Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '13

 
Kategori
Anılar
 

Bir hava şehidinin 55 yıl sonra bulunan "anılar"ı - 4

Bir hava şehidinin 55 yıl sonra bulunan "anılar"ı - 4
 

O günün gazetesinde KAZA haberi


-BAŞ TARAFI 3. BÖLÜMDE- 

SAYIN OKUYUCULAR,

05.01 1954 Salı günü DEVLET HAVA YOLLARI’ na ait 51 Nolu BAĞ uçağının nasıl kazaya uğradığı ve bu kaza hakkında okuduğum türlü türlü rivayetler uzun zamandan beri beni bir hayli üzmüştü.

Nihayet uzun tedavilerden sonra şifa bularak ayağa kalktım. Bugün için o acı kazayı tekrar canlandırmak, çok sevdiğim şehit arkadaşlarımın ailelerinin henüz dinmemiş gözyaşları ve acılarını tazelemek istemezdim. Fakat o mukaddes vazife uğrunda SAĞ AYAĞINI VE SOL KOLUNU VERMİŞ, TAYYARENİN 2. MESUL PİLOTU olmak hasebiyle, KAZA HAKKINDA SİZLERİ TENVİR EDEBİLİRSEM kendimi bahtiyar addederim.

Muhterem okuyucular, evvela şunu arz edeyim ki KAZADA PİLOTAJ HATASI VARİT DEĞİLDİR. 

Şehit arkadaşım Talat SUBAŞI, Türk Kuşu’ nda yetişmiş, mütevazı, dürüst ahlakıyla arkadaşları tarafından sevilmiş, vazifesinin aşıkı idi. Şahsen 1939 senesinden beri tanır ve 1939 da da üç ay kadar İNÖNÜ KAMPI’ nda planörlerde bana da hocalık yapmıştır.

Bana gelince, 26.07.1939 da İnönü Kampı’ na gelmiş, 01 Nisan 1940 da da Eskişehir Hava Okulu pilotaj talim-terbiyesine arkadaşlarımla katılarak, 12.02.1941 senesinde HARP PİLOTU olarak orduya katıldım.10.07.1953 de de Devlet Hava Yolları’ na NAKLİ MEMURİYET yaparak, burada da uçuşuma devam ediyordum.

İşte Mukadderat-ı İlahi, feci kazadan mucize mukabilinden kurtularak bu günü buldum. Yegane arzum EMELİME kavuşmaktır.

BÜTÜN EMELİM

Yukarıda da arz ettiğim gibi, şifa bularak yer hizmetinde vazife görmekteyim. Kolumdaki mevcut olan ufak bir …….. (okunamadı) giderildikten sonra o ZEVKİNE PAHA BİÇİLMEZ UÇUŞUMA BAŞLAMAK ve uçmaktır.

SEFERE BAŞLANGIÇ

05.01.1954 sabahı, Hacı Bayram Camisi’ nin oparlöründen güzel Ankara’ mızın semalarında uğuldayarak bulutlara kavuşan ‘’Alahüekber’’ nidalarıyla yatağımdan fırladım. Çünkü saat yedide tayyaremize yolcuları almış olacaktık. Mevsimin kış olması hasebiyle ortalık daha karanlık, hava sisli ve hatırı sayılır bir soğuk vardı.

Aileme ‘’Allahaısmarladık!’’ dedikten sonra, üç yavrumu da uykuda bırakarak evimden ayrıldım. On dakika sonra otobüs durağında idim. Otobüse binerken daha ‘’Günaydın!’’ demeden, rahmetlik Talat SUBAŞI ‘’Kürdo, beraberiz!’’ dedi. Afedersiniz, şunu da nakletmeden geçemeyeceğim; ŞARKLI OLMAM HASEBİYLE o bana ‘’KÜRDO’’, kendisi de, tabiri caizse, tatlı esmer olduğu için, ben de ona ‘’FELLAH’’ derdim.

Otobüste, hep beraber şakalaşarak, 15 dakika sonra meydana vardık. Sabah çayından sonra ben rasat raporunu ve ATC’ den uçuş müsaadesini aldım. Talat SUBAŞI da manifesto kağıdını imzaladıktan sonra hazırlığımız bitti. Zaten saat de 7 olmuştu. Oparlörden yolcular 51 NOLU BAĞ UÇAĞI’ na davet ediliyordu.

Usulü veçhiyle, personel tayyarede kendi yerlerini almış, yolcuların kontrolü bitmiş, pervanelerimiz dönmeye başlamıştı. Kalkış pisti başında motorların kontrolünü yaparken ben de uçuş kulesinden kalkış müsaadesini aldım. Artık kalkmamızda mahzur yoktu. Son senelerde uçucu personel arasında fazla kullanılan, ‘’Tamam’’ manasını ifade eden, birbirimize ‘’OKEY’’ dedikten sonra tayyare piste girmiş, gaz kollarını tam ileri vermiştik. Yerden kesilmiş, hava oldukça aydınlanmış, irtifa almaya devam ediyorduk.

30 Dakika bir uçuştan sonra, arkada bıraktığımız uçuş kulesinin ‘’Hayırlı yolculuklar!’’ temennisiyle telsizimizi kapattık. Bulutlar pamuk tarlasını andırır bir şekilde altımızda kalmıştı. Yeşilköy’ e doğru 250 Km süratle seyir ediyorduk.

Kalkıştan 1.15 sonra Yalova üzerindeyiz; gök mavi, deniz mavi, tayyaremiz mavi… Tayyaremiz bu mavilikler arasında ve güneşin şualarından gözlerimize aks eden o canlı, ürpertici, kanatlardaki kırmızı beyaz ŞANLI TÜRK ARMASI bizlere adeta gurur veriyor… Türk semalarında, Türk denizleri üzerinde uğuldayan motorların sedasını etrafa dağıtarak Yeşilköy’ e doğru alçalıyoruz…

İşte karşımızda meydan; iniş için bütün hazırlıklarımız tamam… Tam karşımızda, biraz ilerimizde Eyüp Sultan ve Ayasofya minareleri adeta esas vaziyetinde, BİRKAÇ SAAT SONRA SON NEFESİNİ VERECEK AZİZ ARKADAŞLARIMA selam duruyorlardı.

Saat 10 da YEŞİLKÖY’ den kalkacaktık. Onun için daha 1.5 saatlik zamanımız vardı. Bir gün evvelden uçuşa çıkmış arkadaşlarımız meydan gazinosunda oturuyorlardı; kimisi rasat bekliyor, kimisi kalkış zamanını bekliyor, burada da Beşiktaş, Fener ve Galatasaray kulüplerini tutan arkadaşlarla tatlı bir kulüp münakaşası yaptıktan sonra, saati gelen kulağını oparlöre veriyor, tayyareye yolcular davet edilmeyince veya hava muhalefetinden tehir bildiriliyorsa münakaşa devam ediyor, hatta münakaşa o kadar ateşleniyor ki, hostes Ayten ÜRKMEZ göz yaşlarını tutamıyor, ‘’Fener’ in bu hale düşmesini istemezdim.’’ diyor…

Saat 10… Bandırma ve Çanakkale’ ye gidecek yolcular 51 Nolu Bağ Uçağı’ na davet ediliyor… Hava sabahki vaziyetini kaybetmiş, bulutlar denize kadar sarkmış, denizi adeta tüllere bürümüştü.

Kalkıyoruz…

25 dakika sonra BANDIRMA’ yı görmeden evvel, hemen batısında, tepenin üzerinde bulunan AY YILDIZ YÜZÜMÜZE GÜLÜYOR. Buradaki bu AY YILDIZIN ne manaya geldiğini bilmiyorum amma, büyük bir mana ifade ettiği kanaatindeyim.

Meydana iniyoruz, yolcular iniyor, Çanakkale’ ye gidecekler biniyor. Hostes ve makinist tayyarenin pencerelerine perde geriyorlar. Bildiğiniz üzere, Çanakkale ve civarı MÜSTAHKEM MEVKİ olduğundan yolcuların dışarıya bakmamaları (gerekmektedir.), hatta üzerlerinde fotoğraf makinesi, dürbün gibi aletler varsa ellerinden alınır, indikten sonra kendilerine iade edilir… Bu yalnız bizde değil, her devlette de böyle veya buna benzer tedbirler alınmaktadır.

Saat 10.55… Çanakkale’ den rasat alıyoruz; hava tam kapalı, bulut irtifaı 600 metre, görüş 10 km. Demek ki gitmemizde bir mahsur yok. Motorları çalıştırıyoruz. Saat 11.00 de BANDIRMA’ dan kalkıyoruz.

Yukarıda izah ettiğim ay yıldızlı tepeyi sağda bırakarak rotaya giriyoruz. Fakat hava kış olması hasebiyle ani bozuyor. Bulutlar adamakıllı şarj olmuş, durmadan, karla karışık, kovadan boşalırcasına yağmur yağıyor. Amansız bir hava muhalefetinin mücadelesinden sonra Çanakkale Meydanı’ na iniyoruz. Yağmur halen dinmemiş, bütün hızıyla yağmaya devam ediyor. Burada da bir saat kadar dinlenecek zamanımız var. Türk Tarihi’ nde mümtaz bir alan, DESTANLARA SAHNE OLAN ÇANAKKALE’ de öğle yemeğini yedikten sonra meydana dönüyoruz. Burada meydan teşkilatı eksik... Vazifeliler çadırda çalışıyorlar.

Yolcular alınıyor. Dürt yolcu, beş de ekip olmak üzere dokuz kişiyiz. Motorlar çalışırken, bir sene evvel NARA BURNU’ nda sulara gömülen (Bkz.9), henüz acıları içimizde taptaze olan aziz şehitlere birer selam ifa ettikten sonra, saat 12.30, vaktimiz tamam.

Kalkıyoruz...

Biraz sonra yağmur dinmiş, hava tamamıyla kara çevirmiş, durmadan, lapa lapa kar yağıyor. İrtifa alması için tırmanmaya çalışıyoruz. Fakat kuvvetli sağanak tayyareyi allak bullak ediyor. İki arkadaş adeta tayyareyi zor zapt ediyoruz. Yolcuların bağlarını çözmemeleri için yolcu mahalli ile pilot mahalline giriş kapısı üzerindeki kırmızı ışıkla işareti veriyorum. Tayyarenin telsizcisi bir anda tehlikeyi anlamış. Çanakkale meydan telsizine ‘’Hadisenin içindeyiz!’’ diyor. Hostes Ayten ÖZYILDIZ yolcuların bağlarını kontrol ediyor ve yerine oturuyor. İçinde uçmaya çalıştığımız bulut birden bire kararıyor, göz gözü görmüyor. İki arkadaş birbirimizi göremiyoruz. O anda kuyruktan bir çatırtı ile tayyarenin burkulduğunu ve muvazenesini kaybederek alabora olduğunu görürken kendimden geçiyorum.

