Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

02 Ağustos '11

 
Kategori
Anılar
 

Bir yabancının anıları-2

Bir yabancının anıları-2
 

Küfretmek bir zihinsel boşalma aracı olarak insanların yaşadığı her yerde vardır. Kimine göre kabul edilemez ve aşağılık bir eylemidir, kimine göre ise, kontrollü bir şekilde yapıldığı zaman insanı rahatlatan doğal bir refleks türüdür. Sosyokültürel açısından meseleye bakıldığında, sövmek bireylerin birbirleriyle kurduğu kötü bir ilişki biçimidir ve her dilde yaygın olan basmakalıp ve genellikle kaba sözlerle ifade edilir. Türk toplumu da bundan yeterince nasibini almıştır. Anadolu’da küfretmek, sadece hakaret amaçlı olmayıp, ayrıca kişilerin aralarında sevgi ve muhabbet bağını gösteren kelimeler bütünüdür. İki arkadaş arasında samimiyeti pekiştiren nice küfürler vardır! Türkiye’de, maç izlerken küfretmeyen birine rastlarsam, ya futboldan hiç anlamıyor ya da gerçekten Türk değildir, derim. Küfretmeyi alışkanlık haline getirenler, onu erkekliğin ve delikanlılığın kaçınılmaz bir simgesi olarak görenler de az değildir. İşte benim hikâyem tam da burada başlıyor. 

Öz Türkçe! Şubat 2007 de Bursa’da TÖMER( Türkçe Öğrenim Merkezi’nde) Türkçe öğreniyor ve Orhan Gazi yurdunda 3 Türk arkadaşımla beraber kalıyorduk. Oda arkadaşlarım Uludağ Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümünün hazırlık sınıfında okuyorlardı. Türkiye’ye 3 ay önce gelen biri olarak tüm var gücümle Türkçe öğrenmeye çalışıyor ve bu konuda her fırsatı değerlendiriyordum. Arkadaşlarla anlaşarak, ben onların İngilizce derslerinde yardımcı olacaktım. Karşılığında bana Türkçe öğreteceklerdi. Birisi,  

- Tamam, sana öz Türkçeyi öğretiriz. Öbürü çakal gibi sırıtarak,  

- Ama Türkçe zor bir dil. Çok çalışman gerek. Bir de ‘Dil dile değmeden dil öğrenilmez…’ 

- Nassı yani? 

- Anla işte olum… Jeton düştükten sonra hepimiz gülüşüp geçtik. Bana ilk öğrettikleri sözler, ( vay anasını satiim, hadi lenn, s*k*t*r et, ve ‘ben taaa ..’ ile başlayan birkaç cümle.) karşılığında ise bütün dönem ödevlerini bana yaptırdılar. 

Hayatımın en zor anları  

Eminim her birinizin hayatında öyle anlar vardır ki, içinizden ‘ yer yarılsa da içine girsem’ diye haykırmışsınızdır. Oradan delicesine yok olmak istersiniz ama olan olmuştur ve yapacak bir şey de kalmamış. Artık az çok Türkçe konuşabiliyordum. Etrafımdaki insanların konuşmalarına kulak misafiri olur ve ne dediklerini anlamaya çalışırdım. Özellikler oda arkadaşlarımla sürekli saçma sapan diyaloglar kurar onlar da benimle dalga geçerlerdi. 

Hani çok merak iyi bir şey değildir, derler ya. İşte kanıtı; Ne hikmetse, daha önce hiç duymadığım bir konuşma kalıbı birden dikkatimi çekti. Birden biri arkadaşlarımın arasındaki diyalogun her cümlesini teker teker incelemeye aldım. Abartısız, her üç cümleden biri ‘am*n* k*y*m’ diye tekrarlıyorlardı. Ben de hemen konuşmalarını bölüp bunun ne anlama geldiğini sordum. Daha önce da çok soru sorduğum için pek dikkat etmiyorlardı. Bu sefer, üçü de bir delilik yaparcasına, önce birbirlerin gözüne sırıtarak baktılar. Sonra çakal ruhlu olanı bana dönerek, - TÖMER’deki hocanız bay mı bayan mı? - Bayan. Sonra ciddi bir ses tonu ile, - Bu cümlenin tam anlamını biz de bilmiyoruz. Anlatması çok zor. Sen en iyisi yarın hocana sor ve özellikle defterine yazmasını rica et. Sonra gel bize de anlat. Diğer arkadaşlar da başlarını sallayarak onayladılar. Kayıtsız şartsız onlara inandım. Yarın 9:30de 16 kişilik sınıfta hocanın gelmesini bekliyoruz. Hocamız da 25 yaşındaki Hacettepe’nin edebiyat bölümünü daha yeni bitirmiş çok güzel ve bir da o kadar sempatik ve melek yüzlü bir bayandı. Sınıfa, günaydın diyerek girdi ve karşımızdaki masaya çantasını koydu. Her zaman olduğu gibi gülümseyerek her birimizle teker teker ilgilendi. Ders kitabını açmadan önce, herhangi bir sorunuz var mı, diye sordu. İşte hayatım buyunca onatamayacağım ana birazdan ilk adımı atacaktım. - Hocam, benim sorum var? Alışık olduğu için hiç tereddüt etmeden hafifçe gülümseyerek, - sor bakalım Seyit, Ciddi bir yüz ifadesiyle, malum soruyu sordum. Birden herkes şok oldu. Kısa bir an için sınıfta rahatsız edici bir sessizlik hakim oldu. Herkes şoktaydı. Ben de. Hoca sessizliği bozarak boğuk bir ses tonu ile, -kimden öğrendin, dedi. Ben daha ağzımı açmadan, hocamız pusuya düşürüldüğümü fark etti ve sadece çok ama çok kötü bir laf olduğunu ve hiçbir zaman kullanmamam gerektiğini söyledi. Meğerse sınıfta bayan arkadaşlar dâhil hersek bu cümleyi biliyorlardı. Sınıfın en gevezesi ve derecede olan biri olarak benim bilmemem kaderin bir cilvesi olsa gerek. O anda nasıl görünüyordum bilmiyorum ama karnıma kramplar girmeye devam ediyordu. Sanki boğulacaktım. Kulaklarım garip bir gürültüden başka bir şey duymuyordu. Bu olaydan sonra, sırf hocamızla göz göze gelmemek için iki gün TÖMER’e gitmedim. En sonda çok sevdiğim hocamız beni arayarak böyle olayların çok sık yaşandığını ve benin suçum olmadığını söyleyerek teselli etti. Arkadaşlarıma gelince, ilk başta alay ettilerse bile sonradan çok pişman olup özür dilediler. Aslında ben de affetmekle yetinmeyip onlara teşekkür ettim. Zira dil öğrenmek, sadece sınıfta birkaç ‘zamandan ve iyelik eklerden’ ibaret değilmiş. Hele Türkçe öğrenmek daha fazlasını gerektirir... Seyit CELAL 

 
Toplam blog
: 16
: 1326
Kayıt tarihi
: 16.06.11
 
 

1986 da Afganistan’da doğdum. Mart 2008’den beri TRT’de gazeteci olarak çalışıyorum. ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara