Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ekim '06

 
Kategori
Sosyoloji
 

Biz çılgın Türkler - 3

Biz çılgın Türkler - 3
 

Üç bölümlük bayram özel yazı dizisinin son bölümü..

Türkçede "stres" diye bir kelime yok aslında. Ne stresi?

Biz alışığız gerginlikler ile, krizlerle, belirsizliklerle yaşamaya.

Genlerimizde var kardeşim.

Ahmet Altan’ın dediği gibi, altmış milyon hep beraber hayatı bir bungee-jumping tadında yaşıyoruz biz!

İçten ve dıştan gelen bütün saldırılara, dış mihraklara, enflasyona, trafik canavarına, hayat pahalılığına, komşularına, ölüm törpüsü siyasetçilerine, ezberci eğitim sistemine, Avrupa'ya ve bütün dünyaya rağmen asırlardır ayakta kalarak doğal seleksiyonun yarattığı en güçlü milletiz biz.

Bütün dünyanın kaos olarak tanımladığı durumlarda kendimizi evimizde hisseden, huzur içinde bir milletiz biz.

Her şeye rağmen huzurlu bir milletiz biz.

Yeryüzünün en ilginç milletiyiz biz.

Üsküdar'dan Salacak'a dünyanın en güzel manzarası karşısında yaz akşamları saatlerce oturur, ince belli bardaktan çay içer, çekirdek çitleriz biz.

Yeryüzünde yemeklere şiir yazacak derecede yemeğe bayılan tek milletiz biz.

Balkona masa atar, mis gibi çayımızı demler, böreğimizi çöreğimizi alır, sohbet eşliğinde ikindi zevk u sefası yaparız biz.

Ekmeği kutsal biliriz, makarnayı pilavı dahi ekmekle yer, ekmek yemeden asla doymayız.

Bir koyunu bir oturuşta götüren, 240 kiloluk top mermisini tek başına namluya süren babayiğit ecdadımızın şanlı Osmanlının torunlarıyız biz!

Hiç bir şeyden korkmaz, hiçbir şeyi kafaya takmayız biz.

Radyasyonlu çay, mikroplu su içeriz; "bize bir şey olmaz" deriz.

Çatlayan kadar yer, sonra da “atın ölümü arpadan olsun” deriz.

Kolesterollü yağları, kanserojen maddeleri "her şey kanser yapıyor kardeşim" der yeriz.

Paket paket sigara içer, çocuğumuza "bırakamadım şu zıkkımı, bari şu meredi sen içme" deriz.

Lokantada hesabı öderken “Allah aşkına, burada senin paran geçmez” diye kavga ederiz.

Çünkü vermeye bayılırız biz.

Misafir gelince hemen çay suyu koyarız biz. Misafirliğe gelenlere kaç çeşit yemeğimiz varsa hepsinden "ölümü gör, n'olur; bak Allah’ın adını andım” diyerek zorla bol bol yedirir, üzerine “hatırım için bi daha iç" diyerek 15 bardak çay içiririz.

Çünkü paylaşmayı severiz biz.

Lokantada masaları birleştiririz, lavaboya beraber gideriz, koloni halinde yaşamayı severiz.

Görümce, kayınço, enişte, bacanak, elti, baldız, amcaoğlu, dayıoğlu gibi dudak uçuklatan akrabalık terimleri icat ederiz.

Elimizde tesbih sallayarak gezmeyi severiz ama büyüklerin yanında sigara içmez bacak bacak üstüne atmayız.

Tanıdık birini görünce şakadan arabayı üzerine süreriz.

Nasreddin Hoca gibi şakayı ve gülmeyi severiz biz.

Mitinglerde protestolarda dahi halay çekeriz. Sıcakkanlıyız, canayakınız biz.

Birbirimize sarılınca sağa sola sallanırız.

Sevdik mi tam severiz, sildik mi bir kalemde sileriz biz.

Bir mehter marşıyla coşar, bir İstaklal Marşı ile kendimize geliriz.

Düğünlerde takı töreni yapar, sevincimizden havaya ateş açarız.

Düğünlerde "Dom Dom Kurşunu" ile; "Bir avcı vurdu beni, bin avci beni yedi" sözleri eşliğinde göbek atan ve kendinden geçen yeryüzündeki tek milletiz.

Radyo dinlerken duyduğumuz bir parçayla kaderimize küser ağlamaklı oluruz.

Ondan sonraki parçayı duyunca da kalkar fıkır fıkır oynarız.

Sinema seyrederken sesli olarak "Tüü Allah belanı versin", "Dur gitme öldürecekler seni", "Vah yavrum, yazık" gibi sözlerle oyuncularla birebir iletişime geçeriz.

Cem Yılmaz'la güler; Müslüm'le, Ferdi ile, Orhan baba ile ağlarız.

Hababam Sınıfını 100 defa izlesek bıkmayız ve her seferinde zevkle izler, güler ve aynı zamanda hüzünleniriz.

Çünkü orada kendimizi, çocukluğumuzu, okul yıllarımızı, deldiğimiz yasakları, çektiğimiz kopyaları, yaptığımız gırgırları, bitmeyen dostluklarımızı, öğretmenlerimize saygıyı, vefayı, kardeşliği, arkadaşlığı buluruz biz.

"Bizim askerdeyken bir çavuş vardı..." diye başlayıp bitmeyen askerlik anıları anlatırız.

Centilmeniz biz. Kendimizi tanıtırken yarışmacı arkadaşlarımıza başarılar dileriz. Arkadaşımızın kalbi kadar temiz anı defterine yazarız.

Yolculuk esnasinda yanımızdakine "Yolculuk nere hemşerim?" diye sorar, "Nerelisin?" sorusuna cevap aldıktan sonra "içinden mi?" diye sorarız.
"Geldiniz mi?" veya "Siz mi geldiniz?" gibi gereksiz sorular sorar, "Kim O?" sorusuna "Ben!" diye cevap veririz.
Telefonu açan kişiye kendimizi tanıtmadan "orası neresi?" veya "sen kimsin?" gibi sorular sorarız.

Gaza geldik miydi kimse bizi tutamaz. "Avrupa Avrupa duy sesimizi" diye bağırır sokaklara dökülürüz. Avrupa'yı hem severiz hem de ondan nefret ederiz. Yıllarca, Avrupa Birliğine girmemizi sağlayacak yasalardan hiçbirini çıkartmayız. Sonra bir gecede başkalarının on yılda geçirebileceğinden daha fazla yasa geçiririz!

Kırk sekiz yıl boyunca dünya futbol şampiyonasının kapısından bile geçemeyiz. Sonra ilk katıldığımız şampiyonada dünya üçüncüsü olmayı başarırız!

Maçlarda küfürlü tezahürat yapar ve birbirimizle kavga ederiz.

Nobel alan romancımızı aynı anda hem göklere çıkarırız; hem yerin dibine geçiririz.

Hem başarıya susamışızdır, hem de başarılı olanı çekemeyiz.

Fizibiliteye değil “komşubilite”ye inanırız, komşu yapmışsa biz de yaparız. Her birimiz kahvede masa başında iş kurarız, paranın hep gıda işinde olduğuna inanırız. Kebap, döner ve kokoreçimizi Avrupa’ya ihraç etme hayalleri kurarız.
Her konuda oturduğumuz yerden fikir beyan etmeye bayılırız. İki üç kişi bir araya geldiğimiz zaman memleketi kurtarmaya bayılırız. Siyaset ile yatar kalkarız, en çok da siyasetçilerden şikayet ederiz. Sürekli Demirel’den yakınırız, ama onu yedi kez başımıza geçiririz.

Üçlemeleri çok severiz biz: Kurufasülye-pilav-cacık veya karpuz-peynir-ekmek yeriz. At-avrat-silah ve eş-iş-aş sahibi olmak isteriz. Çırak-kalfa-usta modelinde iş yaparız. Her olayı devlet-mafya-polis gözlüğünden değerlendiririz.

"Güvercinleri koruma derneği" benzeri isimli kahvehanelerimizde saatlerce kağıt oynar, geyik yaparız.

Hepimiz bıkmadan siyaset ve futbolla ilgilenir ve sürekli yorum yaparız.

Her birimiz birer başbakan kadar memleket meselelerine hakimizdir.

Her birimiz zaten doğuştan liderdir, kimse emir almayı sevmez.

Her birimiz sağa sola emirler yağdırır, her kafadan bir ses çıkar.

Her birimiz bir teknik direktör kadar futboldan anlar ve maç yorumu yaparız.

Hiçbir filozofumuz yoktur ama kamyoncularımızın ve dolmuşçularımızın dahi aşkın bir edebiyatı ve hayat felsefesi vardır. Örnek mi?

“Gönlünde yer yoksa bana güzelim; farketmez ben ayakta da giderim”, “Bir sana, bir de sabah uykusuna hastayım.”, “Karayollarında değil, senin kollarında öleyim.”, “Babam sağolsun”, “Vur kalbime hançeri, yüreğim parçalansın; fazla derine inme, çünkü orda sen varsın.”, “Rampaların ustasıyım, gözlerinin hastasıyım.”, “Aşıksan vur saza, şöförsen bas gaza.”, “Sen gökyüzünde doğan güneş, ben yollarda çilekeş.”, “Yollar gidişime, kızlar duruşuma hasta.”

Sürekli şikayet eder ama nedense alternatif çözüm sunmayız. Bürokrasiye kızarız, ama her süreçte muhtardan onaylı ikametkah, diploma fotokopisi, nüfus cüzdan sureti, askerlik belgesi isteriz. Kayırmaya kızarız, ama hamili kart yakınımdır deriz. Karanlığa kızarız, ama bir mum yakmayız.

Her sabah vatanı kurtarmak üzere yeni bir senaryo ile uyanırız. Sonra bugünün işini yarına bırakarak yatar uyuruz.

Televizyonu ve uykuyu çok severiz. Teknolojiye bayılırız, cep telefonu penetrasyonu konusunda dünya rekoruna gideriz. Cep telefonu kullanımının yasak olduğu otobüste, uçakta, sınıfta, camide gizli gizli cep telefonu kullanırız. Internet cafelerinde her oyunda rekoru biz kırarız. Ama teknoloji ve bilim üretme konusunda milletçe sınıfta kalırız. Japonları kastederek “adamlar yapmış abi”, Amerikalıları kastederek “gavur yapmış abi” deriz.

Günde ortalama 37 saniye kitap okuruz. Saatlerce geyik (şimdilerde chat) yapmaya, televizyon seyretmeye bayılırız. En çok Televole’lerden şikayet eder en çok Televole izleriz. Hülya Avşar’ı veya İbrahim Tatlıses’i yirmi sene gündeme oturturuz. Tuvalette problem çözer, derinlemesine düşünürüz. Lise sona kadar ödevlerimizi hep pazar akşamına sıkıştırırız. Son gece “yumurta kapıya gelince” çalışır başarırız. Yata yata sınıf geçmeye alışığız biz.

Üniversitede final zamanı ders fotokopilerini alıp sabahlar işin içinden çıkarız. Sınava çalışamadığımızda yalandan doktor raporu alırız.

Takside önde oturmayı severiz. Şahin marka arabayı Doğan görünümlü yapmaya, Ferrari’ye dahi tüp takmaya çalışırız. Eve beş dakika erken gitmek için trafik canavarlığı yaparız.

Kuyruk beklemez araya kaynak yaparız.

