Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Nisan '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Bir tutkudur halk oyunları

Bir tutkudur halk oyunları
 

Kulağımda aynı nağmeler, gözlerimin önünde o hüzün veren sahne var her hatırladığımda o günü, dakikaları yeniden yaşadığım. Öyle bir his ki, aylar öncesinden başlayan hazırlık dönemini, verilen emeği, gösterilen çabayı düşündüğümde aynı duygusallığı yaşamaya engel olamıyorum, gözlerden yanaklara süzülen iki damlanın sıcaklığında.

Halbuki, 4 Mart 2007 tarihinde İlimizi Şanlıurfa'da yapılacak Halk Oyunları Yarışması'nda temsil etme hakkını kazandığımız andan itibaren iyi bir performansla bölge birinciliğine ne kadar yakın bir ekip olduğumuzu göstermeye başlamış ve bu inançla yola çıkmıştık 11 Mart 2007 Cumartesi sabahı.

Bir sonraki günün heyecanını yol boyu söylenen türküler, otobüs içinde çekilen halaylarla kısa sürede tamamlarken ortak istek, ''coşkuyla geldiğimiz yolları şampiyonluk mutluluğu ile dönmek'' olarak yer almıştı zihinlerimizde. Rahat ve dikkatli oynayıp, zamanı iyi değerlendirdikten sonra neden olmasındı ki bölge birinciliği. Uyumlu bir ekiptik. Adları ''başarı'' ile anılan, bilgi ve tecrübelerini keyifle paylaşan, yorgunluklarını beş, on dakikalık molalarda atmaya çalışan, yürekleri ile çaba gösteren eğitmenlerimiz, kısıtlı imkanlarına rağmen, her türlü kolaylığı sağlama yolunda içtenliğini esirgemeyen yöneticilerimiz vardı. Böyle olunca da bölge birinciliği alarak, Türkiye finaline katılma hakkını kazanmak yakışırdı bir olan bu yüreklere.

Bu isteklerle başlamıştık final gününe. Son prova, sahne öncesi hazırlıklar, makyaj, kılık kıyafet kontrolü derken işte gelmişti sıramız. Memleketimizden uzakta, tanımadığımız insanların çoğunlukta olduğu salona, şehrimiz okullarının farklı kategorilerde yarışan ekiplerinin öğrenci ve velilerinin ''yalnız değilsiniz, bizler yanınızdayız'' mesajı veren tezahüratlarının yoğunluğunda adım atarken çoğumuzun heyecan ve stresten dizleri titriyordu. Sakin olmak gerekti... Sadece sakinlik değil, dikkatte gerekliydi.

İşte başlamıştı, davul, zurna, ney, keman,bağlama,klarnet eşliğinde giriş oyunumuz ''Dağlı''. Sahnenin iki tarafından gruplar halinde merkeze doğru ilerlerken, yürümüyor uçuyorduk adeta kıvrak ve estetik figürlerle. Provalarda iki kez tekrarladığımız ''topal kız'' oyunundan hatasız olarak, '' Kaba'' ya geçiş yaparken de sorun yaşamamıştık, yanaklarımızdaki tebessüm ve coşku ciddiyete dönüşürken. Her oyunun farklı bir hikayesi, duruşu vardı uyulması gereken. ''Kırıkhan'' öncesinde çektiğimiz zılgıt, alkış seslerini yükseltirken, ''Temura'' ya geçişi bekliyorduk değişecek nağmelerle birlikte. son iki, üç...O da ne ? Bir yanlışlık vardı bu işte. Olması gerekenden fazla ölçü çalıyordu yabancı müzisyenlerden ikisi ve bu durum Yiğit'in tokmağıyla davula her zamankinden sert vuruşu, Taner'in tüm nefesini zurnasına vermesinden anlaşılıyordu hatayı kapatmaya çalışırken. Bir iki saniyelik şaşkınlık, ani bir toparlanma ve belli etmemeye çalıştığımız mimiklerle devam ederken, ''gitti puanlar''diyen içimdeki ses yüreğimi sızlatıyordu içten içe. Yok yok....Şimdiden umutsuzluğa kapılmak olmazdı. Devam ediyordu sahnemiz ve dikkatli olmalıydık ''tarak geçişi''ndeki simetriye, ''Çiftetelli''deki kıvraklığa. Evet, işte böyle olmalıydı yanaklarımızdaki tebessüm. İçimiz kan ağlasa da gülerek, coşkuyla çıkmalıydık ''Adanalı'' ile sahneden. Ve aynen öyle çıktık, alkışlarla terk ederken salonu.

