- Kategori
- Coğrafya
Bu vatan kimin?

Dedem rahmetli Kel Şahin, Kurtuluş Savaşı boyunca ikibuçuksene askerlik yapmış, savaşın sürdüğü Anadolu’da her cepheyi sırtında mitralyöz, dağ dağ, ova ova, köy köy karış karış gezmiş Atatürk’ün askerinden sadece biri idi.
Anlatılarından, şarapnel parçalarından bir keresinde hayatını zor kurtarmıştı. O, savaşın tüm zorlukları – yoklukları içinde sağ salim evine dönmeyi başarabilmişti. Amcalarım, “Gazi Madalyası ” için bir müddet uğraşmışlar, ancak bir sonuç alamamışlardı.
Askerlik dönüşü, köy düzeni içinde tarlalar ve değirmenimizle uğraşırken su ile yoğun mücadelesi, -benim hatırlayabildiğim çocukluk dönemimde-romatizma hastalığına yakalanmasına neden olmuştu.
Bu hastalık O’nu, adeta yatağa mahkum etmişti. Ocağı devamlı yanarken, kalın bir yorganın altında öylece
yatardı.
Bütün dünyası; ocağın önündeki tuğlanın üzerinde sırları dökülmüş, mavi renkli, ıhlamur kaynattığı eski bir çaydanlık. Yanında uzunca bir maşa. Yatağının hemen yanındaki duvarda iki geyiğin resmedildiği bir duvar halı. Yatağın altında tütün kıydığı bir tahta ve keskin bir bıçağı.
Tavanda sepetin içinde zaman zaman okuduğu kalınca bir Kur’an. Tahta köşeliğe yerleştirilmiş ve sadece haber saatlerinde açılan pilli bir radyo. İki pencerenin ortasında her akşam üstü “hohlana hohlana “ silinen ve gazı yenilenen bir gaz lambası. Yerde eski bir hasır kilimdi.
Temmuz – Ağustos ayları rüzgarı kollayarak çok nadir dışarı çıkardı. Paltosu kalın, uzun ve ağırdı. Yattığı yerin yanındaki pencereden görebildiği mevsiminde açan kırmızı bir gül fidanı vardı.
Uzun kış geceleri titreyen lambanın kör ışıkları altında yerde yediğimiz yemeğin ardından, her akşam matematik işlemleri yaptığımız sarı defter, formları sökülmüş-yıpranmış bir harita ve bitti bitecek kurşun kalem çıkar; savaş yorgunu, romatizma vurgunu, bir seksenlik dedem başlardı öğretmenliğe…..
Yattığı yerden Anadolunun dağlarını, ovalarını, nehirlerini, şehirlerini, kasabalarını sorardı. Biz üç amca oğlu, yönümüzü Ankara’ya göre ayarlar; “aşağısında-yukarısında, bu tarafında - o tarafında” diye söylediği noktaları bulurduk.
Sanki haritayı o çizmişti… Neyin nerede, ne tarafında, neye yakın neye uzak tek tek hepsini bilirdi... (!) Lambanın titrek ışıkları altında üç kafa; yazıları silik, başı sonu olmayan bu haritada bize söylenen o yeri bulmaya çalışırdık. Bazen bulamazdık, “ Dede böyle bir yer yok ! “ dediğimizde eli hemen meşhur maşasına gider, “ Utka’lar ( utka: aptal –Çerkezce-) Orası bir yere gitmez iyi bakın, maşa geliyor! “ derdi. Biz, korkudan daha dikkatli araştırır söylediği noktayı bulurduk.
Dedemin Türkçe okur- yazarlığı yoktu. Ama sanki tarih, matematik ve coğrafya öğretmeniydi. Şaşardım, bu adam hiç bir yere gitmezdi ki, ” Bu kadar yeri nereden, nasıl bilebiliyordu ?! “ Bunu yıllarca bir türlü çözemedim. Çocuk aklımla, “Harita eski, dedemde yaşlı. Devamlı da yatıyor. Baka baka öğrendi herhalde !“ diye düşünürdüm.
İşin sırrını, Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin?” şiirini ilk duyduğumda -yıllar sonra - çözdüm.
“ Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır/ Bir tarih boyunca onun uğrunda / Kendini tarihe verenlerindir“
/…./
“Ardına bakmadan yollara düşen / Şimşek gibi çakan, sel gibi çoşan/ Huduttan huduta yol bulup koşan/ Cepheden cepheyi soranlarındır”
O, “Coğrafya, vatandır ! “derdi. Haklıydı.
Bu şiirin her kelimesinde O’nun hayatını anlatılıyordu.
Şiirin kahramanları da, -bu vatanın sahibi - benim dedemdi, sizin dedenizdi, onun dedesiydi.
Ekim yağmurları gibi göz yaşlarım dökülüyor….
O, - benim gözümde - Milli Mücadele yıllarının akışı içinde “gezerek –görerek-yaşayarak” bu “toprakları “ sevmiş en büyük bir tarihçi, matematikçi, coğrafyacıdır ve öğretmendir…
- Bu vatan kimin?
- Benim!