- Kategori
- Gündelik Yaşam
Bir ülkeyi, bir okulu, bir evi bir işyerini yönetmek

Bir ülkeyi yönetmekle bir evi, bir okulu, bir işyerini yönetmek arasında hiç fark yoktur aslında. Yönetenin vasıfları, kişiliği, erdemi, eğitimi, aileden ve çevreden aldıkları, duruşu, bakışı, adaleti ve inancı, yönettiği kişiler üzerine yansımakta, bireylerin gelişimi, yaşantısı, tercihleri, mutluluğu ve mutsuzluğu üzerinde etkin rol olmaktadır.
Şu an ülkede olup biteni benzettiğim kendi hayatımdan bir kesitten bahsetmek istiyorum. Avcılar'da bir kolejin ilk kurulduğu ve eğitim-öğretim hayatına geçtiği yıllardı. Müdürümüz kaliteli, deneyimli bir öğretmen kadrosu seçmiş ve aramızda müthiş bir sinerji oluşturmuştu. Okul daha inşaat halindeyken çalışmaya başlamış, velilere okulu ve vereceğimiz eğitimi anlatıp ikna etmiş, laboratuarları kurmuş, sınıfları hazırlamış ve gece gündüz demeden bazen hafta sonları da dahil büyük bir heyecan ve şevkle çalışmıştık. Bizdeki bu coşkunun ve heyecanın kaynağı hiç kuşkusuz okul müdürünün aramızda ayrım yapmadan bize kattığı olumlu enerjisi, güleryüzü, bizi önemsemesi, idealistliği ve gerçek bir eğitimci olmasıydı. Yorulsak da zorlansak da her konuyu rahatça konuşuyor ve tartışıyor olmak bize iyi geliyordu. Demokratik ve özgür bir ortamdaydık ve daha ilk yıl eğitim ortamını düzenleyip başarılar elde edip, düzenlediğimiz uluslararası festivalle okulumuzu geniş kitlelere tanıtabilmiştik. Aramızda başka hiçbir okulda bulamadığım bir dostluk, bağlılık ve yardımlaşma vardı.
Ne var ki bu güzellik uzun sürmedi ve biz bir ütopyayı yaşadığımızı sanırken tüm enerjimiz bir kararla alt-üst oldu. Yıl sonunda okul müdürümüzü görevden alarak yerine tam tersi karakterde bir müdür atadılar. Gerekçesi herkes memnun fakat okula daha çok para kazandıracak, ticaret yapacak bir adam gerekliydi. Ticaret ve okul ne kadar zıt iki kavram olsa da maalesef çoğu özel okul ticarethane gibi yönetiliyordu. Öğrencilerden alınan paralar yetmiyor yeni para kaynakları bulmak gerekiyordu. Eğitimci olmaktan çok kapitalist bir işletmeci olan yeni müdüre alışmak zor olacaktı. Tıpkı siyasetteki gibi ilk icraatları, eskiye dair ne varsa silmek, kendine yeni bir kadro kurmak ve eski müdürün yandaşlarını saf dışı bırakmaktı. Karşımızda despot, dediğim dedik, kraldan çok kralcı, asık suratlı, asabi, problemli, sorunlu bir müdür vardı. Kendi aldığı öğretmenler ve eski öğretmenler diye bizi ayırarak bir çok görevde kendi kurduğu kadroya ver verip bizi her konuda etkisizleştirmeye çalışıyordu. Okulun futbol sahasından jimnastik alanlarına ve yüzme havuzlarına kadar bir çok tesisini halka açarak paralı kurslar düzenledi ya da tesisleri kiraladı. Konferans salonunu, çevredeki devlet okullarına organizasyonlar için kiraya açtı, çocuklara gerekli bir çok materyali, okul kendi stand kurdu ve sattı. Eğitimden çok ticaret yapıyorduk ve bize sık sık burası bir ticarethane ben kazandığım kâra bakarım diyen bir müdürle çalışıyorduk. Yeni mezun tanıdıklarını başımıza idareci yapıyor hamile öğretmenler de dahil haftada üç gün bizlere nöbet tutturuyordu. Her cumartesi toplantı bahanesiyle tatil günümüzü çalıyor, akşama kadar konferans salonunda bağıra bağıra aynı şeyleri anlatıp duruyordu. Çoğumuz kulaklık takıp müzik dinleyerek ya da önümüze aldığımız kitaba dalarak aynı öfkeli cümleleri dinlemiyorduk. Hakkımız olan ara tatillerde bile bir hafta bizi boş yere okula çağırıyor size bir hafta tatil bile fazla diyordu. Kar yağdığında Milli Eğitimin aldığı kar tatili kararını biz öğretmenlere uygulamıyor, karda kışta boş yere okula gidiyor akşama kadar soğuk okulda çay içip eve dönüyorduk.
