- Kategori
- Eğitim
Bozkırdaki kıvılcım Enstitülüler
Yazarı: Mahmut Makal
Kısa Yaşamı:
Mahmut Makal, Aksaray’ın Demirci Köy’ünde doğdu (1 Ocak 1930). İlköğrenimini köyünün okulunda, meslek eğitimini İvriz Köy Enstitüsü’nde ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde yaptı. Yazı hayatına 1948’de Varlık Dergisinde başladı. Kitapları da Varlık yayınevi’nce yayınlandı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen ve müfettiş olarak görev yaptı. Bakanlık, eğitim teknikleri öğrenimi ve araştırmaları için 1962’de bir yıl İngiltere’ye yolladı. 1964–1965 öğretim yılında, Paris’te Avrupa Sosyoloji Merkezi’nde Sosyoloji okudu. 1971–1972 öğretim yılında Venedik Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okuttu. Yurt dışı izlenimlerini Ötelerin havası adıyla kitaplaştırdı. UNESCO’nun ¨ Tüm kitapları ile dünya kültürüne hizmet ödülü¨ nü, 1967’de de Türk Dil Kurumu ödülü’nü aldı. UNESCO tarafından dünya gençliğine örnek insan seçildi. 1979–1980 yıllarında, Ahmet Taner Kışlalı döneminde Kültür Bakanlığı başdanışmanlığı ve kültür yüksek kurulu üyeliği yaptı. Bazı yapıtları, Almanca, Fransızca, İngilizce ve İtalyanca başta olmak üzere birçok dile çevrildi ve o ülkelerde yayımlandı…
Köy Enstitülerine Selamlar
Türkiye’de yapılan devrimlerin özellikle Şapka kanunu, Latin harflerinin kabulü gibi değişiklikleri anlamada ve önemini kavramada zorlanan bu millet, Köy Enstitüleri’ni de kaldıramamıştır. Bu neye benziyor biliyor musun? Yokluğunu senelerce yana duyduktan sonra, büyük masraflara girişip Avrupa’dan son sistem bir makine getiriyoruz. Randımanı müthiş olduğu kadar girdisi çıktısı da karışık bir makine… Kan ter içinde çalıştırmaya başlıyoruz.
Bin bir çeşit çarklarına arada sırada kolumuzu paçamızı kaptırmak pahasına makineyi güç bela çalıştırıyoruz. Makineyi çalıştırmak kolay değil kolay olmasına ama ileride bize sağlayacağı faydaları düşünerek kaptırdığımız paça kola göz yumuyoruz. Ha gayret, derken yoruluyor, bu canım makineyi yüz üstü bırakıp tekrar babadan kalma salaş tezgâha dönüyoruz.
Köy Enstitüleri milletçe övüneceğimiz, çok güzel, çok büyük bir makine idi. Üstüne üstlük dışarıdan gelme değildi. Yerli malı idi. Bu düzeni kuran bizim Maarif Ordumuzun çeşitli kademelerinde savaşmış tecrübeli öğretmenlerdi. Hey Allah’ım! Ben bu makinenin kuruluşuna, işleyişine şahit oldum. Ne güzel kuruluyor ne güzel işliyordu.
Şapka giydiğimiz, Latin harflerini kabul ettiğimiz günler çocuktuk. Ama Köy Enstitüleri kurulurken yapılan işin büyüklüğünü, güzelliğini görecek, ağlayacak, sevecek yaşa gelmiştik.
Köy Enstitüleri, köylümüze mümkün olduğu kadar çabuk okuma yazma öğretmek, köyümüzü bir an önce kalkındırmak gibi kutsal bir amaçla kurulmuşlardı. Büyük şehirlerde öğretmen okullarında okuyan gençler köye gittikleri zaman küsüyor, bunalıyor, babacan bir maarifçimizin deyişiyle “panikliyorlardı.¨ Köy Enstitüleri bu yüzden köylerde kuruldu. Köylerden okula gelen çocuklar okul bitince doğrudan doğruya kendi köylerine öğretmen oluyorlardı.
Bir öğrencinin okuyacağı okul binasını kendi elleriyle yapması ne demekti? Bazılarına göre bu bir cinayetti! Niçin şehir çocuğu kendi okulunu yapmaz da, köylü çocuğu böyle bir işte harcanır, diyenler oldu fakat vakit yoktu. Tartışmalara da zaman yoktu. Ortada kaybedilmiş birkaç yüz sene vardı. Bir an önce bu vaktin peşine düşmek şarttı. Öğrenci kendi okul yapısını kendi elleriyle kurarken her şeyden önce bir yapının nasıl kurulduğunu öğreniyordu. Köyüne döndüğü zaman en sağlam, en kullanışlı yapı nasıl yapılır, herkes bunu ondan öğrenebilecekti. Bu yapının bir hesabı vardı. Bir yandan yapı kurulurken, bir yandan da bu işin hesabı üstüne yanı başındaki öğretmenden sıcağı sıcağına bir şeyler öğreniyordu.
Beşikten mezara kadar el ele, kol kola kadın-erkek çalışan Türk köylüsü okulda beraber olursa ahlakı bozuluyormuş! Allah’ın dağında, bağda, bahçede, tarlada bilmem kaç yüzyıldan beri omuz omuza, göz göze, diz dize çalışan köylü kızları, köylü delikanlıları, okulda aynı sırada yan yana oturunca ahlakları bozuluyormuş! Köyümüze, köylümüze bundan daha büyük bir sitem, bundan daha büyük bir taş atılmamıştır. Niçin Üniversitede, ortaokulda, ilkokulda ahlakımız bozulmuyor da, köy okullarında, Köy Enstitülerinde bozuluyor? Niçin böyle bir sitemle millet karşısında doğrulmuyor, böyle bir şüpheyi milletçe sinek kovar gibi kovmuyoruz?
Niçin? Niçin? Niçin?
Okuryazarlarımız farkında değiller de onun için. Aydınlarımız, memleket meselelerini kendi öz meseleleri gibi görmüyorlar da onun için.
Emeğin ve Çiçeğin Kokusu
Aksakal
Köy Enstitüleri’nde “okuma” ve “boyun eğmeme” alışkanlığı öğretilmiş ve başarı sağlanmıştır. Aksu (Antalya) Köy Enstitüsü’ne Sağlık Bakanı Behçet Öz gelir günün birinde. Öğrencileri toplar ve konuşma yapar. Öğrencilerden konuşacaktır. Alan dolar. Başlar Bakan konuşmaya: “Siz ne biçim öğrencisiniz? Kiminizin paçası, kiminizin yeni sallanıyor! Bir öğrenci fırlar ortaya: Toplantınıza yetişebilmek için koştum, paçamın lastiği koptu. Sözünü ettiğiniz öğrenci benim, herkesi suçlamayın!” Lastiği kopan öğrenci Abdullah Aksakal’dır. Köy Enstitüsü öğrencileri giysilerini, yattıkları ve çalıştıkları yerleri temiz tutarlar. Düzgün yerleştirirler.
Aksakal’ın böyle ulu orta yanıtına kızan Bakan, konuşmasını keserek Aksakal’a, “Sen benimle idareye gel, ” der. Çünkü Bakanın karşısına çıkılmıştır. Köy Enstitüleri’nde bu durum doğallaşmıştır. Saygı-sevgi sınırı içinde müdürü de, öğretmenleri de eleştirmek olasıdır. Düşündüklerini söylemekten onları alıkoyacak hiçbir engel yaratılmamıştır. Tam tersine, tüm engeller kaldırılmaya çalışılmıştır.
Bakan: “Sen benimle nasıl böyle konuşabilirsin?” deyince öğrenci, “Ben düşündüklerimi söylerim!” der.
Bakan:
“Seni gittiğin her yerde izleteceğim.”
Öğrenci:
“İstediğin kadar izlet. Siz egemen sınıflar, suskun millete alışmışınız, konuşana bir yumruk vurup yere deviriyorsunuz.”
Eğitim Yaşam İçindir.
Mestan Yapıcı
Beydağ bucağının Yeni Yurt Köyünde bir incir ağacının dibinde 1925’de doğar. İlk Köy Enstitülülerdendir. 1938’de Kızıl Çullu (İzmir) Köy Enstitüsü’ne girmiş, 1943’de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne geçmiştir. Yüksek bölümü bitirince Cılavuz (Kars) Enstitüsü tarım öğretmenliğine atanır. Mestan, öğretmenlik yıllarından bahsederken bir gün öğrenci Hakkı, öğretmenine karşı gelmiş. Hakkı, öğretmeninden yaşlı ama 4. Sınıfta bir öğrenci. Disiplin Kurulu, bu karşı gelme durumuna karar veremeyince müdür, konuyu öğretmenler kuruluna getirir. Öğrencinin okuldan atılması ya da başka bir Enstitü’ye verilmesi gerekiyordu. Ancak bu genelgeye göre, okuldan atılamazdı. Oylama yapıldı. Bir olumsuz, bir de çekimser oya karşı, başka bir Enstitü’ye verilme kararı çıktı. Müdür, kim bu olumsuz oyu veren? Deyince, .
“Benim, ” der, Mestan öğretmen.
“Bu iş şaka değil, ciddi bir durumdur” diyerek, müdür öğretmeni azarlar.
Öğretmen, “Müdür Bey, öğrencinin savunması var da, bizim yok mu? İzin verin de düşüncemi savunayım. Ben şaka yapmıyorum. Beni buraya öğretmen, diye atadılar. Bu mesleğe severek girdim. Öğrenciyi başka okula yollamakla güçsüzlüğümüzü, beceriksizliğimizi onaylamış olmuyor muyuz? Bu öğrenciyi biz eğitemiyoruz, siz eğitin demektir bu, ” der.
Konu yeniden tartışmaya açılır. Uzun tartışmalar sonucunda Hakkı okulda kalır. Hakkı da bu konuşmalara şahit olur. Toplantı çıkışı, öğretmenin ayaklarıma kapanır. Öğretmen azarlar ve “Ben seni yerde değil, dimdik gökte görmek için savundum. Kalk ayağa! Derslerine çalış, seni iyi bir öğretmen olarak görmek, görev yaptığımın kanıtı olacaktır!” Der.
Mestan, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü bölümündeydi. Okulun hayvanları ile ilgileniyordu. Hasta hayvanları iyileştirme çalışmalarına kendini vermişti. Okulun dostu olan bir ağanın tayı hastalanmıştı. Müdür ona bakmasını söylemişti. Cins bir taydı ama her yanı kene. Yediği yemden ve emdiği sütten yararlanamıyordu. Kış bastırmış, otuz kilometre uzaktaki Kars’a gitmek zordu. Eldeki olanakları denemek gerekiyordu. Sabunlu suyla gazı belirli ölçülerde karıştırdı. Fitil tulumbasıyla bu karışımı taya püskürttü. Keneler şişip düştükçe ağanın gözü de büyüyordu. Müdür ise gülümsüyordu. Bunun yeterli olmadığını, hayvanın kaldığı yerin de ilaçlanması gerektiğini söyledi. Yanına iki öğrenci aldı ve ağanınki ile beraber köyün bütün ahırları ilaçlandı.
Mestan, okulun bütün hayvanları ile ilgilenir, hastalıklarını tedavi eder ve duruma göre kendi derslerinde uygulamalı olarak öğrencilerle beraber dersini işliyordu. Onun için eğitim, öğretimin bel kemiği olanaklardan yararlanma, eğitimi canlı olarak yaşamın içine sokmaktır. Bu arada doğallıkla yaşam da eğitimin içine sokulacaktır.
Enstitülü Kafası
Mestan öğretmenlik yaptığı köyde, bir kadının iki öküzü zehirlenmişti. Komutan okula gelip bu öküzleri görmesini istedi. Rapor yazıp düzenleme yetkisi olmadığını söyleyince kadın, dul, yoksul, bir çift öküzle çiftini sürebiliyormuş, iyilik etmiş olursun, dedi. Bu durumda karakola gidip istenenleri yapmak en iyisiydi. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. Karakolun önünde öküzler ağızlarından salyalar akarak duruyordu. Gözleri yaşarmış burunları akıyordu. Çok acıdım. Şalvarlı aciz bir kadın öküzlerin arasında sessizce duruyordu. Türkçe bilmiyordu. Benim kimliği öğrenince bakışları yalvarışa dönüştü. Neredeyse beni ağlatacaktı. Öküzlere baktım ve tanıyı koydum. Kumandana bu kadın kırk yumurta getirebilir mi? Bunu duyan kadın hemen koşup kırk yumurtayı getirdi. Yumurtaların sarılarını ayrı, aklarını ayrı kaba koydu. Bu akları öküzlere verdim ve tutanak tutarak gereği yapılmak üzere Kars Veteriner Müdürlüğüne yolladık.
Kadın benim ne kadar para alacağımı düşünüyordu. Korkuluydu. Ya çok isteseydim. Kadın borcunu sordu. Ben de, kırdığımız yumurtaların sarısını bize verebilir mi, diye sordum. Jandarma komutanı, hocam yumurtaların sözü mü olur, dedi. Kadına sormadan. Sevinmişti kadın yumurta sarısıyla kurtulduğuna. O, hayır dua ederek Kars’a yollanırken, biz altı bekâr arkadaş kendimize yumurta sarısı şöleni çekiyorduk…
Kars Veteriner Müdürlüğü’nden, doğru tanı ve yerinde ilk önlemle ilgili olarak teşekkür geldi.
Bitkibilimci
Ali Yılmaz
Ali Yılmaz, ilk açılan Enstitülerden, Çiftelerin ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün ilk öğrencilerindendir. Çiftelerin ve Hasanoğlan’ın temellerine kazmayı ilk vuranlardandır. Hasanoğlan’ın Tarla Bahçe Ziraatı bölümünde okudu. Yaşamı, ekin tarlalarındaki başaklarla iç içe yaşayan otları bulup incelemekle geçti. Onları derledi, kartonlar arasında evinde korudu. Onlarla konuştu, gizlerini çözmeye çalıştı. “Bitkilerin de bir sosyolojisi var, ” diyordu. “Tek başlarına yaşayamazlar. Komşuluk ilişkileriyle ayakta kalabilirler. Birbirlerinin koltuğuna, gölgesine sığınmadan, birbirini kollayıp gözetmeden ayakta duramazlar. Birini yok ederseniz, hepsi çözülür, birer birer kaybolurlar doğadan. Bundan en büyük zararı da insanlar görür. Denge bir kez bozuldu mu, bizler de yok olmaya başlarız.”
Öğrencilik Yılları
1994 Mart’ı. Ali Yılmaz’a bir görev verildi. Okul alanı ve yapılacak ormanlık için fidan gerekiyordu. Gereken çalışmalar yapıldı. Fidan gereksinimi konusunda, Enstitü Müdürlüğünce bir yazı hazırlandı. Fidan gereksinim yazısı hazırdı. Ankara’ya götürmesi için Ali Yılmaz’a ve yanında bir arkadaşa verilerek Ankara’ya götürülmesi istendi.
Sabah yedi de Anakaradaydılar ve sekiz olunca valiliğe vardılar. Üst kata çıkıp vali odasının bulunduğu bölümde beklemeye başladılar. İyi giyimli, bıyıklı uzun boylu biri yanlarına sokuldu. Ayaklarında asker postalı, sırtlarında askerlerin kışlık boz giysilerinin benzeri vardı. Niçin beklediklerini ve kim olduklarını, sordu. Onları beğenmemişti. Ellerindeki resmi yazıyı göstererek onlara inandı. Sizin işlere muavin bey bakar, orada bekleyin, der. Saat 09 oldu, 9.30, 10 oldu ortada ne vali ne de muavin vardı. Sabırsızlandılar. Ayağa kalkıp gezinmek istediler. Baş hademe izin vermedi. Salon yeni temizlenmişti. Ortalıkta gezinmeyin, duvar dibinde durun uyarısını aldılar. Bu uyarı onları tedirgin etmişti. Hademeye, burada işler saat kaçta başlar biz erken gelmişiz herhalde, deyince, hademe kızdı. Senin üstüne vazife mi, ne zaman başlarsa başlar, dedi. Beklemeye başladılar. Saat 10.30’ u gösterirken vali yardımcısı geldi. Bakarlar, çağırılacakları yok içeriye girip yazıyı gösterdiler. Muavin bey elinde sigarası gazete okumaktaydı. Yazıya bakarak, dışarıda bekle, dedi. Oysa yazının hemen imzalatılıp başka yerlere de götürülmesi gerekmekteydi. Saat 11.00 oldu. Vali bey geldi. Tekrar muavinin odasına daldı. Onun, sigara ve gazete okuması devam ediyordu. Kahve de içmeye başlamıştı. Yazıyı sormasıyla birlikte, vali yardımcısı bağırmaya başladı. Ali, masanın yanına varıp yazıyı aldı. Valiye götürdü. Aramızdaki tartışma üzerine vali de odasından çıktı. Valiye meramını anlattı. Vali, yazıyı onayladı. Ondan özür dileyerek teşekkür etti. Oradan çıkarak öbür gerekli olan yerlere de imzalattıktan sonrada fidanları alarak okula götürdü.
Ali Yılmaz Baş Höyük Köyünde öğretmenken Sarayönü Bucağı ile köy arasındaki yedi km’lik yolu köy gençleri ile birlikte yaptı. Köy okuluna 8 dekarlık bir ormanlık ve okula uygulama bahçesi kurdu. Bahçede, bir dekar meyve bahçesi, bir bağ, bir sebze ve deneme parseli, bir de sıcak yastık yaptı. Deneme tarlasında 64 kültür bitkisini öğrenciler ve halk gördü, tanıdı. Her parsel için 10 metre kare yer ayrıldı. Köyde meyve-sebze bahçesi, bağ yoktu. Bu görevleri öğrencilere verdi. Başta hır çıkaran köylüler, sonra, yani yol, bahçe vs. görünce memnun oldular.
Okulun da yıkık dökük dersliklerini, köydeki velilerle işbirliği yaparak tamir etti. Bahçenin duvarını yaptı. Okulun bahçesini düzenledi. 115 m mesafeden su getirtti. Tuğladan 45 tavukluk bir fenni kümes, 20 çift tavşanlık bir tavşan kümesi yaptı ve bahçede bir de kuyu kazdı. Bir deneme bahçesi kurdu. Her öğrencinin bir bitki ve bir parseli vardı. Yapılan her deneme bilimsel yöntemlerle yapıldı. Köylülere hayvanlarla ilgili bilgiler verdi.
Bitkibilimine Hizmet
İç Anadolu ekin tarlalarındaki arsız otları yeniden ele aldı. İç Anadolu’nun sınırları içerisinde kendi olanaklarıyla periyodik geziler yaparak arsız otları toplamaya çalıştı.
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Botanik Bölümü yer ve dolap vermişti. Koleksiyonunu oraya taşıdı. Bu konudaki çalışmalarını bu türün sayısı azaldı mı arttı mı, mücadele örgütü başarılı oldu mu? Yeni türler tarlaya girdi mi? Gibi bazı sorulara yanıt vermeye başladı.
Kurtuluş Yolu
Ali Arı
Ali Arı 1924 de Gündoğmuş’un Kızılağaç Köyünde doğdu. Aksu Köy Enstitüsü’nü bitirdi. Yüksek Köy Enstitüsü’nü okurken köy Enstitüleri kapatıldı. Arkadaşları ile birlikte başka okullara aktarıldılar. Bu okullarda herkes kendi alanı ile ilgili bir bölümde okumaya başladı. Bu okullarda Köy Enstitüleri’nden gelen öğrenciler sevinmiyor dışlanıyordu. Bu okullarda Ali Arı’nın dikkatini çeken unsurlar arasında öğrenciler birbirinden kopuk, sadece bilgi aktarılıyordu. (Günaydın sözcüğü çoğu kez yanıtsız kalıyordu.) Bu okullardan Ali Arı ve arkadaşları bin bir zorluk içinde mezun oldular.
Ali Arı, Tarım Makineleri Yüksek Uzmanlık Okulunu bitirince Malatya merkez köy okulları Uygulama Bahçeleri gezici başöğretmenliğe atandı. Bu görevde istediğini yapamadı. Daha sonra Diyarbakır’da uzun yıllar görev yaptı. Halkla, öğrencilerle çok iyi ilişiler kurdu. Halkı ve çevreyi sevdi. Daha sonra Van Erkek Sanat Enstitüsü Müdürlüğüne atandı. Burada çok iyi öğrenciler yetiştirdi. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından buradaki çalışmalarından ötürü 1963’te takdirname verildi. İki yıl kadar İtalya da öğrenim yaptıktan sonra Türkiye ye döndü.
1967 yılında yurda dönünce Atatürk Öğretmen Lisesine atandı. Bu okul Köy Enstitüsü gibiydi. Tarım öğretmeni olarak işe başladı. Buradaki işleri tespit etti. Ahırı tamir etti, genişletti. İnekler yetiştirdi, okul kısa sürede bol süte kavuştu. İtalya’da öğrendiği yöntemleri burada uyguladı ve başarılı oldu. Bu çalışmalar çevre halkına örnek olmuştu. İneklerin sayısı ikiye katlandı. Süt satımı başladı. 3000 tavukla okulun ihtiyaçları karşılanıyordu. Öğrenci ve aileleri sıkıntıdan kurtulmuştu. Günlük yumurta 2000 civarındaydı. Okuldaki sebze bahçeleri canlandırıldı, genişletildi. Zamanın öğretmen okulları genel müdürü, bu okullarda araziler satılıyor, siz daha istiyorsunuz, diyerek memnuniyetini dile getirmişti. Okula bir kuyu açtı. Yoncalar ekildi. Öğrenci ve işçilerle zevkli bir tarım işletmesi kuruldu. 100’e yakın işçi çalıştırıyorlardı. Para sıkıntısı çekmiyorlardı. Diğer yatılı okulların araç ve gereçlerini üretiyorlardı. 1970 yılında döner sermayenin cirosu 70 milyon TL civarındaydı. Okulda arıcılığı sevdirerek, bu alanda da çok başarılı işlere imza attı. Ormanlar kurdurdu. Sebze-meyve bahçeleri kurdurdu ve gelecek kuşaklara güzel bir yeşillik bıraktı.
Ali Arı’nın ünü Ankara’ya varmıştı. Dönemin Bakanı İlhami Erten öğretmen okullarının kuruluşu amacıyla okula geldi. Ali’yi sordu, buldu ve ödüllendirdi.
Ali Arı’nın Bugünümüze Bakışı
Okullarımızda ezberletilen gereksiz, işe yaramaz ve yaşam boyu kullanılmayan kuru bilgiler ayıklanmalıdır. Bilgi işe yaramalı, yaşama geçirilmelidir. Biz ulusça söz üretip işi geriye atıyoruz. Türkiye bugünkü nüfusu ile büyük ülke. Kalkınmayı sağlayacak insan gücüne sahip. Geniş tarım alanlarına sahip. Yurdumuzda verimi arttırmaya önem verilmelidir.
Hayvancılığımız yeterince ciddiye alınmıyor, dünyada hayvan sayısı bakımından 3. sırada olmamıza rağmen, verim düşüktür. İşlerinde uzman işçiler yetiştirilmelidir. Örneğin Karadeniz’de balık, Doğu Anadolu’da süt ürünleri, hayvan, Akdeniz’de narenciye, sebze ve çiçek yetiştirmeyi meslek edindirecek okullar açılmalıdır.
Kaymakamın Dostu
Osman Bolulu
Osman Bolulu ve arkadaşları Enstitü’nün son sınıfında son günlerini yaşarken okulun eksik bir bölümünü yapmak için arkadaşlarıyla çalışıyorlardı. Bu çalışmalar sırasında okula Bakan geldi. Öğrencilere yaklaşan Bakan, kolay gelsin, sizi yakında bu amelelikten kurtaracağız, dedi. Osman Bolulu hemen atladı.
Biz amele değiliz, öğretmeniz! İş üretiyoruz!
Bakan bu cevabı duyunca,
İblis! Sen dersini almışsın. Özellikle senin gibileri adam edeceğiz, dedi. Oradan uzaklaştı. Müdür hemen Osman Bolulu’nun yanına geldi ve aşağı inmesini istedi. Kızacağını düşünerek inmedi. Daha sonra müdürün kızmayacağını anlayınca indi ve buyurun, dedi. Müdür alnından, yanaklarından öperek, verdiğimiz emekler helal olsun, dedi. Aradan bir hafta geçmeden müdür görevden alındı.
Kaymakamın Yuları
Yer kozlu köyündeki görevimde çocuklarla kerpiç döküp okul duvarlarını örüyoruz. Birlikte helâ yapıyoruz. Okul ve çevresini düzenliyoruz. Ağaç dikiyoruz. Köyde bit var. Elimde ilaçla ev geziyoruz. Köyde bit kalmıyor. Köylü hoşnut oluyor. Dertlerini açıyor, yardımcı olmaya çalışıyorum.
Bir köylü vergisini ödemesine rağmen tahsildar ondan para alıp makbuz vermemişti. Kimseye söylememesi için tehdit etmişti. Köylüye bir dilekçe yazıyorum ve kaymakama gönderiyorum. Ama kaymakam tepki gösteriyor:
Şu Yer Kozlu öğretmeni olan eşşekoğlueşşek mi yazdı, bu dilekçeyi? O mikrop, her taşın altından çıkıyor, der. Bunun üzerine Osman öğretmen, bir sıpa, bir de eşek yuları alıp kaymakamın yanına varır. Kaymakam çok şaşırır. Kaymakama, bu ilçenin başısınız, devleti temsil ediyorsunuz. İki yular aldım. Biri büyükbaşlar için diğeri küçükbaşlar için. Yani biri sizin için diğeri de benim için. Ben devletin öğretmeni değil miyim? Devletin öğretmeni eşekse, onun başı olan kaymakam daha büyüğüdür. Kaymakam, hakkında tutanak tutturur mahkemeye verir.
Ödülüm, Yüzlerdeki Sevinçtir.
M. Asaf Aktan
M. Asaf Aktan anlatıyor:
İsmet paşa Savaştepe’ye gelmişti. Kendisini tuğla ocağına götürüyorduk. Tepede, Pamukçu’dan Hatice, Kolukısa o gün tavuk nöbetindeydi. Onu çağırdı ve “ne var torbanda, dedi. O da torbamda peynirim, ekmeğim ve köftem var, dedi. Başka, bakayım, dedi. Bir de torbadan Sophokles’in Antigone kitabı çıktı. İsmet Paşa kitabı görür görmez, gözleri yaşardı ve yanındaki Abdürahman Paşa’ya, paşam görüyor musunuz, bu klasikler daha yeni çıktı. Ankara da bile okunmuyor. Benim çocuklarım Antigone’u okuyorlar. Köylümüz, şehirlimiz, erimiz, generalimiz, kumanyasına ne zaman kitabı ekleyecek duruma gelirse, o zaman, o gün Türkiye gerçekten kurtulmuş, demektir. Topraklarımızı bilgiyle değerlendirmenin, bilinçle savunur duruma gelmenin başka yolu yoktur, dedi. Bunun üzerine Hatice, efendim, sadece ben değil, bütün okul okuyor, dedi. İsmet Paşa başıyla onayladı ve gülümsedi.
Bir de Enstitülü Olmasaydın
Mustafa Akın
Mustafa Akın 1991 baharında Antalya’da, Beydağları’nın eteklerinde kurduğu pansiyonda yaşamını sürdürüyordu. Maharetle bahçesi ile uğraşıyordu. İlkokulu bitirdikten sonra o da fakir köylüleri gibi İzmir’e pamuk toplamaya gitmişti. İş bitip köyüne döndüğünde köy öğretmeni tarafından dört arkadaşı ile birlikte Aksu Köy Enstitüsü’ne gönderildi. Okula kısa sürede alıştı. Okuldaki eksiklikleri ağabeylerimizle beraber tamamlamaya çalıştık. Tarım, inşaat, hayvancılık gibi işlerde uzmanlaştık. İsmet Paşa o günlerde okulu sık sık okulu ziyaret eder bizi tebrik ederdi. Okul bitince başöğretmen olarak göreve başladım. Okulun eksiklerini tamamladım ve okulun bahçesinde tarım yapmaya başladım. Daha sonra köyüme atandım. Köyümde susuz tarlaları suya kavuşturdum. Kaynak suyunu köye getirdim. Bu işleri yaparken köylüyle beraber çalışıyorduk. Köyümde yedi yıl öğretmenlik yaptım. Köyün yolunu köylülerle beraber yaptık.
Askerlik Anılarım
Erzurum Dullu Bucağı görev yapmak üzere gönderildim. Bulunduğum askeri bölgede iki subay lojmanı var. Ahşap, rasgele yapılmış konutlar. İki subay dışında öbür subaylar şehir merkezinde oturuyordu. Bu konuya bir çare bulmayı düşündüm. Askerler 15 günlüğüne göreve çıkmışlardı.15 gün benim için az bir zaman değildi. Bu süre içinde çay kenarında konut yapmak düşüncesiyle 110 bin kerpiç kestirdim. Askerler görevden döndü. Olayı tabur komutanına anlattım. Kumandan dağ gibi kerpiçleri görünce duygulandı. Boynuma sarıldı; yüzümden gözümden öpmeye başladı. Öğretmen olduğumu biliyordu.
Hocam, sizin gibi vatanını seven kişilere az rastlanır. Bir de Köy Enstitüsü mezunu olmasaydın seni bu orduda general yapardım, dedi.
Aynen şu cevabı verdim: Binbaşım, eğer ben köy enstitüsü mezunu olmasaydım, ne bu kerpiçler kesilir ne de buraya subay evleri yapılırdı. Bana bu iş eğitimini veren o okuldur. Her Köy Enstitüsü mezunu öğretmen en az benim kadar çalışkandır. Kumandanın izniyle lojmanları yaptırdım. Bir takdirname, bir de saat verdiler. Bloklara da benim adımı verdiler.
Hüseyin Üzeri
Dr. Mehmet Uhri, eşi ve kızıyla güneye giderken her bilinçli vatandaş gibi arabasını bakımdan geçirmiş ve yola koyulmuştu. Arabada her şey tamamdı. Balıkesir Savaştepe İlçesinde araba su kaynatmış. Günlerden Pazar olduğu için bütün bakım ve onarımcılar kapalıdır. Tüm uğraşlardan sonra Hüseyin öğretmeni bulmuşlar. Küçük bir çantayla gelmiş. Önce sorunu dinlemiş, arabayı çalıştırıp arabayı dinlemiş, buldum galiba, diye haykırmış. Sonra da, her şey olağan gözüküyor ama yine de su kaynatıyorsa kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur ya da devir daim motoru arızalanmıştır, dedi. Gerçekten de kalorifer peteği delinmişti. Arabayı tamir ettikten sonra doktor ve ailesi ile birlikte evine götürmüş. Doktor eşini muayene edip ilaç yazmıştır. Doktor evi gezerken bir oda dolusu kitap bulmuştur. Hüseyin amcanın emekli öğretmen olduğunu anlamış. Merak ederek, bu ustalık nerden geliyor Hüseyin amca, diye sordu. Hüseyin amca: Oğlum biz Köy Enstitüsü’nde okurken sadece bilgi almayıp, hayatın bütün gereksinmelerini karşılayacak bilgileri alıyorduk, dedi.
İşler Sağlam Yapılmalı
Ahmet Altundağ
Göreve başladığında okulun çatısı akıyordu. Bu durum eğitim öğretimi engelliyordu. Okul müdürü olarak Milli Eğitim Müdürlüğüne, onaylanması gereken bir yazı gönderdim. Bir gün ustayla birkaç kişi çıkageldi ve okulun çatısını onarmaya geldiklerini söyledi. Çok sevinmiştik. Bu kış raht edecektik. Hemen göreve başlamalarını söyledik. Biz de dersleri bahçede işlemeye başladık. İşçileri seyrederken işlerini doğru dürüst yapmadıklarını gördüm. Çatı değişmesi gerekirken onlar sadece düzeltiyordu. Ustayla tartışmaya başladım. Usta bana ne söylendiyse onu yapıyorum diye savunmaya geçti. Tartışmalar kızışınca çatıdan bana keseri attı. Daha sonra aşağı inip işçilerini toplayıp gitti. İki saat sonra askerler geldi. Beni alıp valinin huzuruna götürdüler. Vali beni azarlamaya başladı ve ben kimim biliyor musun, dedi. Ben de, sana kaymakamlık bile çok, deyivermişim. Beni azarlayarak dışarı attılar. Daha sonra tekrar geri çağırdı. Bu sefer oturup çay içtik. İşçilerin işine neden karışıyorsun, deyince olayı anlattım. Daha sonra bana hak verip, Milli Eğitim Müdürlüğüne gerekli talimatları vererek işlerin daha iyi yapılmasını sağladı.
Köy Enstitülü müsün?
H.Nedim Şahhüseyinoğlu
1954–1955 öğretim yılı başında Suratı köyüne öğretmen olarak atandı. Okul, köyün orta yerinde ve tüm çevresi açıktır. Kapı ve pencereler kırıktır. İçi sığır ve kuzuların yatağı olmuştur. Dahası küçük çocukların tuvaleti durumuna gelmiştir. Pislik ve kokudan içeri girilmiyordu. Çatısı, kapı ve pencerelerin çerçeveleri kırıktı. Bir savaşın kalıntılarını andırıyordu.
Köye geldiğimde köyün muhtarı Halil Erdoğan’dı. Yörede Halil Efendi diye biliniyordu. Orta yaşlı, liseyi bitirmiş. İl ve ilçenin üst yöneticileri ve etkin politikacıları ile içli dışlıdır. Okulun eksiklerinden ve bize yardım etmesi gerektiğinden bahsetti. O da yardım sözünü verdi.
Halil Efendi kendi çocuklarını okutur, köydeki yaşayan diğer köylülerin çocuklarının okumasını istemezdi. Çünkü ona çoban ve yardımcı gerekiyordu. Okulu düzenlemiştik, bütün eksiklerini tamamlamıştık, sıra eğitime gelmişti. Ama ortada öğrenci yoktu. Köydeki evleri tek gezerek okula çağırdık. Ama herkes okuma taraftarı değildi. Bütün veriler, çocuklarımız okuyup da ne olacak, fikrindeydi.
Ekim ayı idi. Okul açılalı yirmi gün olmuştu. Okulun çevresinde öğrencilerle parmaklık yapıyorduk. Köyden de birkaç veli bize yardım ediyordu. Kimimiz çatıda, kimimiz bahçede çalışıyorduk. Eşim Güllü de bize yardım ediyordu. Günün son saatleri idi. Okula Milli Eğitim müdürü geldi. Beni o halde görünce, bir öğretmen bu halde olmamalı, elbiseleri düzgün, öğrencilere ve köylülere örnek olmalı, dedi. Milli Eğitim müdürü bağırarak konuşuyor. Beni azarlıyordu. “Sen de mi Köy Enstitülüsün? Ne olacak? Enstitülerden böyle öğretmen çıkar, ” diyerek ayrıldı. Aradan iki gün geçmişti ki köye müfettişler geldi. “Milli Eğitim müdürüne karşı gelmiş ve sizi uygun olmayan hallerde görmüştür. Bu davranışlar bir öğretmene yakışmaz. Elbette okulun onarımı gereklidir. Ancak bunu köylülere yaptıracaksınız. Öğretmen, işçi gibi çalışırsa, onun, köylüler üzerinde etkinliği olmaz. Ayrıca kılık kıyafetinizle örnek olmalısınız. Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin davranışları öğretmenlikle bağdaşmıyor. Bu nedenle hem kendilerine, hem bizim başımıza iş açıyorlar, ” dedi.
