Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Haziran '11

 
Kategori
Öykü
 

Bügü

"Bilim Başlangıçta sadece bir noktadan ibaretti; onu cahiller çoğalttı"



Kapıdan girer girmez dış dünya ile bağım aniden kopuyor. İç ve dışı kesin bir şekilde ayıran kapıdan içeri adımımı atıp ön fuayeye doğru inen merdivenlerden aşağı yöneldiğimde, işte, diyorum yolculuk başlıyor, oğlum.

Sayma takıntısı yakamı bırakmıyor; merdivenin basamaklarını sayarak iniyorum:

Bir… Dışarısı dışarıda kaldı, diyorum

İki… dışarısı tamamen dışarıda kaldı…

Üç… Her şey geride kaldı…

Dört… biraz daha rahatlıyorum…

Beş… biraz daha…

Altı... bu oyunu izledikten sonra tamamen dinlenmiş ve güçlenmiş olacağım…

Yedi… Edebiyat iyileştiricidir…

Sekiz… Tiyatro sağaltıcıdır….

Dokuz… dışarısı tamamen dışarıda kaldı…

On… dışarısı tamamen dışarıda kaldı…Yerin altına doğru indikçe kendimi bütünlenmiş hissediyorum.

Ön fuaye bomboş.

Erken gelmiş olmalıyım veya zaman zaman olduğu gibi zaman ve mekan yönelimimde bir sorun var.

Rahatlama duygusu yerini hafif bir gerginliğe bırakıyor. Hafifçe terlemeye başladığımı hissediyorum.

Gişe görevlisi hanımın sesi geliyor:

Geç kaldınız oyun başlamak üzere!

Koşar adım, oyun salonunun bulunduğu alt kata yöneliyorum.

Fuaye boş. Seyircilerin salona alındığı siyah kapı açık. Kapıda kimse yok.

Tereddütle içeri giriyorum.

Loş bir aydınlatma.

Seyirci koltukları bomboş.

Eskiden pavyon olarak işletilen bu tiyatroda, oyun ve seyir bölümü mimarî olarak ayrılmamıştır. Oditoryum ve sahne iç içe. Bu iki bölümün ortasındaki varsayımsal eşikte karmaşık duygular içinde ayakta bekliyorum, solumdaki karanlık sahneye bakarak.

Sahnede ne bir dekor, ne bir oyuncu. Buradan uzaklaşma duygusuna direnerek ne yapacağımı da bilemeden öylece ayakta katatonik bir şekilde her hangi bir aksiyon bekliyorum.

Karanlığın ortasına sessiz bir şimşek gibi çakan spot ışığıyla sıçrıyorum. Beyaz spot ışığının içinden siyah takım elbiseli ve papyon kravatlı gümüşî saçlı, top sakallı, zayıf sayılabilecek, orta boylu, yaşını tahmin edemeyeceğim bir şahıs; sıcak babacan bir tebessümle ve anlayışlı gözlerle bana bakıyor.

Oyuna hoş geldiniz, salonun kapısını kapatın lütfen”.

Ben “Tuhaf Oyun” adlı oyunu izlemeye gelmiştim, diyorum kekeleyerek, elimdeki tiyatro biletini uzatıyorum kanıt olarak…

Erken geldim, yani geç kaldım galiba, diyorum kekeleyerek suçluluk duyguyla kapıyı kapatırken.

Doğru yerdesiniz ve geç kalmadınız, diyor yine babacan bir gülümsemeyle. Oyuna biraz önce dahil oldunuz. Ve oyun sürüyor, Baran Bey. Ben Fahreddin Göktaş “

Ama oyuncular yok, benden başka hiç seyirci yok, hem Fahreddin Göktaş benim adım” diyorum, korkmama rağmen sesimi cümlenin sonunda biraz dikleştirerek.

Bildiğiniz gibi burası bir deneme tiyatrosu… Bugünkü oyunda siz dahil herkes hem oyuncu hem izleyici. Kitabınızda da belirttiğiniz gibi, oyun dediğimiz süreç iki kişinin boş bir uzamda karşı karşıya geldiği anda başlar, Baran Bey.

Oyundaki isminiz Baran… Baran Işık.. Bu oyunda, oyuncu-izleyici olarak bir yazarı canlandırıyorsunuz. diyor sevecen gülümsemesiyle elindeki kitabı bana uzatıyor.

