- Kategori
- Deneme
Bir Plan, Üç Hayat
Yıl 1991. Üniversite sınavını kazanmış üç genç aynı üniversitenin farklı bölümlerine kayıt yaptırmak üzere Ankara’ya geldiler. Daha önce yaşamış oldukları yerlerde babaları birisinin rençper, diğerinin babası yerel belediyede işçi ve sonuncusu da kasabada küçük bir bakkal işletmekteydi.
Bu üç yeni üniversite öğrencisi daha önce büyükşehirlerde yaşamamışlardı. Birisi daha önce de yatılı okumuş, ortaokul ve lise yıllarını da yatılı okumuştu. Diğerleri ise sadece liseyi okurken yatılı okumuşlardı. Üniversitede de yurtta kalacaklardı. Çünkü ailelerinin maddi gelirleri sınırlıydı ve ailelerinin gönderecekleri paralar onlara özel yurtta veya ev tutmak için yeterli gelmeyebilirdi. Üçü de takriben aynı saatlerde şehirlerarası otobüs terminalinde inmişler, kayıt yaptıracakları üniversitenin farklı fakültelerine biran önce ulaşmak için acele ediyorlardı. Gençler kayıt yaptıracakları fakültelere ulaştıklarında saat on civarıydı. “Kazandınız” belgesi ellerinde her biri kayıt olacağı fakültenin kapısına ulaştığında kayıt yönergesi ile karşılaştılar. Hemen kişisel kayıt formlarını alan öğrenciler birçok öğrencinin yaptığı gibi boş bir masa ve sandalye aradılar. Tesadüf bu ya bu gençlere yardım etmek için üst sınıflardan öğrenciler gayet güler yüzlü bir şekilde onlara yardım etmeyi teklif ettiler.
İnsanların çoğu temiz bir dosya kâğıdı gibi başlangıçta lekesizdir. Doğuştan gelen özellikler ne olursa olsun, çevre şartları anne ve babanın durumu da bir bebeğin suçsuzluğuna gerçekte gölge düşüremez. Anne babasının nikâhlı veya nikâhsız olması, yasak aşkın meyvesi olması dahi bir bebeğin masumiyetini hakikatte etkilememelidir. Ancak kötü şartlar kişileri kötü yapar. Köpek ısıran birisi köpekten ya daha fazla korkar, ya da o da hayatta kalabilmenin kuralının köpeği ısırmak olduğunu çok erken yaşta da öğrenebilir. Şartlar her insanı bir tecrübe, öğrenilmiş veya doğrudan kabul edilmiş veyahut da anne ve babanın tabiiyetini kazandırır ki, genellikle bu kural genellikle en geçerli kural olmuştur. Anne ve baba ne ise çocuğun gerçeği de anne ve babasının gerçeği üzerinedir.
Bu üç genç de üst sınıflardan birinin nezaretinde kayıt işlemlerini hallettikten sonra doğal olarak kendilerine bıkıp usanmadan her işlerinde yardımcı olan üst sınıf arkadaşlarına kanları çok ısınmıştı. Üst sınıflar onları yemeğe davet ettilerse de kabul etmediler. Çünkü sırada çözülmesi gereken bir de kalacak yer sorunu vardı. Evet, şimdilik hava sıcaktı ama parkta yatacak halleri yoktu ya. Hızlıca Ankara’nın Kurtuluş semtinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumuna gidip, daha önce başvuru yapmış oldukları kalacakları öğrenci yurtlarına kayıt yaptırmaları ve kalacak yerlerini de ayarlamaları gerekiyordu. Üst sınıflar yurt kayıtlarında da onlara yardımcı olmayı teklif ettiklerinde kabul etmemek için haklı bir nedenleri görünmüyordu. Hep birlikte yola çıktılar. Üç öğrenci de kendilerinden emin bir şekilde yola çıktılar. Her biri de kendilerine çıkacak yurt için “bari okula yakın olsa da, okula ulaşım masrafı ve zaman kaybından da yırtsak” diye içlerinden geçirmeyi ihmal etmediler. Üst sınıflar ise sanki gençlerin başlarına gelecekleri önceden biliyormuşçasına “yurt çıkmasa da üzülmeyin, biz evlerde kalıyoruz, çok da mutluyuz, alt tarafı bir çekyat daha atarız ne olacak, isterseniz yurt çıkana kadar bizde kalırsınız” diye olası bir kötü sonuca da gençleri hazırlıyorlardı.