Evet, eşim ve ben köy çocuklarıydık. Üretmeden tüketmeyi aşağılık sayıyorduk. Köy Enstitülerinde öyle öğrenip, öyle yetişmiştik. Bu nedenle, çalışmayı ve halkla konuşmayı yeğlemiştik. Ama soruşturmalar, maaş kesimi ve sürgün… Çevresi parmaklıklarla çevrilmiş, çatısı, kapı ve penceresi onarılmış bir okul. Karşılığında, Köy Enstitülü müsün? Horlanması…
Hep Çocuklardan Yana
Mustafa Şanlı
Öğrenci mi yetiştireceğiz, hizmetçi mi?
İlk öğretmenler toplantısı yapıldı. Beni, Okul Aile Birliğine öğretmen temsilcisi seçmişlerdi. O kurulda birkaç söz ettim. “Öğrencilerin okuma, araştırma alışkanlıkları yok. İlgileri giyime, kuşama çekilmiş. Her hafta pasta günleri yapıyorlar. Burası pastasal bir eğitim kurumu haline gelmiş. Okulun bahçesi ile uğraşılmıyor. Kitaplık açılmıyor. Tiyatro, sanat çalışmaları yok. Öğretmen arkadaşlarımız bir suskunluk içinde. Siz müdür olarak hep buyruk veriyorsunuz. Birlikte neler yapabiliriz? Bunlar tartışılmıyor. Öğrencilerimizin etkinliklerini geliştirelim. Sosyal kollar işler duruma gelmeli, ” dedim. Müdür iyice asıklaşmıştı. “Sen yap da görelim, ” demekle yetindi. Birkaç gün sonra kentin önde gelen siyasetçilerinden biri gelmişti. Gazetesi vardı. Giyimi, görünümü yerindeydi. Beni müdür ona tanıttı. Birkaç iş yapılacaktı. Kararlar alındı. Dağılma sırasında müdür bana dönerek, “Beyefendinin paltosunu tutuver, ” dedi. Ben de, “Okulun baş hademesi değilim;” deyince, ortalık buz kesti. Sonra dağıldık. Müdürü bozmuştum. Bu saygısızlıktı. Öğretmen buyrukları yerine getirmeliydi. Olmadı. Benim de değişik bir öğretmen olduğum ortaya çıkmıştı.
Ertesi gün müdür bir zarfla çıka geldi. Zarfın sonu belliydi. Bana yaptıklarımın cezası verilecekti. Bu durum karşısında sadece bekledim. O arada güzel giyimli, biraz da süslenmiş bir kız öğrenciyi müdür yakaladı ve ‘Bu halin ne?’ diye azarladı. Sonra ‘Pavyon kızına dönmüşsün’ diyerek, ekledi. Kendi odasına götürdü. Ben de arkadaşından giderek kızı savundum ve ‘Bu zihniyetle öğretim yapılmaz!’ dedim.
Tüm Çocuklar Eşit Değil mi?
Yılsonu geldi. Erkek Sanat Enstitüsü’nde ek öğretmenlik yapıyordum. Sınıf Geçme Kurulu yapılıyordu. Müdür, Kız Enstitüsü Müdürü’nün kocasıydı. Karılı kocalı üstüme çullanıyorlardı. Kurulda bazı öğrenciler kalıyordu. Tüm kalacak öğrenciler kalmıştı. Onların arasında bir öğrenci için müdür ‘geçireceksin’ diye beni zorladı. Ben de ‘bir koşulum var’ dedim. ‘Koşulun nedir?’ diye sordu. ‘Aynı durumda bıraktığımız tüm öğrenciler geçerse, önerinizi kabul ediyorum, ’ dedim. Önerim kabul edildi. Sonra tutanaklar değiştirildi. O çocuk da öyle dersten geçti.
Halkla Birlikte…(Kayseri)
Askerlikten sonra beni Kayseri Pazarören Öğretmen Lisesi’ne müdür yaptılar. İstemedim. ‘Gideceksin, bu okuldan iyiden bozulmuş. Eğitimi, öğretimi başlatamıyoruz. Bir düzene sok, gel, ’ dediler. Hiç değilse, ‘Görürüm, incelerim, yapabildiklerimi yaparım, ’ düşleriyle kabul ettim. Ekim 1974’te göreve başladım. İlk gece yoklama, 406 öğrenci yok. Okulu öğrenciler yönetir olmuştu. Kimse etkin iş yapamıyor. Eğitim, öğretim yürümüyor.
Okulda yapılabilecek çok şey vardı. Tarım, hayvancılık bunları görünce sevindim. Bunlardan işe başlayarak okulu düzeltmeye başladım. Tüm öğrencileri topladım. Eğitim, öğretim başladı ve işler yoluna girdi. Okula ilgi hızla artıyordu. Teşekkürler gelirken gözdağı verenler daha çoktu. Yüzlerce imzasız mektup aldım. ‘Bizim kale yıkılıyor, ’ feryatları başlamıştı. Küçük çocuklara gece yarılarında silahlı, bıçaklı eğitim yaptırılıyordu. Bunların hepsini yıktım. Çocuklarımıza yeni sevgiler aşılamaya çalıştım. Araştırıcı, demokratik, laik eğitimin uygulamalarına başladık.
Bir Çift Kırmızı Gül
Fatma ve Mustafa
Adı Fatma Gül
Ekimin onunda, eşyalarımızı bir kamyona yükledik ve Kütahya’ya kırk kilometre uzaklıktaki Kızılcaören Köyü’ne hareket ettik.