Peki ben şimdi ne yapacağım?

Benden ne yapmamı istiyorsunuz, herkes kim?

Burada siz ve benden başka kimse yok ki, diyorum.

Bana metin verilmedi, oyunun provasına katılmadım, ben bir oyuna hazır değilim, ben ne yapacağım? Ben bir oyuncu olarak değil, sadece izleyici olmak için bu bileti aldım ” diyorum, turkuvaz kapaklı kitabı tereddütle alırken.

Elimdeki Dost Kitabevi poşetini alıp, yakındaki seyirci sıralarından birinin üstüne bırakarak bana yardımcı oluyor Fahreddin Bey. Kitabın kapağını inceliyorum. Yazarı: Baran Işık, Kitabın adı: “Oyuncu İnsanın Regenerasyonu” Yayınevi: Arayış Yayınları.

Kitabın arkasına bakıyorum. Arka kapak yazısı bizim kuşağın duygu durumunu belirleyen ve çok sayıda homo diskonnektus erektus (tutunamayan insan) yaratan büyük yazar Oğuz Atay’a ait.

Yüksek sesle okuyorum: Oyun kuramlarını bütünleştiren bu eser, çağdaş insana 360 derecelik bir görüş sunuyor. Bilimsel bir eser olarak okuyabileceğiniz gibi, bir kurmaca olarak da okuyabilirsiniz. Bu kitap okuyucusuna bilgi aktarmayı değil, içsel bir deneyim yaşatmayı vaat ediyor.”

Arka kapak yazısındaki anakronik anlatım beni gülümsetiyor ve rahatlatıyor. Oğuz Atay’ın çok önce ölmüş olması ve bu nedenle 2008 yılında bir kitaba arka kapak yazısı yazamayacak olması, kitabın sayfalarının tamamen boş olması bu deneyimin bir oyun olduğuna beni iknâ ediyor. Bu kitap sadece bu oyun için üretilmiş bir aksesuar. Bu bir deneme tiyatrosu. Bu izlediğim, daha doğrusu katıldığım avangart bir oyun.

Role yavaş yavaş girdiğimi duyumsuyorum.

Başımı kitaptan kaldırınca, beni izleyen Fahreddin Bey’le göz göze geliyoruz.

“Birazdan kitabınızla ilgili okurlarınızla söyleşi yapacaksınız. Önce kısa bir sunum ve ardından soru-cevap bölümü olacak Baran Bey. Sonra da bir imza töreni ve kokteyl”

“Kitapla ilgili sunum mu?” diyorum, yeniden panikleyerek. “ama ben bu kitabı okumadım bile” diyorum, çaresizlik içinde.

“Hakkında konuşmak için kendi yazdığınız eseri okumanız gerekmez herhalde, Baran Bey…” diyor muzip bir kahkahayla Fahrettin Bey.

“Unutmayın Tiyatrodasınız, bu bir oyun ve şu anda ‘Tuhaf Oyun’ adlı oyunu canlandırıyoruz.

Bu doğaçlamaya dayalı bir oyun. Siz de doğaçlama yapacaksınız. Bu nedenle söylediklerinizin bilimsel olarak doğru ve hatta mantıksal olarak tutarlı olması gerekmiyor. Unutmayın izleyicileriniz de birer oyuncu. Size ayak uyduracaklardır. Şimdi hazır mısınız?

Unutmayın sadece bu bir oyun. Ve siz amatör bir sanatçı olarak tam anlamıyla özgürlük içinde davranabilirisiniz.

Bu bir oyun, diye vurguluyor…

“Hazırım” diyorum, kafamda sunumun ilk cümlesini tasarlamaya çalışarak. İlk cümleyi bulduktan sonra, gerisini getiririm. Fahreddin Bey, kolumdan tutarak beni sahnenin gerisindeki siyah perdenin kenarına götürüyor. Perdeyi hafifçe aralıyor. Perdenin aralığından, birkaç adım ilerde sahnenin merkezindeki kürsüyü ve insanlarla dolu bir konferans salonunu fark ediyorum. Salon tıka basa dolu. Terlemeye başlıyorum. İçimden “bu bir oyun”, “bu bir oyun” , “bu bir oyun” diye tekrarlayarak paniğimi yatıştırmaya çalışıyorum.

