- Kategori
- Sinema
Bir film ve "insanların inançlarına saygı" üzerine düşünceler

Geçtiğimiz günlerde The Snow Walker filmini izledim. Ünlenmiş filmler de dahil pek çok film izlesem de, beğendiklerim dahil, burada yazayım diye bir isteğim oluşmuyordu. Fakat ülkemizden gösterime girmeyen, ilgilenilmemiş ve hemen hiç bahsedilmemiş bu filmden bahsetmek istedim.
The Snow Walker bir baş yapıt değil. Mükemmel, harika, izlemezseniz çok şey kaçırırsınız diyerek anlatılabilecek de bir film değil. Fakat aşırı bir farklılık iddiası taşımamasına rağmen bana farklı gelen bir film.
Filmin baş karakteri, II. Dünya Savaşı’na katılmış, ticari uçuşlar yaparak geçimini sağlayan pilot Charlie Halliday.
Kuzey Buz Denizi’nde de zaman zaman uçuşlar yapan Charlie’nin görevlerinden veya yaptığı işlerden biri de bu bölgedeki yerlilerle (Eskimo diye bildiğimiz ırkın Inuit çeşidi) ticaret, daha doğrusu basit alışverişler yapmak. Bir gün yine Inuit bölgesine yaptığı bir yolculukta yerliler ondan içlerinden biri olan ve ciddi bir hastalıkla pençeleşen bir genç kızı şehirdeki hastaneye götürmesini rica ediyorlar. Charlie bunu çabuk reddetse de fil dişi karşılığında bu alışverişe razı oluyor. Ancak Charlie ve Inuit genç kızı taşıyan uçağın ıssız bir bölgeye düşmesiyle birlikte seyri değişen ve hem bir dostluk, hem de bir hayatta kalma mücadelesine dönüşen ilginç bir hikaye izliyoruz.
Filmin kalanını anlatmaya gerek yok. Bu mücadele gayet gerçekçi, duru ve temiz işlenmiş; özellikle söz etmek istediğim kısmı ise Inuit genç kız Kanalaaq ile Amerikalı Charlie arasındaki ilişkinin filmin sonuna değin hiçbir şekilde Hollywood klişelerine uygun düşecek şekilde bir aşk öyküsüne dönüşmemesi. Hatta kızın filmin sonundaki bir önemli anda Charlie’ye “ağabey” veya “brother” diye seslenmesi.
Inuitler Alaska’dan, Sibirya’ya, oralardan arktik denizlere uzanan 150.000 nüfuslu bir halk. Pek çoğu şamanizm, animizm gibi kendi mitolojisinin derinliğini barındıran yerel inançlara sahip.
Filmde Inuit inanışının biçimini yansıtan bir diyalog vardı. Burada Inuti kız Kanalaaq, “Bazı ruhlar iyi, bazıları ise kötüdür” diye başlıyordu söze. “Seni kandırırlar. Öldüğün zaman Tarquiup gelir.”
Karşısındaki Charlie, Tarquiup’in kim olduğunu soruyordu kıza. Kız, Tarquiup’in ölümden sonra insanları alıp iyi avlanmaların, çeşit çeşit balığın bulunduğu bir yere götürdüğünü söylüyor, Tarquiup’in nerede yaşadığı sorulduğunda parlayan ayı gösteriyordu.
Tarquiup Inua, Inuit Eskimolarının Tanrısı. Öldükten sonra ruhları Eskimoların coğrafyalarının gerektirdiği şekilde iyi avlanmaların ve çeşit çeşit balıkların bulunduğu bir yere götürdüğüne inanılıyor. Yani Eskimolar için bir cennetin önceliklerinden olabilecek bunların olduğu bir yere. Tarquiup denen Tanrı’nın ay veya benzeri bir yerde taşıdığına inanılıyor. Bu da bir inanış. Her inanış gibi saygıyı hak ediyor aslında. Ve aslında, ülkemizde insanlar birbirlerinin inancına, mezhebine, inançsızlığına bakış biçimini ve tahammül sınırlarını kurgularken belki hemen her an aklının bir köşesinde bu inanışı da düşünmeleri gerekiyor.
Tarquiup Inua inancı da var. Ona da inananlar var. Ama Tarquiup Inua inancında olan bugünün kendi halindeki Eskimoları güçlenip Hıristiyanlar ve Müslümanların yüzyıllarca yaptığı gibi “Siz kâfirsiniz, dininizi değiştirecek, bizim dinimize geçeceksiniz, bunu yapmazsanız hem sizi biz öldürürüz, hem de cehennemde cayır cayır yanarsınız” diye güneye yürüseydi, buraya üstümüze gelseydi biz ne derdik, buna nasıl bakardık acaba?
Veya daha güncel bir yere gelelim. Biz bugün, şimdi, Eskimoların, ülkenin çok büyük bir kısmı tarafından paylaşılmayan veya dünya üzerinde hakkını talep edecek bir güç ve yaygınlığı bulunmayan inanış, ibadet ve ritüelleri için, onlarla karşı karşıya gelsek, hakaret edilmeme, dalga geçilmeme, eleştirilmeme ve devlet tarafından hoşgörülüp desteklenme noktasında çoğunluk inanışı Sünni İslam’ın maruz tutulduğu muameleyle, aynı “insanların inançlara saygı” noktasında hareket edebilir miyiz? Kendi inancımıza güvensek de, gerçekten laik veya laikliğe tahammüllü, bahsettiğimiz ve istediğimizi iddia ettiğimiz çok güçlü bir demokrasinin gerektirdiği noktada, inanç denen şeyi, toplumdan ve devletin kural-kanunlarından benzer bakışla bir dışsal olgu olarak olsun, aynı değeri görmesi gereken, “çeşitli inançlar” olarak da kabullenebilir miyiz?