''Üzülmeyin olur böyle şeyler, sizler çok iyiydiniz'' diyen erkek eğitmenimiz, üzüntüsünü belli etmeme gayreti ile moral vermeye çalışırken, soyunma odasına kadar kendisini zor tutan bayan eğitmenimiz bizlerle ağlamaya başlamıştı. Yapacak birşey yoktu bu dakikadan sonra. O dakikaya kadar yapılan başka hatalar, hatalarımız var mıydı, ne kadar puan kaybına neden olmuştu bilinmez ama belirgin müzik yanlışlığı ön plana geçmiş ve birincilik gitmişti işte. Çocuklar gibi ağlıyordu ekibin geneli. Kimi kızgınlığını ve öfkesini tehditkar sözlerle ifade ediyor, kimi ''neden bize denk geldi bu hata'', ''sadece bizim yanlışımız olsa bu kadar zoruma gitmezdi'' deyip hıçkırıklarla ağlıyordu. Çoğunluğu İlkokul yıllarından itibaren halk oyunları ekibinde yer almış bu insanların üzüntüsünü kim en iyi anlayabilir, ya da ''kazanmak kadar kaybetmek de var'' sözünün doğruluğunu o an için kim kabul ettirebilirdi, o psikolojiyi anlayan, aynı heyecanı yıllardır yaşayan, sevinçler kadar üzüntüler de yaşayanlar dışında ? Birincilik yarışında üçüncülük derecesinin kötü olmadığı nasıl kabul ettirilebilirdi hayal kırıklığına uğramış insanlara. Anlamak ta anlatmak ta kolay olmazdı, olmuyordu o ruh halinin etkisindeyken bu gerçekleri.

Halk Oyunu....Ekipte oynamak...İşte böyle vazgeçilmez bir tutkudur yüreğinde o coşkuyu yaşayanlar için. Bunun için yerinde duramaz davul zurna sesini duyanlar ve daha ilk nağmede başka alemlere gezintilere çıkar, dağları aşar, denizleri geçer yürek. Öyle bir tutkudur ki, duymadan müziği hisseder, kıvrak figürleri kilometrelerce öteden uygular o keyfi yüreğinde hissedenler. Kuğu gibi süzülen kızlar, çakı gibi delikanlıların estetik oyunları, davul zurna ile bütünleşince söz yeterli gelmez güzellikleri anlatmaya. Öyle bir tutkudur ki, oynamak, oynamak, hep oynamak ister gönlü bu zenginliğe düşenler. Ney'in hüznüne zurnanın coşkusu, ''Kaba''nın ağırlığına ''çiftetelli'' kıvraklığı eş olur, ''gel gel'' diyerek birliğe çağrılan ellerle. Her zaman dik ve gururlu bakışlar, kıvrak figürler vardır uçarcasına yürüyüşlerde. Yanaklarda tebessüm vardır coşkuyu, güzelliği, Anadolu'yu anlatan. Öyle bir coşkudur ki, sekeleyerek başlayan adımların ağırlığına, halay ortak olur ''git gidebildiğin yere kadar'' özgürlüğüyle.

Ve öyle bir tutkudur ki halk oyunu, bunu ancak yaşayan gönüller bilir, dilden dile dolaşan türküler, halayların hikayelerinde.

 
Toplam blog
: 126
: 2338
Kayıt tarihi
: 01.08.06
 
 

Kompozisyon derslerini biraz daha fazla önemsediğim, uzun cümleler kurmaya başladığımdan bu yana sev..