- Kategori
- Deneme
Bu öyküyü okuyun...

Bu öyküyü okumayın!
23/03/2012
Ellerini karnının üzerinde birleştirmiş. Gözünün ucuyla da pencereden dışarıya bakıyordu. Sanki o pencere bir perdeydi ve o şimdiye kadar yaşadıklarını izliyordu. Acaba şu anda acıları hat safhada olduğu için mi? Yoksa gerçekten hayatta aradığı mutluluğu bulamadığı için mi? Yaşanılan ‘dramatik anılar’ anlaşmışçasına bir bir perdenin önünden geçiyorlardı. Saçlarını iki örgü yaptığı o yıllarda bir başka ezilmişlik, yabancılık hissetmişti hayata karşı. Hep bir kabul görmeme, değer verilmeme durumlarının başoyuncusuydu. İlkokul sıralarında da bu yüzden belki de aşağılanmış, konuşması, şivesi yadırganmış ve çoğu kez tuvalete koşarak gidip ağlamıştı. Garip bir yalnızlığın, baş edilmez çocuksu dertleriyle öylesine girifti ki, çıkmak için ne yapması gerektiğini, hayatla nasıl baş ediliri öğretmemişti kimse Ona. Peki, hal böyleyken başka şeyleri öğretmişlerdi. Bir şeyi kaybetmemesi gerektiği, oğlanlarla ıssız bir yerlere gitmemesi, bir büyük konuşurken lafa girmemesi, başından büyük işlere karışmaması daha birçok ıvır zıvır şey doğru/yanlış adına her ne varsa hatip etmişti. Sonraları anlayacaktı. Doğrunun, yanlışın ise sübjektif olduğunu…
Geçen gün en yakın arkadaşı ile yaptıkları konuşma geldi gözlerinin önüne. “Gittikçe kilo kaybediyorum. Kaybettiğim kilo normal bir kilo verme değil. Bedenimden keserek alınan kilolar.Önce göğsümü aldılar. Şimdi de rahmimi alacaklar. Bunları neden yaşıyorum? Ben bunları hak ediyor muyum? Beslenmeme benim kadar dikkat eden var mı? Zamanında uyurum. Sigara, içki desen bilmem.” Cevap veriyordu can dostu. “Haklısın. Bu konuda hep seni örnek gösteriyorum. Bende nedenini çözmeye çalışıyorum. Gen haritası. İşte atalardan, dedelerden alınan o harita. Sanırım tıkanmışlığımı açıklıyor.” Derin bir iç çekiyor ve diyor ki; “Betül, düşün atalarımızın dertleri, kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve biz onların yüklerini taşıyamıyor ve bir yerde fire veriyoruz.” Betül’ün gözleri dalıp gidiyor. “Sorunlarla baş edememe, sıkıntılı ruh hallerinin genlere yansımasını insandaki etkisini anlamaya çalışıyorum. Hani yaşama sanatını birey olarak bilip uygulasak, doğru insanları seçsek hayatımızda, kendisiyle barışık dostlar edinsek, at gözlüğünü atıp daha geniş bir perspektiften baksak acaba almış olduğumuz kötü mirasın gidişatını değiştirebilir miyiz? Meleğim. Çocukken yanlış inanç kalıpları ile büyütülmezsek, çocuklarımıza kendileri olmaları için fırsat versek, nasıl olurdu yaşantılarımız?”
Hülya’nın canı yanıyor bu sözlere, isyan ediyor. Gözleri doluyor. “ Daha ne yapalım ulen. Ne yaşama sanatı. Seni kendi doğruları ile büyütüyorlar.Nasıl değiştirelim ki canım. Sonra da hayatına giren insanlar işte, Onlarda yapacağını yapıyor. Bencilce davranıyor. Sen kişiliğini ortaya koyuyorsun. İlkelerini anlatıyorsun. Kendisi hep kariyeri için özel zevkleri için delice savaşıyor. Amaç seni sakız gibi çiğneyip atmak.Sen küçücük bir şey isteyince bunun adı ‘ego’ oluyor.” Küçük bir sessizlik oluyor aralarında. Betül bir iç çekiyor ve ekliyor. “ Ego oluyor, nedeni ise kişinin empati yapmaması, onun gibi düşünüp, hissederse anlayacak fakat gözü öyle kararmış ki, farkında değil sözlerinin, incittiğinin.” Diyor.
“Aman sende nasıl farkında değil. Ne kadar iyi niyetlisin.” Konu nerelerden nerelere gelmişti. İkisi de bir şeylerin acısını çekiyordu. Biri sağ yanım batıyor, ağrıyor. Diyordu. Diğeri haftaya ameliyat masasında rahmini de vermenin derin üzüntüsünü, alınmış göğsünün tamda yanında hissediyordu.
En büyük acı nedir, diye sorsa biri herkes neyi yaşarsa o yaşadığı şeyi anlatırdı. Sağlığını yitiren bir insan için ayakta durmak, ihtiyaçlarını görmek, dahası nefes almak en büyük zenginlikken, parmaklıkların arkasında gün saymak birilerini beklemek bir başka acıydı. Bir duruma müdahale edememek, durumu kabullenmekte acının bir başka boyutuydu. Çocuğuna süt alamamak, ihtiyaçlarını karşılayamamak bir başka yıkımdı. Kim hangi konuda daha güçsüz, daha çaresizdi. İnsanı ne yıkar, ne toparlardı kişiden kişiye değişen dengeler/dengesizliklerdi.
