Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Kasım '13

 
Kategori
Anılar
 

Bir hava şehidinin 55 yıl sonra bulunan "anılar"ı - 6

Bir hava şehidinin 55 yıl sonra bulunan "anılar"ı - 6
 

ZÜLFİKAR KAYA


LONDRA YOLUNDA

5 Ocak 1954 de feleğin gazabından Cenab-ı Hakk’ ın lütfi ile kurtulduktan sonra kolumdaki arızayı gidermek için başvurmadığım hastane ve doktor kalmadı.

Hava hastanesinden ‘’Lütfen!’’ le aldığım raporu Ankara Tıp Fakültesi profesörleri tarafından tasdik edildikten sonra, artık yılmadan, bazen kavga, bazen şefkat ve merhamet dileyerek, tedavim için uğramadığım, çırpınmadığım yer kalmadı. Nihayet Sayın Münakalat Vekili’ mizin emirleriyle Umum Müdür ve İngiliz Dehavvilland Fabrikası Mümessili’ nin esirgemedikleri lütufları ile Londra’ ya tedavim için gitmeme karar verildi.

11.05.1955  günü 11.40 seferini yapan Alp Uçağı ile Ankara’ dan havalanarak, 16 aydan beri temiz havasına hasret kaldığım vatanımın semalarında, gah bulutlar içinde, gah üzerinde uçarak, yolumuzda seyr ederken, içimde hep bir çekingenlik… Pilot, mahallini görmeme mani olmak istiyor ama mani olamıyor ve nihayet kendimi pilot mahallinde (buluyorum), (ağlamamak için) zor tutuyorum…

Pilot arkadaşlarım yer göstermek istiyorlar. Himmetoğlu arkadaşımın ısrarına arzu göstererek yerine oturuyorum, 15-20 dakika kendim uçuyorum… İçimdeki arzum, isteğim halen geçmemiş. Görünürde ağlamıyorsam da içimden için için ağlıyorum… Tahammül edemeyerek, arkadaşlara teşekkür ettikten sonra yolcu mahallindeki yerime geçiyorum….

İstanbul’ a yavaş yavaş yaklaşmak üzereyiz… Derken, Yalova, Adalar… Bundan 16 ay evvel, bir sabah… Ayasofya, Eyüp Sultan camilerinin o üzgün yüzleri artık gülüyor. Evet, acı hatıralar… İşte 78 gün beni bağrına basan Guraba Hastanesi… İşte meydandayız…

Tayyareden inerken, kazanın ertesi günü şafakla beraber gözlerimi açarken ‘’Nasılsın KAYA KAPTAN?’’ diyen baş makinist Lütfü BEY, çok sık ziyaretime gelen arkadaşlarım hatırımı sorduktan sonra, EYÜP’ ün yolunu tutuyorum.

Acı günlerimde gözyaşlarını esirgemeyen kardeşimin yuvasında, geceyi, yakın zamanda kaybettiğimiz babamızı anmak ve dertleşmekle geçiriyoruz.

Ertesi sabah, 12.05.1953, Perşembe günü Eyüp Sultan Camii’ nde bir Fatiha okuduktan sonra Taksim’ deki KLM Acentesi’ ne gitmek üzere ayrılıyorum. 10.45 de acenteden meydana hareket ediyoruz. Bu yolda da acı ve tatlı günleri hatırlamamak elde değil…

Yeşilköy Hava Meydanı’ nındayız; gümrük muayenesi, arkadaşlarla vedalaşma… Oparlörden  ‘’KLM yolcuları tayyareye buyursunlar!’’ deyince içim titriyor. Evet, bir zamanlar aynı oparlör Bandırma-Çanakkale yolcularını da 51 Nolu BAĞ UÇAĞI’ na davet etmişti.

Tayyareye biniyoruz… Bir anda Marmara Denizi, bulutlar… Çanakkale’ yi ararken, tamamıyla bulutların üzerinde kalıyoruz. İçimden, ‘’ÜÇ EVLADIMDAN VE HAYATIMI KENDİSİNE MEDYUN OLDUĞUM KARIMDAN DA FAZLA SEVDİĞİM VATANIMA acaba ne zaman döneceğim…’’ (diye) düşünürken hostes uçuş planını uzatıyor, alıp, bakıyorum…

‘’Grek Yunanistan-Selanik, Yoğuslavya-Belgrad, Avusturya-Viyana’’ diyor. Mesafeler arasındaki zamanı, takip ettiğimiz yolun derecesini yazmış. ‘’Biz de bir zamanlar bu işi yaparken…’’ (diye düşünüyordum ki), zaman kalmadan, bulutlar arasındaki bir delikten Selanik Hava Meydanı’ nı gördüm.