Zamanla sahte başarılarımız velilere anlatılan uydurma uygulamalarımızla öğretmen olmaktan utanır olmuştuk. Tansiyon her geçen gün yükseliyor her an saçma bir uygulama ya da olay duyuyorduk. İş bekar öğretmenlerin özel hayatına karışmaya kadar varmıştı. Ve ilk isyan dalgası benden başladı. Bizi ezmek için yaptığı zümre toplantılarından birinde, dosyamı önüne fırlatarak "artık sizinle çalışmak işkence haline döndü " diyerek toplantıyı terk etmiştim. İstifa ediyordum ve çalışmayacaktım, olay okulun sahibine kadar ulaşınca içimde ne varsa tek tek döktüm belki çözüm olur umuduyla. Okul kurucusu ne kadar nazik, efendi, kibar ve naif bir insan olsa da hiçbir şey yapmayarak olaya kulağını tıkadı. Bir gün yine bir toplantı esnasında "yemekhanede geviş getiriyorsunuz nöbet yerlerinize gitmiyorsunuz" deyince bardağı taşıran son darbeyi hep beraber almıştık. Sık sık bizi işimize son vermekle tehdit ediyor hatta başka okullarda çalışmanıza da mani olurum diyebilecek kadar ileri gidiyordu. Aynı yıl onurlu ve hayata karşı bir duruşu olan işini kaybetmekten korkmayan bir kaç öğretmen de farklı tepkiler verdi. Bizi çok çalıştırdığını ve başarıyı arttırdığını sanıyor, şevki ve isteği kaçan yorgun öğretmenler sadece çalışıyormuş görüntüsü veriyor yaptığı işe gönlünü ve ruhunu veremiyordu. Dedikodu kazanı fokurduyor olay üstüne olay yaşanıyor ve okulun kurucusu beyefendi, olanlara medya gibi gözünü kapatıyor, kulağını tıkıyor ve susuyordu.
Yıl sonunda çoğu öğretmenin bu baskı, yalan ve eğitime yakışmayan uygulamalar karşısında istifa edeceğini düşüyordum en azından ben öyle yapacaktım. Oysa onurlu ve haksızlığa karşı bir duruşu olan insanlar o kadar azdı ki! Çünkü para kazanma zorunluluğu bize insanlığımızı unutturuyordu.
Ne olursa olsun rızkımızı veren Allah'tı ve ben Yaradan'a güvendiğim için işimi kaybetmekten korkmuyordum. Kendine birazcık saygısı olan herkes bu ortamda durmamalıydı lakin dediğim gibi menfaat önünde eğilmekten, duruşumuz bozulmuştu bir kere ve onur denen duygu çoktan terk etmişti çoğumuzu. Ben tüm haklarımı hiçbir taviz vermeden alıp o cehennemden ayrıldım, tek özlediğim öğrencilerimin cennet yüzü ve tertemiz sevgileri oldu.
Okulu ticarethaneye çeviren ve bize Nazi Kampı'nın modern bir versiyonunu yaşatan müdür ise hala o okulların genel müdürlüğünü yapmakta, eğitim sistemimize hizmet etmektedir!
Bir ülkeyi yönetmekle bir evi bir okulu bir işyerini yönetmek arasında hiç fark yoktur aslında. Baskı ya içe kapanıklığı doğurur ya da isyankarlığı körükler her ki durumda da kişi mutsuzdur, baskıyla, zorbalıkla, hakaretle, ötelemeyle ancak kin ve nefret duygusunu körükler ve hem insanın hem de toplumların hafızasında silinmez izler bırakırız.
Kolların biber gazı yerine kardeşliğe ve hürriyete açılması dileğimle...
Fatma KOŞUBAŞI