Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

19 Eylül '09

 
Kategori
Siyaset
 

Birey-Toplum ikileminin dayatılan yapaylığı

Birey-Toplum ikileminin dayatılan yapaylığı
 

Her şeyden önce Birey!..

Bu ilke yadsınamaz; yok sayılamaz, değeri ve niteliği seyreltilemez...

Ancak mesele, işte bu yadsınamaz ilkenin hayata geçirilmesi noktasında ortaya çıkıyor.

Her türlü toplumsal amaç, ilke ve idealin temelindeki öz, o toplumu oluşturan bireylerin mutluluğudur. Bireyin mutluluğunu amaçlamayan düşüncenin toplumsal bir ideal haline getirilebilmesi mümkün değildir,

Toplumculuk mu, bireycilik mi biçiminden ortaya çıkarılan ikileminin temeli yoktur; sahtedir ya da açık bir kandırmacadan ibarettir.

Toplumun çıkarları ile bireyin çıkarlarını karşı karşıya koyanlar ve bu karşıtlığı çözümlenmesi gereken bir demokrasi sorunsalı olarak topluma takdim edenler, bilerek ya da bilmeyerek halkı kandırma noktasına erişmiş kişilerdir.

Toplumsal menfaatlerin çıkarlarına karşı bireyin menfaatlerinin (özgürlüklerinin) savunulması, gerçekte, topluma karşı (yani toplumu oluşturan tek tek bireylerin menfaatlerinin her birisine karşı) savunulmak istenen bir tek bireyin çıkarının üstünlüğünü kurmak anlamına gelir.

Başka bir deyişle, bu anlamda topluma özgürlük olarak takdim edilen ideal, bir ideal olmaktan çok ötede, (kendilerini birey kavramı arkasına gizlemeye çalışan) belirli bir azınlığın çıkarının toplumun çoğunluğunun çıkarının üzerinde inşa edilmesi anlamına gelir.

Meseleyi cilalı bir söylem içinde topluma takdim etmek, ilk bakışta son derece çarpıcı sözcüklerle donatmak, oldukça etkileyici ve hoştur... Ancak, birbiri ardına dizilen bu cilalanmış sözcüklere biraz daha yakından baktığımızda sorunun ne ölçüde yanıltıcı bir biçimde tezgâhın üzerine yatırılmış olduğunu görmemiz mümkün olacaktır.

Mustafa Kemal Paşa 1925 yılında adli yılın açılış töreninde Cumhuriyetin savcılarına şunları söylüyor:

- Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüğünden üstün tutanlardır.

Ortada bir pasta vardır.

O pastayı ulus üretmiştir.

Adil olan, erdemli olan, bu pastanın ulusun tüm fertleri arasında hakça tüketilmesidir.

İşte toplumdan yana düşünmek budur.

Ancak bu noktada önemle altının çizilmesi gereken nokta, toplumdan yana düşünmenin, gerçekte bireyin mutluluğunu, bireyler arasındaki eşitliği ve her birey için güvenli ve adaletli bir düzeni savunmak demek olduğudur.

Toplumun tüm bireylerini karşı tarafa alarak, bunların karşısında bir tek bireyin çıkarlarının önde tutulması (ve savunulması), bireyin savunulması demek olamaz; bireycilik olarak tanımlanamaz.

Bir toplumun içinde küçük bir azınlığın çıkarlarını ön planda tutmak ve geriye kalan büyük çoğunluğu meydana getiren çok sayıdaki bireye arka çevirmenin adı nasıl olur da bireycilik olarak tanımlanabilir?..

Demokratik siyaset, bir halkın kendi kendisini yönetim biçimidir. Sözünü ettiğimiz bu halkın, türlü biçimlerde kandırılarak, kendi çıkarlarını korumak ve kollamak yerine, toplumun ensesinde yapışmış bir avuç "birey" tarafından istismar edilmesine izin vermesinin adı Liberalizm olarak tanımlanamaz...

Liberalizm, özgürlük, falan... Tamam da, nasıl bir özgürlüktür bu? Niteliği, pratiği nedir?

Sözü edilen özgürlük, kimin özgürlüğüdür?

Birey adı verilen bir sosyal-gaspçının, tüm toplumun; yani, toplumu oluşturan tüm bireylerin haklarını yağmalamasının adı mıdır bu özgürlük denen şey?..

Yukarıda sözünü ettiğimiz toplantıda konuşan Gazi Paşa şunları da söylüyor:

- Özgürlüğü ve yasaları bir alet gibi öne sürerek, ulusun en küçük bir yararını bile tehlikeye atmak hakkına hiç kimse sahip değildir. Devlet halinde yaşayan uygar uluslarda, özgürlük ulusun emrindedir; yüksek yararlarının gerektirdiği şekilde genişletilir, sınırlanır ve belirlenir.

Ülkenin bölünmesi yönünde yapılan çalışmalar özgürlük adına bu işleri göremezler...

Ülkenin bütünlüğü, sınırları, ekonomik bağımsızlığı ve temel esasları, yabancı çıkarlarının ve onların ülke içinde yer alan bir avuç çıkar-ortaklarının keyiflerince kemirip, yutacakları lokmalar değildir.

Her birey, gerektiğinden kendisini koruyabileceği gibi; bireylerden oluşan toplumlar da, devletler de, kendilerini koruyacaklardır. Bu onlara doğanın vermiş bulunduğu bir haktır.

Devlet, tek tek bireylerin bir araya gelerek kendilerini koruma içgüdülerini birleştirerek, müesseseleştirdikleri bir sosyal organizmadır.

Bir başka deyişle Devlet, bireylerin, kendilerin koruma reflekslerini birleştirmelerinden doğmuş bir "yöntem"den ibarettir...

Bu öz ve yapıdaki bir birey-organizmasının karşısına bireyi yerleştirmek ve ortaya suni olarak bir toplum birey karşıtlığı çıkartmak, halkı yanıltmak ve sürdürülmeye çalışılan talan ekonomisi ile istismar siyasetini birbirine yamamaktan öteye bir anlam taşımamaktadır.

Sözünü etmekte olduğumuz bu esas, toplumcu siyasi mücadele içinde yer alan insanlara dönük bir başka biçimde de dile getirilebilir.

Bireyi toplumun karşısına koymak ya da geniş halk kitlelerine bu biçimiyle göstermek, ekonominin dışındaki alanlarda da kendisini göstermektedir.

Gerek edebiyat alanında ve gerekse felsefede, bireycilik ve toplumculuk birbirlerine taban tabana zıt iki akım olarak ele alınır.

Örneğin bireyci edebiyatın, bireyi öne çıkardığı ve toplumcu edebiyatın ise, bireyi ihmal ettiği ve yok saydığı ileri sürülür.

Evet, gerçekten, sorunsalı bu biçimde ele alan edebiyat ürünlerine rastlamak mümkündür.

Ancak...

İşte bu "ancak"tan sonrası sözünü etmeye çalıştığımız meselenin özünü teşkil etmektedir.

Oğuz Atay Tutunamayanlar isimli ünlü romanında (dergimizin bu sayısında tam metnini bulabileceğiniz) "Ne Yapmalı" isimli bir bölüme yer veriyor. Oğuz Atay bu bölüm içinde roman kişisi Selim Işık'a şöyle yazdırıyor:

- Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri, toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Yoksa, toplu eylemlerde kütlelerin başına belâ olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir sınavdan mı geçirmeli?

Oğuz Atay, “Ne Yapmalı, ” adını verdiği bu bölümde, toplumcu kişilerin öncelikle kendi kendilerini geliştirmeleri, eğitmeleri, kişisel sorunları ile başa çıkabilecek erginliğe gelmeleri gerektiğinden söz ediyor ve toplumcu bireyleri, kendi bireyliklerini yükseltmeleri yönünde geliştirecekleri bir mücadeleye çağırıyor.

Toplumu koruyacak ve kollayacak bireylerin öncelikle kendilerini yapılandırmaları gerektiğini öne sürüyor ve Türk aydınını kişisel bir hesaplaşmaya çağırıyor...

Kimileri Oğuz Atay'ı, bireyle yakından ilgilenmesi nedeniyle toplumcu yazına karşı, bireyci yazının tarafından olmakla "taç"landırıyor. Kimileri ise, daha da ileri giderek, O'nu, siyasal ve ekonomik liberalizmin kuyruğuna iliştirmek için binbir dereden su getiriyorlar.

Hayır... Hiçbiri değil!..

Oğuz Atay, Türk toplumunun çağdaş bir meyvesidir.

Bireyi öne alan, O'nu değerler silsilesinin göz bebeği haline yükselten... Ve Türk toplumunun ancak sağlam ve nitelikli kişilikler üzerinde yükselebileceği avaz avaz haykıran bir toplumcu yazardır o...

Bireyi, toplumun karşısına yerleştirmeden, O'na gerçek değer ve anlamını kazandırmaya çalışan bir düşünürdür Oğuz Atay.

Sorun, ekonomik alanda da, siyasette de, tüm üst yapı kurumlarında olduğu gibi, edebiyatta da, toplum, bireylerin özgür, eşit ve adil bir biçimde içinde yer aldıkları bir homojen yapıdan ibarettir.

Mesele, gerçeği yakalamak, onu geliştirmek, yükseltmek ve insanlığa... Yani bireye yararlı kılmaktır.

Gerçeğe sırt çevirip, yalandan, tahrifattan ve karmaşadan istifade ederek, çıkarınızı gütmeye kalkıştınız mı, işte o zaman bir takım kavramlarla oynamak, onları birbirleri üzerine düşürmek ve böylelikle kafaları bulandırarak, halkı kandırmayı ve bu yılla da kendi özel ve öznel "birey"inizi toplumun üstünde tutmaya başlarsınız.

Bu yolun sonu sizi dar anlamda tutmaya mecbur olduğunuz "bireyciliğe" götürür.

Bu yolu terk edip (ya da terk ettirilip), toplumun eşitlik ve adalet ölçülerine yönelirseniz, içinde yaşadınız toplumun bir bireyi olarak, hakkınızı alır ve mutlu bir biçimde yaşarsınız

http://www.soruyusormak.com/

http://www.dnm-ler.com/

 
Toplam blog
: 913
: 485
Kayıt tarihi
: 30.01.09
 
 

1942 yılının Şubat ayında Bursa'da (Mehmet Kemalettin'den olma, Emine İffet'ten doğma olarak) dün..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara