yerinde bulunan çiniler sizi etkisi altına alacaktır. Çünkü, Osmanlı'nın en güzel çinileri bu yapıda kullanılmıştır. Adeta bir çini kataloğu gibidir bu cami. Hemen her mekanda değişik formda, değişik renkte çinilerle karşılaşırsınız. Nitekim, son cemaat yerinden ana mekana girdiğinizde bu çinilere şaşmamak mümkün değildir. İsterseniz, bu çinilerde kullanılan lâle desenlerinin farklılıklarını bir sayın. Sayanlar 41 çeşit lâle motifi gördüklerini söylemektedirler. Hadi şunu da hiç çekinmeden söyleyelim, çünkü doğrudur: Bu camide kullanılan çinilerin bir eşi benzeri daha yoktur.

Yazımın başında dedim, haziran ayı içinde ben bu eseri gezdim. Elbette bu çinilerin fotoğrafını çekmeden olmaz. Fakat, benimle birlikte elbette bir çok yabancı turist vardı. Yerli turist olarak da bir ben vardım, bir de anne oğul. Anne öğretmenmiş. Oğlu genç, gitti minberin önünde namaz kıldı. Annesi de fotoğraf çekmek üzere caminin sağ tarafına yöneldi. Öğretmen anne de namaz kılmak istedi ancak, Rüstem Paşa camisi'nde bayanların abdest alacakları yer yok. O nedenle kılamadı öğretmen hanım. O sıra namaz zamanı değildi. Fakat, öğretmen hanım daha fotoğraf makinesini hazırlamadan oradaki tel döşeyen ustalardan biri geldi: "Yasak oraya giremezsiniz!". Baktım tartışma büyüyecek. Ben de girdim araya. Usta inat ediyor. "Hoca'nın emri var oralara girmek yasak". "Ya hu kardeşim dedim namaz vakti değil, ibadet eden yok. Neden yasak olsun?"

Öğretmen hanım Tekirdağ'dan gelmiş İstanbul camilerini gezmeye. Ama, düşünün Türkiye'nin en önemli çinilerini barındıran caminin çinilerini göremeyecek ve fotoğraflayamayacak. Neyse, ustaya biraz anlattım bu cami neden önemlidir diye. Eğer bu caminin çinileri gösterilmezse hiç bir önemi kalmaz dedim. İkna oldu ve fotoğraf çekmemize izin verdi. Ama, bu izin yabancı turistlere yok. Bize de geçici olarak izin verildi.

Hey gidi hey yani sizi suya götüyorlar susuz geri getiriyorlar. Rüstem Paşa Camisi gibi çini cennetine sizi sokuyarlar, ama şurası yasak, burası yasak deyip o çinileri görmenizi engelliyorlar.

Hemen her Osmanlı camisinde gelenek olan kitabe bu camide yok. Bu nedenle caminin ne zaman bitirildiğini ancak tahmin ediyoruz ve diyoruz ki: 1561. Zaten 9 Temmuz 1561 tarihinde de Rüstem Paşa bu yaşama veda etmişti.

Bu caminin diğer bir özelliği, Mimar Sinan'ın camide sekiz dayanaklı kubbe yapısını denemiş olmasıdır. Ayrıca, Rüstem Paşa vefat ettiğinde bu caminin her hangi bir yerine değil de Şehzade Camisi'nin avlusuna yapılan sekizgen bir türbe içine gömülmüştür. Fakat, camide kullanılan çini zenginliği Rüstem Paşa'nın türbesinde de aynen kullanılmıştır.

Rüstem Paşa Hırvat asıllıdır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Saray'a girmiştir. Diyarbakır eyaletine vezir olarak görevlendirilmiştir. Fakat, Rüstem Paşa çok kısa zamanda Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük itibarını ve güvenini kazanmıştır. Böyle bir durumu kıskananlar da elbette hemen ortaya çıkmıştır. Peki nasıl bir iftira atmışlardır Rüstem Paşa'ya biliyor musunuz? "Rüstem Paşa cüzzamlıdır" diye dedikodu her yana salınmıştır. Cüzzam o zamanlar için en büyük tehlike. Elbette Kanuni'de derhal doktorlarına emir vermiştir "Kontrol edin" diye. Padişah doktorları o zaman şöyle bir açıklama yapmışlardır:

"Efendimiz, cüzzam olan bir kimsede bit barınmaz. Biz Rüstem Paşa'yı bir kontrolden geçirelim bakalım bit bulabilecek miyiz?"

Nitekim, Rüstem Paşa kontrolden geçilir ve gömleğinde bir adet b i t bulunur. Böylece padişaha da haber verilir: "Bit bulundu efendim, o halde cüzzam değildir". Padişah bu haberi alınca elbette çok sevinir. Şimdi bir küçücük "bit"in Rüstem Paşa'nın yaşamını nasıl değiştirdiğine bakalım mı?

Evet, padişah bakmış ki Rüstem Paşa'de bit çıktı ve o halde cüzzam değildir. Rüstem Paşa'yı derhal Anadolu memuriyeti ile ödüllendirir yani derecesini yükseltir. Durun "bit"in yaptıkları daha bitmez. Kanuni Sultan Süleyman, en sevdiği kızı Mihrimah Sultan'ı da Rüstem Paşa ile evlendirir. Böylece Rüstem Paşa olur Damat Rüstem Paşa.Yani bir küçükcük bit Rüstem Paşa'nın hem Sadrazam olmasına hem de Saray'a damat olmasına neden olmuştur. On beş yıl Sadrazam olan Rüştem Paşa'nın hiç bir haksızlığa, rüşvete, kayırmaya adının karışmadığı bilinmektedir.

Şöyle tarih düşülür vefatına: "Ana olsun Cinanda Adn mesva" yani ebced hesabına göre 968 miladi 1561.

Böyledir Osmanlı sahneleri. Bir bakarsınız bit adamı eder damat ve de sadrazam; bir bakarsınız döner bite koskoca sadrazam ve dahi padişah!

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..