Şimdi ben sahneye çıkıyorum. Burada bekleyin. Birazdan Sizi takdim edeceğim. Çağırdığımda kürsüye gelip sunumunuza başlayacaksınız diyor Fahreddin Bey ve sırtıma dostça dokunarak perdenin arasından sahnenin ortasındaki kürsüye doğru emin adımlarla yürüyor.

O, “Sevgili konuklar” diye takdimine başlarken ben ilk cümlemi bulma telaşına kapılıyorum yine. Kitabın adına odaklanıyorum: “ Oyuncu insanın Regenerasyonu.

Fahrettin Bey adımı seslendiğinde irkiliyorum:

Size değerli yazarımızı takdim ediyorum. Buyurun Sayın Baran Işık!

Salondan büyük bir alkış kopuyor. Başım boynumdan yukarı doğru karıncalanmaya başlıyor, avuç içlerim terliyor. Karnımda bir dönergecin içindeki boşluktan düşüyormuşum duyusu. Duraksıyorum. Hâlâ aklımda bir ilk cümle yok. Kalp ritmim, alkışlarla eş zamanlı olarak hızlanıyor. Siyah perdeyi aralayıp, alkış sesinin içine doğru buz gibi soğuk duşun altına çırılçıplak girercesine titreyerek dalıyorum.

Kürsüdeyim. Kitabımı kürsüye bırakıyorum. En az İki yüz çift göz kürsüye odaklanmış vaziyette bana bakıyor. Salonda çıt yok. İki yüz çift kulak benden ilk cümleyi duymayı bekliyor.

Allahım, lütfen bir ilk cümle.

Biliyorsunuz bu bir oyun, diyorum, gülümsemeye çalışarak ve teslim olmuş bir şekilde avuçlarımı iki yana açarak ve salonda alkış kopuyor.

İlk cümlenin kendiliğinden gelmesiyle, göğüs kafesimde sözün akışını engelleyen kapağın yüksek basınca dayanamayarak yerinden fırladığını, yıllardır biriktirdiğim söylenmemiş cümlelerimin bir şelâle gibi akmaya başladığını duyumsuyorum.

Evet Sevgili Okurum,

Her şey gibi şu anda deneyimlemeye başladığımız şey bir oyun. Bir tiyatro oyunu.

“Evrensel düzen bir oyundan ibarettir”… Bu kadim gerçeği ilk söyleyen ben değilim, bu kitapta söylediğim yeni hiçbir şey yok. Ben sadece unutulmuş olanı, yeni ve şok edici bir üslupla anımsatmaya çalıştım, o kadar.

Başta matematik olmak üzere tüm bilimler, kadim bilgelik okulları, Kutsal Kitaplar, sanat eserleri ve tüm gündelik hayat ve hatta her nefes alışverişimiz bu gerçeği haykırmasına rağmen hiç kimse tarafından bir türlü işitilemeyen bu yalın gerçeğin işitilmesi ve dahası uygulanması için yazdım, bu kitabı: “Evrensel düzen bir oyundan ibarettir”…

Kur’anın Papağan suresinin 46. ayetinde “Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir. denilmiş ve bu ifade üç surede daha tekrarlamıştır:

Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir.

Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir.

Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.

İngiliz Edebiyatında ihtisas yapmış herkesin kabul ve teslim edeceği üzere bu ayetlerin en yetkin ve imanlı müfessiri ise kuşkusuz Hazreti Shakspeare olmuştur:

Bu dünya bir sahnedir. İnsanlarsa rollerini oynayan oyuncular…

Doğu ve Batı Tiyatrosuna vâkıf bir tiyatro adamı olan Peter Brook ise, Açık Kapı adlı eserinde “Tiyatro yaşamdır. Yegane başlangıç noktası budur ve bunun dışında temel olan başka hiç bir şey yoktur.” der.

“Ezilenlerin Tiyatrosu” akımının kurucusu Augusto Boal, Forum Tiyatro ve geliştirdiği görünmez tiyatro yöntemleriyle, gerçek hayata oyunlarla müdahale ederek, yaşamı boyunca oyun ve gerçek hayat arasındaki sırat köprüsünde yürüyerek toplumsal ve siyasal dönüşümü sağlamaya adamıştır kendini.

Sosyolog ve sosyal antropolog Erving Goffman, Beşeri etkileşimi tiyatro oyunu bakış açısıyla ele aldığı “Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu” adlı sosyal antropoloji eserinde gündelik sosyal hayatı bir gösteri, bireylerin aksiyonlarını da performans olarak ele almış ve gündelik hayatı dramaturjik kavramlarla bilimsel olarak açıklamıştır.

Kitabıma bir önsöz yazma nezaketini gösteren Oğuz Atay meslektaşıma esin kaynağı olan Eric Berne’i anmadan geçemeyeceğim.

Berne, insanların zamanının önemli bir bölümünü yıkıcı psikolojik oyunlarla geçirdiğini gözlemlemiş; profesyonel yaşamı boyunca insanların psikolojik oyunlarını tespit, analiz ve sınıflandırmak için çaba harcamış; oyun kavramına dayalı olarak bir analiz ve sağaltım yöntemi olan Transaksiyonel Analiz kuramını geliştirmiştir.

Berne’e göre, çocuk dünyaya gözlerini açtığında kendini karmaşık oyunlar içinde bulur. Çocuk yetiştirmek ona oynayacağı oyunları öğretmekten ibarettir. Bu oyunlar kuşaktan kuşağa geçerek, yoğunlukları zaman içinde değişse bile, varlıklarını bir şekilde sürdürürler.

Berne; yaşam oyunları, evlilik oyunları, toplantı oyunları, cinsel oyunlar, yer altı dünyası oyunları ve hatta terapi oyunları gibi günlük hayatta oynanan ve tekrarlanan rutin psikopatolojik senaryoları ego durumlarını esas alarak olarak analiz etmiş ve bu yıkıcı oyunların insanda yarattığı ruhsal rahatsızlıkları tedavi edecek yöntemler geliştirmiştir.

Yaşamın, varoluş boşluğunda cereyan eden bir oyun; bireyinse soysal bir kozmosda devinen bir atom olduğunu sezinleyen ve oyunun sağaltım gücünü fark ederek dramayı terapide kullanan psikodramanın kurucusu J.L. Moreno’yu zikretmemek büyük haksızlık olur.

Hollandalı tarihçi Johan Huizinga ise, hukuktan savaşa; bilgelikten tarihe kadar her beşeri fenomendeki oyunu irdelediği Homo Ludens adlı eserinin önsözünde “eylemlerimizin içeriği derinlemesine analize tabi tutulacak olursa, insanların bütün yapıp ettiklerinin yalnızca oyundan ibaret olduğu sonucuna varılabilir. İnsan uygarlığının, oyun olarak ve oyunun içinde ortaya çıktığı ve geliştiği şeklindeki kanaatim çok eskiden başlayarak yavaş yavaş güçlendi. ” der.

Huizinga; Afrika, Avustralya ve Amerika kabilelerin törenlerinden Upanişadlar’ın bilgeliliğinin tohumlarını taşıyan Vedalar’ın kurban ayinlerine, Eski Mısırın mistik ayinlerinden, Orpheus’çu ibadete ve Eleusis ayinlerine kadar her türlü ritüeli oyun kapsamında değerlendirir. Ve bu ritüellerin oyun olarak ele alınmasının onların kutsallığını kaybettirmeyeceğini söyler.

Evet Değerli Okurlarım,

Aslında yazmadığım kendi kitabım dışında, pek çok eserden bahsettim.

Kutsal kitapların dediğini aktararak Tanırının dedikodusunu; bilim adamlarının ve sanatçıların söylediklerini aktararak sanat ve bilim insanlarının dedikodusunu yaptım.

Ve siz buraya dedikodu, eski deyimle kıyl-ü kaal dinlemeye gelmediniz.

Peki ben kendi kitabımda ne söylüyorum?

“Evrensel düzen bir oyundan ibarettir” önermesini hemen herkes ifade ettiğine ve gerçeklik olarak yaşadığımız simülasyonun bir oyun olunduğunda ittifak halinde olduğumuza göre, bir türlü anlaşılamayan nedir?

Problem, zihin yapımızın bu önermeyi anlamak için elverişsizliği ve unutkanlığımızdır.

Bildiğiniz gibi, kadim uygarlıkların dejenerasyonundan sonra, kendini gözlemleyebilen, kendi üzerinde tekrar düşünmeyi beceren ve türünün kaybedilmiş özelliklerini tekrar kazanmak üzere regenere olmaya başlayan ilk insan kendi zihnini ve mirasçılarının zihnini bilgisayarlar gibi iki değerli mantık kurallarına göre inşa etti.

Bu iki değerli mantıkla kurulmuş zihin, bir şeyi ancak ve ancak karşıtıyla algıyabiliyordu. Siyah ve beyaz, artı ve eksi, sıfır ve bir, iyi ve kötü, iç ve dış…

Evet her hangi somut oyun da karşıtlıklar üzerine kuruluydu. Çatışma, rekabet, zıtlık olmadan somut bir oyunu kurmak ve oynamak mümkün değildir.

Ama bizatihi oyunun bir karşıtı yoktur. Karşıtı olmayan bir kavramı, mutat insan zihninin algılaması olanaksızdır. Ya da kavramın özünü yitirmesi pahasına iki değerli mantığa indirgenerek algılanması söz konusudur.

Bu, tek değerli mantık alanına ait olan ve karşıtı olmayan oyun kavramına “asıl hayat” adı verilen bir zıt kavram icat ederek bu önermeyi algılamaya çalıştı insanlık.

Oyun-asıl hayat karşıtlığı; dinlerde dünya-ahıret olarak karşıtlığı olarak ifade edildi. Dünya oyun ve eğlence yeri, ahıret asıl hayattı. Ahıret hayatı da cennet-cehennem karşıtlığı üzerine kurulmuştu.

Filozoflar ise bu önermeye benim kullanmaktan hiç hoşlanmadığım, pazarlamacıların müşteri itirazlarını karşılamakta başvurduğu, “evet ama” bağlacıyla oyun kavramının karşısına dünyevi bir “asıl hayat” kavramı icat ettiler. Oyunun karşıtı olan bu “asıl hayat”ın içeriği ideologların belirlediği ideolojilere göre tayin edildi.

Varoluş boşluğumuzu doldurarak bir Tanrı hastalığı olan can sıkıntısını gideren ve kendimizi bilme sürecimizdeki tek aracımız olan, oyun küçümsendi. Oyunun hayatın özü olduğunu unutan insan dejenere oldu. Bilinçsiz olarak oynansa da oyun kaçınılmaz olduğundan, insanlık toplu halde, şiddete, kıyıcığa, psikopatolojik ve tehlikeli oyunlara yöneldi. Bu estetikten yoksun oyunun gizlenmesi için; oyun terimi bir gerçek değil, sanatsal metafor olarak kullanılmaya başlandı ve günlük hayatta bir çocuk etkinliği olarak görülüp aşağılandı.

20. Yüzyılda geliştirilen çok değerli mantıklarla zihnimizin algı kapasitesi genişlemekle birlikte; çok değerli mantığa yönelen bir zihnin tek değerli mantık alanına ait olan “evren bir oyundan ibarettir” önermesini algılaması olanaksızdı. Ama yeni mantıkların katkısı oyun ve asıl hayat arasındaki yapay olarak yaratılan uzlaşmaz karşıtlığı yumuşattı, belirsizleştirdi ve flulaştırdı.

Oyun ilk defa, gerçek anlamıyla günlük insan zihninin kavrayış alanına belli belirsiz de olsa girmeye başladı. Tiyatro ve gerçek hayatın giderek iç içe geçmesi, insan zihninin iki değerli mantığı aşmasının bir sonucudur.

Sevgili okurum,

“Oynayan İnsanın Regenerasyonu” bu anlamda insan türümüzün hakkı olan özsel niteliklerini yeniden kazandırmayı amaçlayan bir manifestodur.

Regenerasyon, insanın evrensel oyunu gerçek anlamıyla idrak etmesi ile mümkündür.

Bu idrak ise zihnimizi çeşitli mantık sistemleri arasında seçim yapabilecek, ama hiç birine körü körüne bağlı kalmayacak şekilde eğitmemizle, hiçbir şeyi dogma haline getirmememizle kazanılabilir.

O zaman, “oyun” kavramının karşısına “gerçek hayat” kavramını koymadan oyunu algılayabileceğiz. Bunu yapabildiğimizde, sadece zihnimizin kısıtlı olanaklarıyla değil; duygularımızla, sezgilerimizle evreni ve daha da önemlisi gerçek kendiliğimizi kavrayabileceğiz.

