Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '16

 
Kategori
Edebiyat
 

Bir hayata dokunursan

Bir hayata dokunursan
 

SREBRENİTSA için!.. (Acıya adanmış bölüm)

Gecenin sabaha yakın bir vaktinde bir gürültüyle uyandım. Yataktan çabucak fırlayıp salona koştum. Banyonun ışıkları yanıyordu. Ses oradan mı geldi kuşkusuyla banyonun kapısını aralayınca annemi gördüm. Sırtı bana dönük abdest alıyordu, sabah namazına hazırlanıyordu. Abdestini aldıktan sonra dönüp bana baktı. Gözlerinde sonsuz bir merhamet ve koruyuculukla, bütün anneler gibi baktı.

“Kızım seni uyandırdım mı? Tas elimden kayıp düştü.” dedi.

“Yok anneciğim, ara ara uyanıp duruyordum.” dedim.

“Peki kızım sen odana geç. Namazımı kıldıktan sonra hâlâ uyanık olursan yanına geleceğim.”

“Olur anneciğim, zaten uyku tutmuyordu. Bu saatten sonra zor uyurum.”

Annem yarım saat sonra odama geldi. Yatağımın bir köşesine geçip oturdu. Elini alnımda sevgiyle gezdirdi. Saçlarımı okşarken, “Bak Meyra’m,” dedi. “Şu koca dünyada baban ve kardeşinden sonra hayata tutunmamı sağlayan sensin. Bunca yıldır sana hem annelik, hem de babalık yapıyorum. Sen, Sera halan ve iki ineğim, sahip olduğum tek ailemsiniz. Güzel kızım, biliyorsun ki 18 yaşıma kadar yetimhanede kaldım. Bu dünyada babandan sonra bize en çok değer veren Sera Hanımdır. Senin de ona Sera hala demenin sebebi budur. Srebrenitsa katliamından sonra Sera halan bize sahip çıktı. Bizi kardeş aile olarak kabul eden, bize evinin kapılarını açan ve beni öz kardeşinden ayırmayan Sera’nın yeri başkadır. Eğer o olmasaydı biz hiçbir yere varamazdık. Oturduğumuz ev, ineklerimiz, senin dershanen, sonra üniversiten hiçbiri olmazdı. Sera halana saygısızlık etmeyeceğini biliyorum. Onun da seni ne çok sevdiğini unutmuyorsun. Bugün pazardan dönünce halan bana bir şeyler anlattı. Sadece dinledim. Bilirsin, bu tür durumlarda seninle konuşmadan bir yargıya varmak istemem.” dedi.

Sessizce annemi dinledim. Tam düşündüğüm gibi, mevzu Sıla’ydı. “Anneciğim,” dedim, “Sana ne anlattıklarını biliyorum ama bir de olanları benden dinlemeni istiyorum.” dedim. Annem de;

“Kızım ben senin savunma yapmanı beklemiyorum. Kendini de savun istemiyorum. Aldığın kararların, yaptıklarının arkasında durmanı istiyorum. Senden, geçtiğimiz yazın başlarında, üniversite sınavı açıklanmadan yaptığımız sohbeti unutmamanı istiyorum. Bir anne kız değil de iki arkadaştan büyük olanın tecrübelerini anlattığı konuşmamızı. Bana değil, kendine verdiğin söze sadık kalmanı bekliyorum Meyra’m.” dedi.

“Ben sözümün arkasındayım anneciğim.”

“Biliyorum yavrucuğum, bilmediğin dünyanın ne kadar kötü, insanların merhametsiz olduğudur. Yaşadığımız ülkeye baksana, en ucuz olan şey insan hayatı olmuş.”

“Anne zamanı gelmedi mi?”

“Neyin zamanı kızım?

“Bana babamı, kardeşim Faris’i ve en zoru Srebrenitsa’yı anlatmanın.”

“Onca yıldır peşimi bırakmayan bu acıların seni üzmesinden korkuyorum kızım.”

“Acına ortak olmak, onu acımız yapmak istiyorum annem. İlkinde beni üzeceğini, içimde yıkımlara sebep olacağını hatta kalbimin bir parçasını öldüreceğini biliyorum. Ancak yükünün hafifleyeceğini düşündükçe, aynı acının zamanla beni güçlendireceğine inanıyorum.”

“Meyra’m, benim duyarlı kızım. Bu özelliğini babandan almışsın. Doğrusu böyle düşünmen beni hem mutlu etti, hem gururlandırdı.”

“Senin kızın olmaktan onur duyarım annem.”