Perde devam ediyordu. Kayınvalidesi geldi aklına o kadar zengin, o kadar güçlü bir kadın bir parkta herkesin gözü önünde intihar etmişti. Sonra fark edenlere “Kurtarın beni yaşamak istiyorum.” Dediyse de kurtulamamıştı. Kaç gece o abidenin nasıl canına kıydığı kâbus olmuş, gecelerini en ince yerinden bölmüş. Uykularına bir set çekmişti, kalbi ile gözlerinin arasına. Her şeye rağmen sevmişti, ‘anne’ demişti. Şimdi arada bir mezarlığına gidip bir Fatiha okuyordu ruhuna.
Hemşire içeriye giriyor. Ateşini ölçüyor. “İyi, durumunuz gayet iyi” dedikten sonra çıkıyor.
Bunun üzerine başlıyor kendi kendine sesli konuşmaya kimsenin duyamayacağı şekilde.Ne durumum iyi mi? Deli mi bu kadın? Nesi iyi olacak, bedenimde ki en değerli şeylerimi tek tek alıyorlar. Şimdi durumumun iyi olduğunu söylüyorlar, öyle mi? Ha anladım. Yani tıp açısından… Ameliyat başarılı geçmiş. Anasını satayım. Hatta o edemediğim küfürlerin en argolusu.. Şöyle adam gibi başucumda da kimse yok ki, iki çift laf edeyim. Geçmişi düşünmekten içim dışım çıktı. On yedi senelik göstermelik bir evliliğin konuk oyuncusuydum. Bir adamı kendimden çok sevdim. Onu taparcasına sevdim. Hem de karşılıksız, hem de tüm kalleşliklerine katlanarak. Güzel bir söz uğruna, belki bir dokunuşa sattım en asil duygularımı, yazıklar olsun. Öylesine açtım ki, sevgiye, O beni ittikçe ben Ona deve dikeni gibi yapıştım. Ayaklarını yıkadım. Meyvesini soydum. Donuna varıncaya kadar ütüledim. Ha… si.. O yatağa girmeden uyumazdım. Tabi seyahatlerinden vakit bulup da eve geldikleri zamanlar. Hayatı dondururdum kendime. Hayat O bu şehre geldiğinde vardı. O yoksa bu şehir; öksüz, bir başına, zavallıydı adeta. Asıl zavallı olan belki de bendim ama göremiyordum, çünkü gerçekleri saklamıştım umutlarıma. Bir umudum olmalıydı yarına/yarınlara...Sokakları dolaşırdım, kahveler içerdik dostlarla, alışveriş yapar, anneme gider ne yaparsam yapayım yalnızlık denilen o düğüm her an boğazımda dururdu. Biri sorsa ‘nasılsın’ yutkunur öyle cevap verirdim. ‘iyiyim’ Allahım o nasıl bir ruhsuz iyilik haliydi. Anlayan anlardı zaten. Hatip olmaya gerek kalmazdı acınası durumumu anlamaya. Gittiği zaman tekrar geleceği güne takılıydı yaşam. Aman tanrım! Ne çok yalan söylerdi. Bilirdim bir kadınla beraber, hissederdim tüm kadınlık hissiyatımla hatta bir kez kadının sesini bile duymuştum. Yine de yalan söylerdi. Bazen çıldırmanın can çekiştiği, dakikaların yüreğimi boğduğu ve midemi bulandırdığı anlarda sırf bir parça rahat nefes almak için inanırdım yalanlarına. İnanmış gibi yapardım.
Hülya kendini kaptırmıştı, zihni bir kazan gibi sürekli kaynıyordu. Acı her yerine işlemişti. Pencereye tekrar döndü. Seyrettiği filmin ‘Son’ yazısını görmek istiyordu. Ne olur mutlu son olsun. Diye iç çekiyordu. Betül’ün söyledikleri geliyordu birden aklına. “Bahar geliyor, bak nasıl güzel vakit geçireceğiz. Daha içeceğimiz çok kahve, okuyacağımız çok kitap, izleyeceğimiz çok film var. Yurt dışına gidip hele de İtalya’ya gondola bineceğiz daha.” Gözleri doldu, sevinçten mi? Bunların sadece bir hayal olacağından mı? Nedir bilinmez. Derin bir iç çekti. Öyle bir sevgili de yoktu ki, canı gönülden yanan Ona bir buket çiçek getiren. Kapı açıldı. Eski bir dost onu ziyarete gelmişti. Hem de kendi kanını verecekti. Ameliyatta kullanılan kana karşılık. Mutlu oldu herhalde ki, tebessüm etti ilk kez. Yarına mı? O ‘an’ a mı bilinmez? Ellerini ellerinin arasına aldı eski dost. ‘iyi görünüyorsun’ cevap geldi derinlerden ‘evet iyiyim.’ Hemşire pencereyi açtı içeriyi bahar kokusu sardı.
e-mail:belginturan@gmail.com