‘’Greek… Hangi Grek? Burası Palikaryaların mı? ATAM! ATAM! Nur içinde yat! Varsın ‘Greeklerin’ desinler, ne çıkar? Yalnız biz değil, bütün dünya seninle iftihar eder...Beşeriyet böyle bir insan yetiştirdiğine gıpta etmez miydi?’’

Yol uzun… Her şeyi düşünecek olursam… Yeniden tarihi sonuna kadar okumam lazım… İşte ‘’Plevne, Estoregonk Kaleleri!’’ derken bin atlı dev gibi bir orduyu yendik… Hatırdan hangisi geçmiyor ki…

Bulutlardan yavaş yavaş aşağı süzülüyoruz… Bulutlar altındayız… Yemyeşil, zümrüt gibi arazi… Saatime bakıyorum, 00.30 dakika var. Adeta atalarımın izinde imişim gibi… I. Ve II. Viyana muhasarası görünüyor… Viyana kapıları… Evet, nedir o muazzam şehir? İlk hatırlanacak şey, buralarda ne işimiz vardı? Fakat denmiyor… Sayın okuyucular, nur içinde yatsınlar, onlar işini çok iyi biliyorlarmış.

Meydandayız… Adeta mahkummuşuz gibi bir hal var. Tayyaredeki bir Alman centilmen ile yarı Türkçe, yarı İngilizce anlaştık. Meğer meydan Moskof işgali altında imiş. Polislerin, gümrükçülerin suratından düşen bin parça olacak…

Meydanda bir de ufak bir merasim yapıldı. Vallahi, prenses gidiyormuş. Nitekim ki bizim tayyareye bindi. Kimdi, ne idi, anlayamadık.

1 saat sonra tekrar dev gibi uçağımızla havalandık. Viyana’ yı geride bıraktık. Almanya başlıyor… ‘’Bir zamanlar yıldırım orduları ile cihanı yıldıran Führer, neredesin? Boş bıraktığın yerlerde cirit oynuyoruz!’’ diyeceğim geldi…

Gelen uçuş planına baktım, Münih’ e gelmemiz lazımdı. Benden bir arka sırada oturan bayan Mersinli… Kocası Hollandalı olan bu kimseler mükemmel Türkçe biliyorlardı. ‘’İşte Münih göründü!’’ dedi.

Viyana’ dan Münih’ e kadar örümcek ağı gibi yollar, yemyeşil arazi ve koruluk halinde yetiştirilen ormanlıkları seyretmekten doymadık.

Münih’ i de ikiye bölen bir çay, çayın iki tarafında sayılmayacak kadar fabrikaları… Bir zamanlar Afyonkarahisar’ da iken minareler bana o kadar çok gelmişti ki bir gün Bademlik denilen yerden saydım (40) geçmemişti. Tabii Münih’ i havadan transit geçtik. Kısa bir zaman sonra Frankfurt göründü. İyi hatırlıyorum, II. Dünya Harbi’ nde yağmurdan fazla bomba yemişti. Fakat itiraf etmek lazım ki gerek Münih, gerek Frankfurt çok çalışkan Alman milletinin gayretlerine rağmen insana hüzün veriyor…

Güneş batmak üzere iken yine Almanya’ nın meşhur şehirlerinden Düsseldorf’ a, uçağımız süzülerek 2.20 dakikada iniş yaptı. Muntazam bir apron binasına malik olan bu şehrin meydanını halk hınca hınç doldurmuş, kimi elini, kimi mendilini sallıyor…

Bize uçakta tevzi edilen iki fişle bir kahve içtik, bir de akşam yemeği yedik. Fakat burada içtiğim çorbayı inşallah dönüşümde, belki aynı yerde içerim. Eşine Türkiye’ mizde rastlayamadım. Diğer memleketlerden bahsetmeye de lüzum yok.

Bir saat sonra tekrar havalandık. Artık ortalık kararmaya başlamıştı. Fakat ışıklarıyla ne kadar büyük olduğunu belli eden Amsterdam göründü. 50. dakikada uçağımız tekerleklerini (meydana) değdirdi.

 

AMSTERDAM’ DA İSTEMEYEREK BİR GECE…

Bizim saatimizle 10.00 da kalkıp, 11.35 de Londra’ ya varmamız gerekiyordu fakat KLM Şirket’ nin programı gereğince tayyareyi değiştirdiler ve 48 kişilik, iki motorlu Amerikan yapımı Conver Tayyaresi’ ni sefere çıkardılar. Yolcu manifestosu (Kayıt listesi) hazırlandı. Beni tayyareye alamadılar.

Efendim, burada bir noktaya temas etmeden geçemeyeceğim; bendenizi uçak kazası geçirdikten sonra halen ihdası idarece tasarlanan DİSPEYÇERLİK görevine verdiler. Hakikatte kolay gibi görülen bu işin mahiyeti pek çok mühimdi. (Uçağın yüklenmesini, azami ağırlığını, her türlü uçuş şartlarına göre benzin ve yedek benzini, velhasılı tayyarenin kalkışından son iniş yerine kadar, her an durumunu kontrol eder ki) bizde maalesef ne yolcuya ne de vazifeli arkadaşa bu işin mahiyetini anlatamazsın. Bilhassa yolcu telefonu eline aldı mı ya umum müdüre ya da bakana ‘’Müşkülat gösteriyorlar!’’ der, şikayet eder.

İşte böylece, meydanda saat gecenin birinden sonra, uçuştan gelen bir pilot arkadaşla anlaşarak beni taksisine aldı, gece otel buldu, teşekkür ettim, ayrıldı.

Sabahleyin erkenden kalktım. Otelciyi uyandırmadım. Zaten geceden parasını vermiştim. Sokağa, çantamı aldığım gibi fırladım.

Evet, gözlerim caddelerin temizliği, şehrin muntazam planını görünce, zihnimde de canım İstanbul’ u canlandırırken, ‘’Cenab-ı Hakk’ ın verdiği o muazzam güzelliğini nerede ise kamufle edecekmişiz. Taş üzerine taş koymamışız’’ (diye düşündüm.) Binalardan bahis etmek istemem. Caddelerde ya asfalt yahut da parke taş yerine tuğla kullanmışlar.

Neyse, otobüse bindik. Şöyle bir mukayese yaptım; tek iftiharımız İstanbul Yeşilköy ve Ankara Esenboğa’ daki apron binalarımızdır. Hakikaten, Londra da dahil olmak üzere, çalışma, sistem hariç, iç teşkilatına bir yerde rastlayamadım. ‘’Çalışma sistemi hariç’’ dedim… Sebebine gelince, bizim Ankara Meydanı’ mızda her Beyrut seferini kontrol edin,12 yolcuyu geçmez. Fakat bu 12 yolcunun gümrük muayenesi bir türlü bitmez. Londra yolcusu olarak 35 kişi kadardık, tayyare 08.20 de meydandan kalkacaktı, biz de 07.10 arabasıyla şehirden meydana hareket ettik, hiç olmazsa 20 dakika yol sürdü, 5 dakika evvel de yolcular tayyareye alınmıştı… Artık, pasaport ve gümrük muayenesinin nasıl bittiğini hesaplayın. Baştan savma değil amma… Tertip ve intizam her şeyi halletmiş.

Bir misal daha vermek istiyorum; tahmin ederim ki bir meslek erbabı olmam hasebiyle, belki icap eden yerlere faydalı olur. Bizim meydanımıza bir yabancı gelse, elinde de Türk parası olmasa bu yabancı ne yapar? Hiçbir şey… Oturup ağlaması mı icap eder? Hayır… Bol bol müşkülat çeker. Yoksa oturup da Sayın Ahmet Emin Yalman’ ın tercümelerini mi arasın? Hiç birine lüzum kalmadan bu işleri düşünmemiz icap eder.

Hollanda’ da kaldığımdan bahsetmiştim. Gece otele gitmeye kalkışınca, bahsettiğim pilotla çat pat, İngilizce anlaştık. Amma meslekten… Derken, polis pasaportumu götürdü, vize etti, getirdi. O bir taraftan, birisi para istedi, verdiğim sterline karşı Hollanda parası getirdi. İşte her saat ve dakikada, bankadan tutun da icap eden (tüm) işlerimizin halli için hepsi hazır… Otelci ile kaş, göz, el işaretiyle anlaştık. Adam kahvaltıyı da ihmal etmeden ‘’Hiç olmazsa bir süt içersin…’’ dedi ve geceden sütü odama bıraktı. Bizim otellerde olsa ‘’Bırak kefereyi, zıkkım içsin!’’ derler.

Meydandan kalkar kalkmaz yere ve güneşe hasret kalarak, 1 saat 35 dakika sonra, bulut altında, hayal meyal bir kara gördük ve indiğimiz zaman anladım ki Londra Hava Meydanı imiş. Muazzam teşkilatlı, geniş, yemyeşil bir meydan… Tayyare durdu, kapılar açıldı… Dışarısı adeta kış, kıyamet, yağmur, rüzgar… Hele benim gibi pardösüsünü dahi almamış akıllıların vaziyeti gör(ül)meye değerdi.

Hava meydanından otele gitmek için üç kısa cümle beni otelime kadar rahat rahat götürdü;

Ay em türkiş paylot. – Türk pilotuyum.

I du nat sipik ingiliş. – İngilizce bilmiyorum.

I vant goink tu Hilton Haus Hotel. – Hilton Oteli’ ne gitmek istiyorum.

Çok kısa bir gümrük muayenesinden sonra yanıma birisini kattılar. Doğruca otobüs durağına götürdü, otobüs geldi, biletçiye adresimi verdi ve bana da bir ’’ Gud bay’’ dedikten sonra adam ayrıldı.

Doğruca Londra’ ya geldik. Durağın birinde biletçi bana işaret etti. Hemen indim, sağıma soluma baktım, yer, yurt ve insanları dahi başka olan bir yerdeyim ama irademi kullandım, sel gibi akan insanlar arasında ben de yürüdüm. Biraz sonra filmlerde gördüğümüz kıyafetteki polislerden birine rastladım. Otelin adresini gösterdim, İngilizce bilmediğimi de ilave ettim. Polis durmamı işaret etti, geçen arabalardan birine işaret etti ve taksiden başka her şeye benzeyen, sonradan öğrendim ki İngiltere’ nin her yerinde aynı arabalar kullanılıyor, adresi de şoföre verdim, beni alıp otele götürdü.

Otele girerken otelciyle sanki 40 yıllık ahbapmışız gibi ‘’Mr. KAYA!’’ (dedi), ben de ‘’Yes!’’ dedim. Odamı gösterdiler. Evvela bir dinlendim, aklımı başıma topladım. Bir çay istedim, onu da afiyetlendim. Vakit de epeyce ilerlemişti. Kalkıp ağır ağır, evvela yakın caddelerden olmak üzere, gezip dolaşmaya başladım. Bulunduğum semti üç günde ancak tanıyabildim.

Üç gün sonra otelcinin yardımıyla Hedfil Kasabası’ ndaki de HAVİLLAND TAYYARE FABRİKASI’ na otobüsle gittim. İtiraf edeyim ki otelci olmasaydı otobüsü bulamazdım. Çünkü Londra’ da yerin üstü neyse, altı da odur. Tren ve benzeri motorlu vasıtalar yeraltından işler. Otobüsler de semtlere göre kırmızı, yeşil renkler ve numaralara göre ayrılmışlardır. Fabrikada hal edilmesi icap eden işleri hallettikten sonra tekrar şehre… Ve üç gün sonra fabrikaya tekrar gitmek icap ediyordu. Artık bunları yapmakta pek sıkıntı çekmedim. Zira her gün birkaç kelime İngilizce öğrenmekle de işi hafifletiyordum.

Tekrar fabrikaya gidişimde bu sefer de iyicene anlaşabilmemiz için iyi bir tercümana lüzum vardı. Elçiliğe gidip ‘’Tercüman bulun!’’ diye söyleyince kabul ettiler.

ELÇİLİK NEREDE ACABA

Londra’ da durağın birinde indim, taksiye işaret ettim, yanaştı. ‘’Türk elçiliğine götür.’’ dedim ve arabanın içine oturdum. Şoför de yabancı olduğumu anlamış olacak ki cebinden bir rehber çıkardı, baktı beni hayli sağa sola gittikten sonra şirin, orta büyüklükte bir binanın önünde bıraktı. Üç beş basamağı olan binanın kapısına geldim, kapıcıya ‘’Türkiye elçilik binası mı?’’ dedim, ‘’ Evet’’ dedi. Ve ‘’Türkiye’ den geliyorum. Birisini görmem lazım…’’ deyince bekleme salonuna aldı.

Ortada bir masa üzerinde Modern Türkiye diye üç beş mecmua… Fakat duvarda (haritada) canım ve her şeyim Türkiye’ m adeta ‘’hoş geldin’’ diyordu. Beş dakika kadar haritayla oyalandıktan sonra kapıda orta boylu, esmer, her halinden Türk oğlu Türk olduğu anlaşılan bir genç ‘’Günaydın. Ben Celil VEİSOĞLU… Hoş geldiniz!’’ (dedi). İçimden boynuna adeta sarılmak geçiyordu. Kendimi zor tuttum. Çok kısa olan 8 günlük bir ayrılık beni bu kadar hasret bırakmıştı.