“Öyleyse kulaklarını aç beni iyi dinle. Sen daha çocukken bir keresinde, ‘Anneciğim, babam nasıl biriydi, bana anlatır mısın?’ demiştin. Ben de, ‘biraz daha büyüyünce.’ demiştim. Kendime, ‘kızım üniversiteyi kazanırsa, ilk senesinde babasını anlatacağım.’ dedim.”

Yatağımda anneme yer açtım; yastığımı arkasına koyup başımı dizlerine koydum. Annemin eli saçlarımda gezinirken, sözcükleri bir ninni gibi kulaklarımı okşuyordu.

“Bana kalırsa sen hâlâ küçüğümsün, lâkin kendime söz verdim. Şimdi o sözü tutmak icap eder. Hayatımda eksik olan ne varsa baban Amar’da buldum. Babandan önce yolunu kaybetmiş bir yolcu gibiydim. Hangi yöne gideceğimi bilmiyordum. Baban benim kılavuzum oldu. Senelerce kaldığım yetimhanenin karanlık, ucu belirsiz koridorlarının içinde uzanan eldi. O eli tutuğum an, koridorun sonunda aydınlık bir ışık belirdi. Işığa doğru yürüdüm. Adım attıkça yol azaldı, gittikçe karanlık dağıldı.

Baban ile 1985 senesinin 21 Mart gününde tanıştım. Sabahleyin yağmur yağmış, öğleden sonra güneş yüzünü gösterince bahçeye çıkmıştım. Bir bankta oturmuş, Edgar Allan Poe’nun ‘Annabel Lee’ şiirini çevirmeye çalışıyordum. Şiiri bir haftada ezberleyip sınıfta okumam gerekiyordu. Ancak sözlüğüm yetersiz kalıyor, birçok kelimenin anlamını bulamıyordum.

Yetimhanenin kütüphanesi eskimiş, kitap rafları dahil tüm ahşap eşyası yeniden yapılıyordu. Ben ‘Annabel Lee’ ile cebeleşirken orta boylu, ince yapılı genç bir adam yanıma yaklaştı. Yer yer yırtık, boya lekeleri kurumuş, yeşil bir tulumun içindeydi. Bankın diğer köşesine geçip oturdu. Bir süre sessizce bekledi. Sonra bana dönerek, “Affedersiniz küçük hanım, size bir şey sorabilir miyim?” dedi. “Ne sorduğunuza bağlı.” dedim. “Basit bir soru, cevabını bileceğinizi umuyorum.” deyince, “Buyurun sorun.” dedim. “Amar’ı tanıyor musunuz?” dedi. “Hayır tanımıyorum.” deyince de “O zaman ben Amar, Marangoz Amar Cogaz.” diyerek elini uzattı. Şaştım kaldım. Bu şaşkınlıkla, “Ben de Hana,” dedim ve elini sıktım. ”Sadece Hana, bu yetimhanede kalıyorum.” “Biliyorum.” dedi. “Başka ne biliyorsun?” dedim. “Sen anlatırsan öğreneceğim.” dedi. “Günlerdir, en azından buradaki işe başladığımdan beri seni izliyorum, herkesin arkadaşı var, yalnız sen bir başına dolaşıyorsun.” diye de ekledi.

Bu yabancı delikanlının cesareti tuhafıma gitse de, onda beni çeken bir şeyler vardı. Beni asıl şaşırtan ‘Annabel Lee’ şiirini biliyor olmasıydı. Onun yardımıyla ödevimi hazırlamış, şiiri ezberlemeyi başarmıştım. Kütüphanenin ahşapları yenileninceye kadar günde bir iki kez, özellikle Amar’ın öğle yemeğini yediği zamanlarda buluşuyorduk. Sohbetlerimizde ona yetimhane günlerimi, o da bana yoksullukla örülü hikâyesini anlatıyordu. Yaşlı bir babasından başka kimsesi yokmuş. Annesini çocuk yaşlarda kaybetmiş. Fukaralıktan okuyamayınca, babası bir zanaatı olsun diye onu bir marangozun yanına vermiş. Çıraklıkla başladığı işte on sene gibi bir sürede ustalaşmış.

Kütüphane işinin bittiği gün yanıma geldi. Tulumlarını çıkarmış, mavi bir gömleğin altına siyah bir pantolon giymişti. Ayakkabılarını boyatmış, tıraş olmuş, saçlarına jöle sürmüştü. Elinde, en sevdiğim çiçek olan bir demet Papatya vardı. “Merhaba, bugün son günüm.“ dedi. “Öyle mi?” dedim. “Cesaretimi bağışla Hana. Cebimde iki tane biletim var, Farid Farjad’ın konser biletleri. Farid Farjad’ı bilir misin? İran asıllı dünyaca ünlü bir keman virtüözü. Yanımda da boş bir koltuk var, o koltukta senin oturmanı istiyorum.” dedi. “Duymadığım bir sanatçı. Üstelik klasik müziği hiç sevmem.” dedim. “Klasik müzikten öte bir şey; konserden sonra bu konudaki düşüncenin değişeceğine inanıyorum. Kemanı başka bir şekilde çalıyor. Farid Farjad’a kemanı ağlatan adam diyorlar. Gelirsen pişman olmayacaksın.” Biraz düşündükten sonra, “Peki gelirim,” dedim. İyi ki de gitmişim; şahane bir konser, muhteşem bir müzik ziyafetiydi. Sahnede dal gibi bir adam; parmakları kemanı okşayan, notalarla konuşan bir adam. Konser boyunca ben Farid Farjad’ı, Amar da beni izledi. Konser çıkışında el ele tutuşuyorduk. Bizim hikâyemiz böyle başladı. Bir sene sonra, 18 yaşımı bitirmeden babasıyla gelip beni yetimhanenin müdüründen istediler. 27 Nisan 1986 senesinde evlendik. İki sene sonra kardeşin Faris dünyaya geldi.

Baban zihnimi kurcalayan tüm soruların cevabı, sevgisi kalbimi dolduran bir güzel insandı. İnsanın kanına işleyen ilham vericiliği inanılmazdı. Son derece merhametli, bir o kadar da güçlü bir adamdı. Haksızlığın karşısında durur, sözünü esirgemez, güçlülüğüyle zayıfın yanında olurdu. Ne fazla uzun, ne de kısa boyluydu. Sürekli kısa kestirdiği düz, siyah saçlarının altında düşünceli, aydınlık bir yüzü vardı. Yakışıklı sayılmazdı ama insanı çeken bir yanı vardı. Büyükbaban dâhil çevremdeki hiçbir adama benzemiyordu. Sakindi, öfkesi ilkbahar yağmurları gibi yağar geçerdi. En güzel yanı inançlı olmasıydı; namazını kılar, temizliğe çok önem verirdi. Mesela İslam’ı tanımayı, anlamayı onunla öğrendim diyebilirim. Unutma kızım bir insanı merhametli kılan onun inançlı olmasıdır. Sen de gerek arkadaşların, gerekse ileride hayatını paylaşacağın insanın inançlı olmasına dikkat et. Sana biricik nasihatim budur. Sonra tembelliği sevmezdi, çok çalışırdı. Marangozlukla yetinmez, dülgerlik de yapardı. Eve girdiği zaman bir ormanın kokusuyla gelirdi. Bu yüzden herkes babana ‘Ağaç Kokulu Adam’ derdi. Yeryüzünde otuz beş, benimle on yıl yaşadı ama yetmiş yıl yaşayandan daha çok izler bıraktı. Srebrenitsa’daki evlerin oturma, yemek, yatak odası, salon, hol, antre gibi yerlerini süsleyen mobilyaları görenleri hayran bırakırdı. Öyle ki maharetini komşu kasabalardan duyanlar sipariş verirdi. Ne yazık ki Sırp kasabın askerleri zanaatının çoğunu yakıp yıktı. Bir tek hayatımdaki izleri yok edemediler. Sen de kızım, sakın zalimi hafife alma. Anılarını, seni sen yapan değerlerini parçalamalarına izin verme! Sonra sana acılardan başka bir şey kalmaz geriye.

Gözlerimin bu dünyaya, insanın insana yaptıklarına bakmaktan yorulduğu, bedenimin ve ruhumun artık kaldıramadığı acıya, Temmuz 1995’e gelince, toplu mezarlar kenti Srebrenitsa tüm vahşetiyle zihnimde duruyor. Bütün dünyanın seyretmekle yetindiği, Avrupa’nın merkezinde başımıza gelenler bir soykırımdı kızım. Şimdi anlatacaklarım, gözlerimin gördükleri, kulaklarımın duydukları, yaşadıklarım seni çok üzecektir. Sen savaşın başlarında doğdun, savaş ile büyüdün. Üç yaşına bastığın günlerdi, sen hiçbir şeyin farkında değildin. Ağabeyin Faris, yedi yaşındaydı, senin aksine olanlara bir anlam verebiliyor ve savaşın dehşetini yaşıyordu.

Srebrenitsa, 1993’ün Nisan’ında Birleşmiş Milletler tarafından güvenli ilan edilen bölgelerden biri olduğundan Sırp zulmünden kaçan insanların sığındığı bir kamp yerine dönmüştü. Öyle ki nüfusu üçe katlanmış ve artmaya da devam ediyordu. Açlık ve hastalıklarla mücadele eden bir toplama kampına benziyordu. Savaşın son aylarında Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından koruma bahanesiyle elimizdeki bütün silahlar alındı. Bu arada bizleri Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne bağlı Hollanda askerleri koruyordu. Ne var ki Sırplar’ın saldırıları devam ediyor ve Srebrenitsa’yı da kuşatıyorlardı. Sırplar’ın artan baskılarının, yapılan saldırılarının önüne geçilemiyordu.

Srebrenitsa düştü ha düşecek korkusuyla beklediğimiz günlerde kadın, erkek ve çocuklardan oluşan, sayıları yirmi beş bini bulan bir mülteci grubu olarak Srebrenitsa’nın birkaç kilometre dışında Potoçari’deki bir fabrikaya yerleştirilmiştik. Baban burası akü fabrikası diyordu. Elimizde hiç silah yoktu, Hollanda askerleri bizleri koruyordu. Bir gece yarısı, şehrin güvenliğinden sorumlu Hollandalı askerlerin şehri boşalttığı, komutanları Thom Karremans’ın kendisine sığınmış tüm mültecileri Radko Miladiç komutasındaki Sırp askerlerine teslim ettiği haberi çabuk yayıldı. Nasıl olur, Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne bağlı, mültecileri korumakla görevli Hollanda askerleri nasıl bizi teslim eder şaşkınlığını atamadan, Temmuz’un 11’inde Srebrenitsa işgal edildi. Sırp askerleri içimize dalıp on iki yaşın üstündeki erkekleri bir tarafa, kadınları da diğer tarafa ayırdılar. Sonra babanın da içinde bulunduğu erkekleri kamyon ve otobüslere doldurup götürdüler. Babanı ilk kez böyle görüyordum. Öyle çaresiz, eli kolu bağlı bana bakıyordu. Babanın yüzünün aldığı hal, şimdi bile gözlerimin önünde duruyor.

Kalabalık bir grubun içinde, sırtımda sen olduğun halde, kardeşinin elinden sıkıca tutup bekledim. Çok geçmeden eli silahlı sırp askerleri bize saldırmaya başladı. Genç kızları kollarından çekip gruptan ayırıyorlar, direnenleri saçlarından tutup sürüklüyorlardı. Nereden geldiğini görmediğim sert bir darbeyle yere yığıldım. Kendimden geçmişim, gözlerimi açtığımda karanlık çökmek üzereydi. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Başımdaki ağrı dayanılır gibi değildi. Başım dönüyor, gözlerim kararıyordu. Üstümdeki elbiseler yırtılmış, vücudumun birçok yerinden kanlar geliyordu. Kaç kez bedenimi kirlettiklerini hatırlamıyordum. Sırtımda yoktun, sağa sola koşturdum seni bulamadım. Kardeşin de ortalarda görünmüyordu, çevreme baktım, az ötede öylece uzanmış yatıyordu. Başından vurulmuş, tertemiz alnından kan akıyordu. O gün çok ölmek istedim ama ölmeyi beceremedim; senin ve babanın hayatta olma umuduyla yaşadım. Benim gibi kurtulan kadınlardan biri sana sahip çıkmış, kucağında sen olduğun halde gelip beni buldu. Kardeşin o küçük bedeniyle beni korumak için askerlere karşı koymaya çalışmış, zalim Sırp askerleri oracıkta Faris’imi katletmiş.

Ölülerimizi bile gömmeye fırsat bulamadık. İçinde bulunduğum büyük bir grup ve sayıları on binleri bulan mülteciler karanlıktan yararlanarak Tuzla’ya kaçmaya başladık. En öndeki gruplar, dağlık bölgede pusu kuran keskin nişancı Sırp askerleri tarafından vuruluyordu. Gündüzleri ormanda ve mağaralarda saklandık, gece yol aldık. Yol boyunca cesetler vardı. Gecenin karanlığında cesetlere takılıp düşüyorduk. Aç susuz saklandık. Çukurlarda birikmiş yağmur suyuyla susuzluğumuzu giderdik. Konservemiz bitince, çeşitli otlarla açlığımızı bastırdık. Mantarlardan zehirlenenler, hatta ölenler oldu. Bazen ağlıyordun, seni susturabilmek için elimle ağzını kapatıyordum. Hareketsiz kaldığında boğulmaman için korkuyla seni sallıyor, nefes almanı sağlıyordum. İki haftalık kaçışımızdan sonra Tuzla’ya vardığımızda sayımız üç bin civarındaydı. Baban da öldürülen erkekler arasındaydı. Babana ve öldürdükleri mültecilere çok acı çektirmişler. Boşnak Müslümanlar’ın cesetlerini parçalayıp iskeletlerini çıkarmışlar. Cesetlerini yakmalık denilen fırınlarda yok ettikten sonra kemiklerini Lahey mezarlığında toplu mezarlara gömmüşler.

En çok acı vereni yıllar sonra öğrendim kızım. Bizleri korumakla görevli Birleşmiş Milletler Barış Gücü komutanının Srebrenitsa’yı hediyeler karşılığında Sırp zalimi Radko Miladiç’e sattığını. Yani Birleşmiş Milletler bize yapılan katliama göz yummuş. Hollanda askerleri bizi elleriyle Sırp kasabı Radko Miladiç’e teslim etmiş.

Avrupa’nın, uygarlığın göbeğinde on binlerce Müslüman’ı öldürdüler. Kadınlara tecavüz etiler, evlerini, dini mabetlerini, şehirlerini yaktılar, yıktılar. Bereketli topraklarımızı kanla suladılar, şehirlerimizi toplu mezarlara çevirdiler. Dünya izlemekle yetindi, hiçbir ülkenin sesi çıkmadı. Eğer Sera halan olmasaydı, Türkiye bize sahip çıkmasaydı, sonumuz toplu bir mezar olurdu.

Unutma kızım, babanı, kardeşini ve binlerce masum insanı katlettiler Srebrenitsa’da. Birleşmiş Milletler’i, Hollanda askerlerini, Sırp’ın zulmünü unutma! Amarika'nın Kızılderililere, Nazi Almanya'sının Yahudilere ve İsrail’in Filistin Halkına yaptıklarını aklından çıkarma! Bu dünyada barışın olmadığını, savaşların hep olacağını unutma! Onun için sen değerlisin, yaşam değerlidir. Her şey bugün yaşanır kızım. Sonra değil, yarın değil. Ben bugünü hiç yaşamadım. Yarının içindeyken sonrayı planladım. Planlarımın içinde ailem ve mutlu bir gelecek vardı. Lâkin olmadı, babanı ve kardeşini zamansız kaybettim. Aradan on altı sene geçmesine rağmen acım hâlâ ilk günkü gibi. Sanırım acıyla yaşamayı, onunla barışık olmayı öğrendim. Bu yüzden hayatı bir ucundan yakalayamadım umutsuzluğuna düşmedim. Anılarıma bağlanarak, dualarımla inancıma sığındım.

* * *

Günün ilk ışıkları pencereme vuruncaya dek zavallı annem yaşadığımız trajediyi anlattı. Kimi zaman birbirimize sarılıp ağladık. Binlerce Boşnak’a kıyan zalimleri unutmayacağımıza ant içtik. Yaz tatilinde babamın, kardeşimin ve katledilen tüm insanların mezarlarını ziyaret etmeyi kararlaştırdık. Tam annem odamdan çıkarken “Anne,” dedim, “Bilet paralarını bursumdan artıracağım parayla ben almak istiyorum.”

“Bilmem ki, dur bir düşüneyim hele.” dedi.

“Ne olursun!...” diye ısrar edince, “Bir şartla ancak, yarısını ben vereceğim.” dedi.

“Canım annem, Hana Sultanım, beni kırmayacağını biliyordum. Seni seviyorum anne, annelerin en güzeli!” diyerek yataktan fırladım, sevinçle anneme sarıldım. O da bana sıkıca sarıldı. Sırtımı sıvazlarken usulca, bir ninniyi mırıldanır gibi, “Bütün anneler güzeldir, unutma kızım.” dedi.

“Bir Hayata Dokunursan” (s.131-143).
Bir Hayata Dokunursan, Roman, Son Kitap, Nisan 2015, İstanbul

karakusabbas@gmail.com

http://blog.milliyet.com.tr/abbaskarakus

 
Toplam blog
: 13
: 209
Kayıt tarihi
: 17.07.16
 
 

Abbas KARAKUŞ  Diyarbakır'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ergani'de tamamladı. İzmir Dokuz..