Günlük hayatta her an sorun çözmek için uğraştığımızdan dünyanın en pratik zekalı milletiyiz.

Biz her şeyin orijinalini, esasını, “özünü” severiz. O kadar ki sandalımız olsa "Öz Titanik" ismi veririz.

Kavga olsa, trafik kazası olsa hepimiz durur seyrederiz. Uçaklara dakikalarca bakarız.

Su akar, biz bakarız. O suyu nasıl enerjiye, santrale dönüştüreceğimizi pek düşünmeyiz.

Her işin çıkar yolunu, kolayını biliriz. İnşallah der niyetleniriz, Eyvallah der onaylarız, Bismillah der başlarız, Maazallah der tehlikelerden korunuruz, Maaşallah der takdir ederiz, Elhamdülillah der şükrederiz, Hay Allah der pes ederiz. Türk gibi başlarız, ama İngiliz gibi bitiremeyiz.

Çok zekiyizdir ama yeterince çalışmayız.

Çok çalışanları teşvik etmek yerine onlara "inek" lakabı takarız.

Kopya çekmeyi marifet sayar, iyi bir iş yapmış gibi ballandıra ballandıra anlatırız.

Zekamızı hep olmayacak konularda ve abesle iştigal halinde iken kulanırız.

Kuralları delmede ve yasakları çiğnemede acaip yaratıcı oluruz.

Hakkaniyete riayet eder, rüşvet alırken “helal et” deriz.

İlkokul beşe kadar ögretmene "ögretmenim" diye seslenirken altıncı sınıfta "hocam" demeye başlarız.
Dört yanlışı bir doğru götürerek cezalandırırız ama dört doğruyu bir doğru ile ödüllendirmeyiz.

Her gördügümüz haritada hemen Türkiye'yi bulmaya çalışırız, sanki millet olarak dünyada kaybolma kompleksimiz vardır.

Üç tarafımızın denizlerle, dört tarafımızın da düşmanlarla çevrili olduğuna inanırız.

Televizyona çıkınca hep bütün Türkiye’nin bizi izlediğini sanır ve 70 milyona hitap ederiz.

Gazete kağıdını külah, mendil, sofra bezi, kese kağıı gibi çok amaçlı kullanırız.

Gazetedeki resimlere sakal ve bıyık yaparız.

Kardan adama tekme atar, yeni betona isim yazarız.

Evlerimizdeki her eşyanın üzerine dantelli örtü örteriz.

Evlerimizin bir odasını hiç kullanmayız adına da misafir odası deriz.

Çocuklarımıza misafir odasını, orayı burayı kurcamamalarını, eşyalara dokunmamalarını defalarca söyleriz.

Çocuklarımız büyür, üniversiteye gider, orada kütüphaneyi ve kitapları da karıştırmaz olur.

Çocuğumuzun dediğini yapmayız, ancak ağladığı zaman yaparız.

Ağlamayan çocuğa meme vermeyiz.

Çocuk en büyük gücünün ağlamak olduğunu keşfeder ve sürekli ağlar.

Çocukken ağlamaya başlarız büyüyünce de devam ederiz.

Liselilerimiz ÖSS’den dolayı ağlar.

Üniversitelilerimiz iş bulamadıkları için ağlar.

Esnaf sürekli vergilerden ağlar.

İşadamlarımız devletten istediğini almak için ağlar.

Her kesim hükümete sesini duyurmak için ağlar.

Milletçe ağlamayı pek severiz biz.

Bir filmi çok beğendiysek “bir ağladık bir ağladık” deriz.

Çok ağlarız ama çok da güleriz.

Çok telaşlıyız ama çok da vurdumduymazız.

Ne stresi dostlar? Stres de neymiş?

Biz Türküz.

Bize kolay kolay bir şey olmaz.

Kendimizle ve hayatla dalga geçmeyi severiz biz.

Her şeye inat yolumuza devam ederiz biz.

Bir yandan çok ciddiyizdir, bir yandan da hiç bir şeyi gereğinden fazla ciddiye almayız.

Biz kendimizle barışığız.

Biz kendi hatalarımıza gülebiliriz.

Biz hoşgörülüyüz. Mevlana’nın, Yunus’un Hacı Bektaş’ın dergahından geçmişiz.

Biz kendi tarihimizi eleştirebiliriz.

Biz bırakın binlerce Ermeni’yi, bir sineği dahi katledemeyecek kadar merhametli bir milletiz.

Ancak vatan toprağı söz konusu olduğunda da bebeğimiz yerine mermilerimizi örtecek kadar da cesuruz.

Yeryüzünün en tuhaf, en komik, en sıradışı, en sıcakkanlı, en telaşlı, en zeki, en vurdumduymaz, en mütevekkil, en misafirperver, en yardımsever, en coşkulu, en cevval, en samimi, en harbi, en naif, en utangaç, en unutkan, en saf, en uyanık, en ilginç, en çelişkili, en paradoksal milletiyiz biz.

Biz çılgın Türkleriz.

Biz Türkler; aklımızı, bilgimizi, potansiyellerimizi, yeteneklerimizi sonuna kadar ve doğru yerde kullanabilsek; Türkiyem yeryüzünün parlayan yıldızı olacak.

Biz Türkler; atıl duran kapasitemizi eğitimle, teknolojiyle, ekonomiyle, yatırımla, işletirsek ve zenginliğe dönüştürürsek; Türkiyem yeryüzünün süper gücü olacak.

Biz Türkler; kendimize, tarihimize, kültürümüze, dilimize, dinimize, muhteşem mirasımıza, ahlaki değerlerimize güvensek, sarılsak, sahip çıksak; Türkiyem yeryüzünün imrenilen gözbebeği olacak.

Biz Türkler; birbirimizle boğuşmaktan vazgeçip el ele versek, birbirimize gerçekten güvensek bu cennet vatanımızı gerçekten yaşanır hale getirmiş olacağız.

Biz Türkler; 26 medeniyetin genlerine, yüzlerce yıllık tasavvuf bilgeliğine ve yeryüzünün en mükemmel dinine sahip olmanın bilincine varsak; Doğu ve Batı arasında köprü kuracağız, medeniyetler çatışmasını buluşmaya döndüreceğiz, Ortadoğu’da barış güvercinleri uçuracağız, ve “yurtta sulh cihanda sulh” oluşturacağız.

Ben Türk insanının farklılığına, zenginliğine, derinliğine güveniyorum.

Ben Türk insanının hayal gücüne, umuduna, girişimciliğine inanıyorum.

Türk olduğum için, Türkiyeli olduğum için, Anadolu’lu olduğum için, bu topraklarda doğduğum için gurur duyuyorum!

Bu güzel milletin bir ferdi olduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum.

Güzel memleketimin güzel insanına selam olsun!

Bütün güleryüzlü amcaları-teyzeleri, tonton dedeleri-nineleri; fedakar anneleri- babaları, konu komşuyu, hısım akrabayı kucaklıyorum.

Elleri nasıl tutmuş Anadolu insanının ellerini öpüyorum.

Büyükleri ellerinden, küçükleri gözlerinden, dünya tatlısı çocukları yanaklarından öpüyorum.

Hepinizin Ramazan bayramını ve Cmhuriyet Bayramını tekrar tebrik ediyorum.

Kestane kabap, acele cevap!

Fahri Karakaş – McGill Üniversitesi Öğretim Görevlisi - Ekim 2006, Montreal

 
Toplam blog
: 279
: 2488
Kayıt tarihi
: 09.09.06
 
 

Dr. Fahri Karakaş, Londra’da University of East Anglia’da görev yapmaktadır (Norwich Business Sch..