Okul, köyün 300 metre kadar dışında eski tip, önü derslik, arkası işlik olanlardan. Lojmanı okula bitişik. Camları hepten kırık. Kapıları açık, derslik, işlik pislik dolu. Sağlam tek sıra bile yok. Eşim, iş elbisesini giydi. Kütahya’dan kireç ve fırça almıştık. Hemen odanın birini badana etti. Sonra temizledik. Eşyaları içeri taşıdık…
Akşam olunca, koruyucu okulun açıldığını minareden ilan etti. Sabahleyin gele gele on beş çocuk geldi. Onlar da hep iri yapılı çocuklardı. Eşimle birlikte kapı kapı çocuk yazımına çıktık. Kız çocuklarını kapıların arkasına saklıyorlar, onların yerine gelinlik kızları gösteriyorlardı. Kızların yazımında ve okula gelişlerinde Fatma’nın etkisi büyüktü.
Eşim kızlara dikiş öğretmeye başladı. Çarşambaları öğleden sonra sadece dikiş yapıyorlardı. Kızların başını açtı. Yeni giysiler dikti. Kızların havaları değişmişti.
Ders yılı sonunda okulda bir sergi düzenledik. Köyün yaşlıları, kızların ördüklerini, diktiklerini görünce, ‘Bunları bizim çocuklar mı yaptılar?’ diye soruyorlardı. ‘Evet’ cevabını aldıkları zaman ağlamaya başlamışlardı. Köy kadınlarıyla kaynaştık. Onların görüş ve alışkanlıklarını etkiledik. Çok şey değişti. Giyimde, kuşamda, alışkanlıklarda…
Adı Mustafa Gül
Gençlerle spor kulübü kurduk. Köylüler, top oynamanın günah olduğunu sanıyorlardı. Bir gün İmam’a sordum: ‘Hocam, top oynamak günah mıdır? Günahsa Kur’an’ ın neresinde yazıldığını bana gösterin, top oynamayı bırakalım, ’ dedim. Hoca, ‘Bu sizin niyetinize bağlı, ’ dedi. ‘Bu bir spordur, ’ deyince, sakıncası olmadığını söyledi. O günden sonra çevre köylerle maç yapmaya başladık. Köylüler buna sevindi ve bize destek sağlamaya başladı.
Köy Enstitüsüne Götürülüşüm
Naciye Poyraz
On bir yaşımdaydım. 1942 Şubat’ının soğuk ve yağmurlu bir gününde, ağabeyimle birlikte Muğla’ya Köy Enstitüsü’ne kayıt yaptırmak için gidip dönecektik. Birkaç ay sonra da okula başlayacaktım. İlkokulu bitirir bitirmez ‘günahtır’ gerekçesiyle başımı örttürmüştü babam. Şehre geldik. Ağabeyim bir takım binalara girip çıktıktan sonra, şimdi Maarif Müdürlüğü’ne gittik. Eve döneceğimi sanarken ‘Kız yarın okula başlayacak sen git kıyafetlerini getir’ dediler ağabeyime. Ağabeyim şaşırdı. ‘Okul daha iki ay sonra başlayacak, hem babam bana kızar’ dedi. Memur, ‘Hükümet işi oyuncak değil, kayıt oldu bir kere, dönemezsiniz, ne diyorsam onu yap, yarın da vaktin de burada ol, ’ dedi. Ağabeyimin zoru görünce sesi kesildi. Ağabeyim beni bir akrabamızın evine bıraktı. Gece sabaha kadar sessiz sessiz ağladım. Köyde bıraktığım her şeyi özlemeye başlamıştım ilk günden. Sabahleyin bir kamyonun başında, içlerinde tek kız ben olmak üzere, on üç çocuk toplandık. Anam, babam, ben, öteki çocuklar ve onların yakınları hep ağıyorduk. Maarif Müdürü geldi ve ‘haydi yola’ dedi. Babam gelmek istedi ama izin vermediler. ‘Onları orda karşılayanlar var’ dediler. On yedi buçuk lira para alarak babam ve yakınlarımdan ayrıldım. Artık Dünya’yı görmüyordum. Yalnızlığın, kaybolmuşluğun acısı yüreğime oturmuştu. Aydın’ a vardık. Bizi bekleyen kimse yoktu. Yanımda ki çocuklar Muğla Oteli’ni sordular. Bulduk ve konakladık. Kimse gelmemişti. Öbür çocuklarla hiç konuşmuyordum. Orda bir abla bana çok yardımcı oldu ve yanında yatırdı.
Ertesi gün trene bindik. Burdur’da indik. Bir kahveye geldik. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Arkadaşlar bir masanın çevresinde oturdular. Ben de uzaklarında bir sandalyede oturdum. Tasalıydım. Bu sırada iri yarı bir asker, ileriki masadan kalkıp benim masama geldi. ‘Çay içer misin?’ dedi. ‘Hayır’ dedim, ‘iç ısınırsın’ dedi, ‘çay sevmem’ dedim ama bir bardak sıcak çay gözümde tütüyordu. Ne çare kız başıma orda oturup çay içmem yakışık almazdı.
Aksu Köy Enstitüsü’ne varmıştık. Bana çok iyi davranıyorlardı. Ama ben kafama koymuştum. Babama mektup yazıp beni almasını söyleyecektim. Mektup müdüre gitmişti. Müdür ‘Niye ayrılmak istiyorsun? Biraz daha kalsan seveceksin. İlle de gitmek istiyorsan biraz işlerim var, on beş gün sonra ben seni götüreceğim ama bunu sen istemeyeceksin’ dedi. ‘Tamam’ deyip yanından ayrıldım. On beş gün olmuştu. Gerçekten okula çok alışmıştım. Yeni arkadaşlıklar edinmiş. Eğitim, öğretime başlamıştık. Özmenek Hoca’nın ‘hala eve gitmek istiyor musun?’ sorusuna ‘kesinlikle gitmek istemiyorum’ cevabını verdim. O okulda kalışımın en büyük etkeni Özmenek Hoca’ydı. Çünkü her türlü işimize koşar, geceleri bile nöbetimizi tutardı. Birimizin başına bir şey gelse hemen yanımızda biter, yardım ederdi. Onun ne zaman yatıp ne zaman kalktığını hiç bilmezdik…
Sonuç:
Köy Enstitüleri yaşasaydı, bugün herşey daha güzel olurdu.