Kredi Yurtlar Kurumuna vardıklarında kapıda bir hizmetlinin yurt öğrenci listelerini kapı camlarına astıklarını gördüler. Kimileri sevinç içinde iken, kimileri de homurdanıyordu; “İki bin yüz elli dördüncü yedeğim ya. Bu sıra bize bu sene gelmez” Kendi adlarını arayan üç genç belki aynı anda listeleri kontrol ediyordu ama birbirlerini fark edecek halleri yoktu. Belki müstakbel eş bile olabilirlerdi ama şimdi onların öncelikleri farklıydı. Sahi bu arada gençlerin cinsiyeti hakkında bir şey söylenmemişti. Ama bunun ne önemi vardı ki? Öncelik akşam başlarını sokacakları güvenli bir devlet yurduydu. Listeleri kontrol eden üç genç de büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü biri iki bin yedi yüz elli diğeri üç bin on beş, sonuncusu da üç bin altı yüz elli dördüncü yedekti. Hiçbirisine de yurt çıkmamıştı ve şok yaşıyorlardı. Aç açıkta değillerdi ama fakir sayılabilirlerdi. Lüks içinde yaşamıyorlardı. Aileleri ev veya özel yurt için onlara yeterince yardım edemezlerdi. Bu durumda birkaç seçenek vardı.
Gençlerin dilini üzüntüden bıçak açmazken çokbilmiş kılıklı bir genç “Ailenizin gelirlerini sıfır veya sıfıra yakın gösterecektiniz. Siz dürüstlük göstermiş gerçek gelirlerinizi olduğu gibi yazmışsınız, o yüzden de size yurt çıkmadı.” Gençler; “İyi ama adam sormazlar mı, sıfır lira gelirle siz ne yiyor ne içiyorsunuz? Ot mu yiyorsunuz gece gündüz?” Tavsiyede bulunan genç onlara tepeden bir bakış fırlatıp oradan uzaklaştı. Mutluydu, çünkü kendisine yurt çıkmıştı ve karşısında duran ahmaklar gibi "akşama nerede kalacağım" diye üzülmesine gerek yoktu. Gençlerse üzgündü. Birincisi "dürüst" oldukları için cezalandırılıyorlardı, ikincisi ise nerede kalacak ne yiyip ne içeceklerdi? Bu okul bu şartlarda nasıl biterdi?
Üst sınıfların önerilerini kabul etmekten başka çareleri yoktu. Hem kendi hemcinsleri onlara ne zarar verebilirlerdi ki? Akıllarına gelen tüm kötü düşüncelere rağmen, üst sınıf olan ve kendilerine yardımcı olan bu insanlara karşı duydukları şüphe yüzünden için için kendilerine kızmaları gerekirdi. Sabahın onundan beri onlara yardımcı olan bu insanların ne suçu vardı? Sadece yardımcı oluyorlardı. Ancak bir hikâye vardır. Bu hikâyeye göre;
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafet yapmış, Kuşlar Çarşısı'nı geziyormuş. Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar.
Bir ara gözü kekliklere ilişiyor padişah'ın. Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi, satış fiyatı bir altın" yazıyor.
Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılıyor.
"Hayırdır" diyor satıcıya. "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?"
Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" diyor.
"Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye ekliyor.
"Satın alıyorum" diyor Padişah, "Al sana 300 altın..."
Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kopartıyor.
Adam şaşırıp,
"Be adam!!! Ne yaptın?? En maharetli kekliğin kafasını koparttın" diye dövünürken padişah gürlüyor: (tabi padişaha bunu nasıl söylediği, karşısında nasıl tir tir titremediği ayrı bir dersin konusudur)
"Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bu gibilerin akıbeti er ya da geç budur".
Ama gençlik toyluğa da sebeptir. Nereden bilsinler bu hikâyeyi. Her olay bir hikâyedir lakin doğru okumasını bilmek gerek. İçinden kötülük gelmeyen insan nereden bilsin karşısındaki kötülüğü. En nihayetinde herkes başkasına kendi gözleriyle bakar. Bakan göz ise çoğunlukla bakarken, kendisini görür.
Evler öğrenci eviydi doğru. Gençler bu evlerde kaldılar. Evde kalanlar onlara yardımcı oldular, derslerine dertlerine. Yoldaş oldular, imam, imame, cemaat oldular. Aradan yirmi yıl geçtiğinde bu iki kişi aynı cezaevinde buluştu. Birisi örgütçülükten, birisi cemaatten, dışarıda kalan diğeri ise şu anda dışarıda makam mevki sahibi.
Bu gençler belki hiç olmadılar, belki de oldular. Ancak Ankara’ya ilk ayak bastıkları gün keşke ilk öğrendikleri şey dürüstlüğün cezalandırıldığı olmasaydı. Keşke çok istiyor olmalarına rağmen devlete ait Kredi Yurtlar Kurumuna ait bir yurtta kendilerine kalacak yer bulabilmiş olsaydılar, hayat çizgileri de farklı olabilirdi. Kim bilir, belki de kendilerine yurt çıkmaması da planın bir parçasıydı…