Bir saniyelik tatlı bir uykudan sonra gözlerimi açıyorum; vücudumda bir kırgınlık, üzerimde bir halsizlik, etrafımda alevler, ön taraftan karlar... O anda bütün zekamı toplamaya çalışıyorum. ‘’Biz kaza geçirdik. Tayyare yanıyor. Kendini kurtarmaya çalış!’’. Evvela ayaklarımı kendime doğru çekmek istiyorum. Ne yazık ki şağ bacağımda bir kıpırdama dahi yok. Elimle yardım ediyorum, evet çekebildim amma ayağım da bilekten yan döndü. Demek ki, sağ ayağım bilekten kırılmıştı. Sol kolum aşağıya doğru sarkmış, sanki benden ayrı bir parça, benim değilmiş gibi, yine sağ elimle sol kolumdan tutarak göğsümün üzerine alıyorum. Aziz arkadaşım Talat SUBAŞI’ nın sandalyesi boş. Sol yan tamamıyla parçalanmış, bir, hatta iki kişinin çıkabileceği kadar bir delik açılmıştı. İşte buradan çıkmak için sol bacağımla kendimi ittirerek, sağ elimle de kendimi dışarıya doğru çektirerek, deliğin ağzından omuzlarıma kadar dışarı çıktım. Bu vaziyette ikinci bir hamleye hazırlanmışken göğsümün üzerine bir insan, makinist Hüseyin ÇAĞLAYAN düşüyor. Hem de ta kendisi. Deliğin ağzında sıkışıyoruz. Artık kurtuluş umudum kesilmişti. Çünkü alevler kıstırmış, bir taraftan kulağım yanıyor, diğer taraftan da kırık bacağım yanıyor. Tatlı amma nasıl bir tatlı his; gözümün önünden ailem, yavrularım geçiyor. İşte son ayrılık mendillerini sallıyorlar. Ah ölüyorum, yanıyorum! Zavallı Hüseyin dışarıya çıkmak için durmadan gayret harcıyor. Ne yazık ki ne elleri, ne de ayakları hiçbir iş yapamıyor. Bu anda Mukadderat-ı İlahi, rahmetlik Hüseyin ÇAĞLAYAN üzerimden kayarak karların üzerine düşüyor. Son nefesimle, bir gayret daha harcayarak karların üzerine doğru kendimi kaydırıyor ve alevden kurtularak, karlar üzerinde bayır aşağı kendimi yuvarlayarak, takatim(in) kesildiği yerde kaldım ve yüzümü karlara sürerek söndürdüm. Etrafıma baktım; Hüseyin alevlerin çok yakınında. ‘’Hüseyin kendini yuvarla yanıma gel, yanacaksın!’’ dedim. Yuvarlanarak yanıma geldi. ‘’İmdat! Cankurtaran yok mu, yanıyoruz!’’ diye bağırmaya başladım. Bu anda telsizci Tevfik KAZANKAYA ile hostes Ayten ÖZYILDIZ yetiştiler. ‘’Tevfik, bizi buradan sürükleyin, yanacağız!’’ dedim. Beni 20-25 metre kadar sürüklediler. Keza Hüseyin’ i de sürükleyerek yanıma getirdiler. Tevfik bana, ben de ona ‘’Ne olduk?’’ diye soruyoruz. ‘’Tevfik, Talat nerede? Yolcular nerde? Acele tayyareye koşun, yaralılar varsa kurtarın!’’ diye (bağırdım). Tayyareye koşuyorlar. Ne yazık ki kurtulan bizler ve iki de yolcu… Talat ve diğer iki yolcu kaza anında sadmeden mütevellit ölmüşler.

Sayın okuyucularım; benim irademi kaybetmeyişimin, telsizci arkadaşımın da az yara ile kurtuluşu bizleri bu feci ölümden kurtarmıştır.

Kar durmadan yağıyor, kuvvetli bir rüzgar evvelce yağıp çamların üzerinde biriken karları da üzerimize döküyor. Yine Tevfik’ i yanıma çağırıyorum. ‘’Tevfik, ben çok iyiyim. Kırıklardan başka bir şeyim yok. Korkma ölmem amma sana da yardım edemem. Biz, eğer buradan kurtulamazsanız soğuktan donar ölürüz. Ama bir köy bulur da haber verirseniz kurtuluruz. Sen ve Ayten yanımızda kalın. Bu iki yolcu bir istikamet tuttursun, gitsinler. Sağa sola sapmadan, (ama) yanlış ama doğru, hep aynı istikamette gitsinler!’’. Yolcunun bir tanesi buna itiraz ediyor. ‘’Ben gidemem. Ölürsek de beraber, kalırsak da beraber!’’ diyor. Takdir edersiniz ki yolcu arkadaş, sonradan da hastanede birkaç defa ziyaretime gelen asteğmen Bülent, bu sözü isteyerek değil, kazadan mütevellit, şok tesiriyle söylemişti. Tevfik münakaşa etmek istiyor. Hemen müdahale ediyorum. ‘’Sen o arkadaşı al, git, diğer yolcu ile Ayten kalsınlar.’’ Bülent de ‘’Peki!’’ diyor. Diğer yolcu da yanımızda kalmaya razı. ‘’Haydi Allahaısmarladık!’’ Diyorlar ve ayrılıyorlar.

MAKİNİST HÜSEYİN ÇAĞLAYANIN ÖLÜMÜ

VE KURANI NASIL OKUDUM

Soğuk adeta yakıp kavuruyor. Durmadan titriyorum. Kırıkların acıları da başladı. Karın içinde, afedersiniz, debeleniyorum, Hüseyin de kıvranıyor… Yuvarlanarak 10 metre kadar aşağıdaki bir ağacın gövdesine takılarak kaldı. Yanımızda kalan yolcu Davut’ (a), diğer ismini hatırlamıyorum, ‘’Aman koşun, ölecek! Ne olursunuz düzeltin!’’ diyorum. Ayten’ le koşup düzeltiyorlar. Tekrar yanıma geliyorlar. Ayten ‘’Ağabey, çok kan zayi ediyorsundur. Eşarbımı başına sarayım!’’ diyor. Ve başımı eşarbı ile sarıyor. Kravatımı çözerek üstünden bağlıyor. Gözlerim hep Hüseyin’ de. Ağaca yaslanmış vaziyette arka üstü karlara uzanıyor. Ayten yanına koşuyor. Yolcu Davut Bey’ e dönerek ‘’Ne olursunuz, Kur’ an okuyun, ölüyor!’’ diyor. Davut Bey de ‘’Kardeşim, ben gayri müslimim. Kuran bilmem.’’ deyip ve yanıma geldi. ‘’Ayten arkama gir, beni doğrult bakalım!’’ (dedim). Evet arkama girdi, doğrulttu. Allah kabul etsin, arkadaşıma Kur’ an okudum. Artık ızdırabı bitmiş, yumuşak karlar üzerine uzanmış, kollarını açmış, yavrularını ebedi uykusunda seyre dalmıştı.

DONMA KORKUSU VE ACI IZDIRABIM

Gün gittikçe kaza yerine halen gelen giden yok… Acılarım son haddini bulmuş. Son ümidim Davut Bey’ de de acılar başlamıştı. Davut Bey’ in kolu kalkmıyor. Acaba kırık mı? Ayten bakıyor, hayır kırık değil, incinmiş. Yardım ediyor, elini de paltonun cebine koyuyor. Ayten’ de de renk kalmamış. Mavi eteği çalılara takılmış, dizi soğuktan morarmış, üşüyor. Fakat ayağında tüylü çizmeler ama üzerinde bir şey yok. Benim gibi onun da pardösüsü tayyarenin içinde yanıyor, kalmış. ‘’Ayten, bak, daha depolar infilak etmedi. Yoksa yangın sönüyor mu? Tayyareyi uzaktan bir dolaş, gel!’’ dedim. Ayten tayyareyi dolaşıp elinde bir saat, bir para çantası… ‘’Bunlar Talat’ ın. Ne Yapayım?’’ (diye sordu), ‘’Sende kalsın. Ben de ölürsem, benim de çantamı alırsın, ailelerimize verirsin. Yanıma gel, iyi dinle…’’ (dedim). Bir de vasiyet ederek ‘’Bunları da aileme söylersin!’’ dedim. ‘’Bak etrafa. Yol var mı. Arada bir imdat diye bağır. Belki bir gelen olur. Davut Bey saate bak. Saat kaç?’’ Davut Bey saate bakıyor. Çocukların gittiği 1.5 saat oldu. Daha gelen yok. ‘’Davut Bey kardeşim, eğer ben de ölürsem bu kız sana emanet. Alır gidersin. Sakın burada beklemeyesiniz. Hem donar, hem de kurtlara yem olursunuz.’’ (dedim).

DAVUT BEY’ İN TESELLİSİ VE DOKTORLUĞU

Bunu söylemekteki maksadım, hakikaten titreme ile beraber kuvvetli üşüme… Ayak parmaklarımda his diye bir şey kalmamıştı. ‘’Davut Bey, görüyorsun ya, artık donuyorum.’’ Karşımda ayakta duran Davut Bey yanı başıma çömelerek ‘’Ben doktorum. Hiçbir şey olmaz. Titremen donmadan değil, sinirlerin yapıyor. Sen sakın üzülme. Eğer buradan kurtulursak bütün tedavin bana ait. Ben tedavi ettiririm…’’ (dedi).

SÜRECEK 

 
Toplam blog
: 237
: 361
Kayıt tarihi
: 22.11.06
 
 

1949 Antalya doğumlu, ANSAN üyesi Orman Yüksek Mühendisi, ressam ve öykü yazarıyım. KAKTÜS MEDYA ..