İcap eden mevzuyu konuştuktan sonra bütün kolaylıklar ve tercüman bulmakta asla tereddüt etmeyen bu asil arkadaş, elinden gelen her yardımı yaptı. Artık plan gereğince, pazartesi Oxford şehrine gitmek planlanmıştı.

BİR UÇAK İSMİ OLAN BU ŞEHRİN İSMİ

ÇOK HOŞUMA GİDİYORDU

Otobüsle OXFORD’ a giderken kendimi adeta OXFORD TAYYARESİ’ nde hissediyordum. Kafam geçmişleri film şeridi gibi geçiriyordu.

Londra Oxford arası otobüsle tam üç saat idi, fakat bu üç saat nasıl geçti… Güzel bir gündü. İngiltere’ ye geldiğimden beri yegane bir gündü diyebilirim. Güneşe yine hasrettik. Çünkü asfalt yol adeta sık bir orman içinden geçiyormuş gibi idi. Göz alabildiğine ormanlık, yeşillik yol güneş yüzü görmüyordu. Pek sık olan çiftliklerde de hayvan sürüleri, otluk, mera… Adeta kıskanmaya başladım. Acaba her bakımdan, sudan, ormandan, yeşillikten neden mahrumduk? Buna mukabil kuru dağlarımız ve kaburga kemikleri sayılan zavallı hayvancıklarımız… Neden çile çekiyoruz? Anlamak hem güç, hem de kolay. Çalışana Allah daima verir ve güldürür. Bizde bu eksikti. Burada kahve, gazino yok. Al kızı, ver papazı diyen de yok. Herkes çalışır, herkes eğlenir. Kendi bünyesine ve kazancına göre… Burada dilenmek dahi çalışmakla oluyor. Sokakta keman, akordeon, saksafon çalarak dilenir. Lafı değiştirdim…

Üç saatimiz bitmiş, biz de Oxford’ u boylamıştık. Yanımdaki arkadaşım ‘’Burada inelim…’’ dedi. Hemen otobüsten indik. Başka bir otobüsle hastaneye gittik. WİNG WEİLD Hastanesi imiş.

Profesörü gördük. Kolumu muayene etti. 2 MÜHİM SUALE MARUZ KALDIM;

Kolunun iyi olmasını, şeklinin düzelmesini mi istiyorsun?

Yoksa mesleğine mi dönmek istiyorsun?

Her iki sual de biraz garibime gitmişti. Koluma baktım; ‘’Elimin üzerinde kırıktan mütevellit bir çıkıntı var ama bana bir zararı yok. Sonra, eldeki veya koldaki güzelliği ne yapayım?’’ diye (düşündüm), ilk suali kafamdan sildim, cevabı verdim;

’’MESLEĞİME, PİLOT OLMAYA, UÇMAYA DÖNMEK SEMALARDA…’’

_______________________________________________________

 

AÇIKLAMA;

Öykünün önsözünde ‘’Okudukça günümüz insanlarını, günümüz siyasilerini düşündürecek, özellikle de BİRÇOK ULUSAL KAVRAM VE DEĞERLERİMİZİ YALANLARLA, OLANLARIN OLUŞ NEDENLERİNİ KENDİNCE DEĞİŞTİREN PROVOKATİF SUNUMLARLA BAMBAŞKALAŞTIRANLARI UTANDIRACAK çıkarımlar edindim.’’ diye yazmıştım.

Bu bölümde ŞEHİDİMİZİN KALEMİNDEN AKTARIM bitti ama DİZİ SONLANMADI.

Öykü dizimi; gelecek bölümde, bu öykünün düşündürmesi gerekenleri BANA DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ çerçevesinde anlatmaya çalışarak sonlandıracağım.

Rahmetli Şehit Zülfikar KAYA’ ya, rahmetli eşi Mediha Hanımefendi’ ye ve yazma izni veren çocuklarına saygılarımla…

 

SÜRECEK … /.

 

 
Toplam blog
: 237
: 361
Kayıt tarihi
: 22.11.06
 
 

1949 Antalya doğumlu, ANSAN üyesi Orman Yüksek Mühendisi, ressam ve öykü yazarıyım. KAKTÜS MEDYA ..