O zaman, birbirimize kendi “gerçek hayat” kurgularımızı dayatmayacağız.

O zaman hayat denen oyunu kuran karşıtlıkları, insanlığın hayrına kullanabileceğimiz unuttuğumuz büyük sanatı yeniden keşfetmiş olacağız. Belki karşıtlıklara dayanmayan şu anda öngöremediğimiz, ama şu andakinden daha tatmin edici, varlığımızı derinden hissedebileceğimiz yeni bir yaşam formuna ulaşacağız.

O zaman sevgili okurlarım, her birey kendi hayatının hikayesini özgürce yazıp samimiyetle bu hikayesini yaşama geçirecek; kendiliğini özgürce inşa ederek, yazgısına egemen olma şansını elde edecek.

İşte o zaman gerçek insan olacağız.

İşte O zaman, şimdiki haliyle eksik bir Tanrı olan insan, tam bir insan olan Tanrıyla bütünleşmiş olacak.

Beni dinlediğiniz ve okuduğunuz teşekkür ederim.

Salondan alkış sesleri.

“Tuhaf Oyun” nihayet bitti. Rüya gibiydi. Soru -cevap kısmı ve kitap imzalama işi de çok keyifliydi doğrusu.

Okumadığım, hatta adını bile duymadığım kitaplara, varolup olmadıklarından emin olmadığım yazarlara atıf yaparak, olmayan bir kitap hakkında yaptığım bu çılgın söyleşiden hiçbir suçluluk duymuyordum.

Hazırlık yapmak, prova yapmak için zaman tanınmamıştı bana. Ne de olsa doğaçlama ve avangart bir oyundu bu.

Bu çılgın oyunun kuralını Fahreddin Bey koymuştu: Bilimsel olmak ve hatta mantıksal tutarlı olmak zorunda değilsin.

Ben sadece rolümü oynadım.

Fahrettin Bey’le İsimlerimizin aynı olması ne büyük bir tesadüf; Ama olmayacak iş de değil.

Fahrettin Bey, “çok başarılıydınız Baran Bey” diye uğurladı beni, Dost Kitabevi’nin mavi poşetini teslim ederken. Baran Işık rolüne öyle kaptırmışım ki, cümledeki “Baran Bey” sözünü hiç yadırgamadığımı, hatta içselleştirdiğimi fark edip kendime güldüm.

Oyun bittiği halde rolden hâlâ çıkamamıştım. Sanatçı hastalığı, azizim.

Ve taksideyim. Gerçekten özgün ve keyifli bir oyundu. İlk defa izleyici olarak gittiğim bir tiyatro oyununda, rol almıştım; üstellik tamamen doğaçlama yaparak. Konuşmam da güzeldi, doğrusu. Kitabın gerçek hayatta hiç olmadığını, hiç yazılmadığını bilmeyen biri konuşmayı dinlese, ertesi gün kitapçının kapısına dayanır, “Oyuncu İnsanın Regenerasyonu” adlı kitabı istiyorum diye hır çıkarır.

Şoföre evimin adresini söylüyorum, hipomanik bir coşkuyla.

Şoför arkasını dönerek, bir kitap uzatıyor. “Baran Bey, kitabınızı benim için imzalar mısınız, adım Aydın Mülazimoğlu. Kitabınız bir haftada 1.000.000 satıldı. Bu , 25. baskı”

Gayri ihtiyari kitabı alıyorum.

Aman Allahım!

Baran Işık…

Oyuncu İnsanın Regenerasyonu…

Üniversitede biyoinformatik okuyorum. Baran bey… Geceleri de, okul masraflarını çıkarmak için taksicilik yapıyorum. Kitabınız tam anlamıyla sarstı beni. İleride “sosyo-kültürel formların uzun erimli genetik projeksiyonu ve bu formların biyoteknolojide kullanımı” konusunda disiplinler arası çalışmalar yapmak istiyorum. Kitabınız ilham etti bunu bana.” diyor şoför, hayranlık dolu bir sesle.

Bu bir oyundu” diyorum çaresizce, “ evet güzel ve eğlenceli bir oyun, ama sadece bir oyun…

Asıl hayat değil…

Hem benim adım…

Adımı söyleyemeden, bu kitabın “asıl hayat”ta mevcut olmadığını, bu kitabın sadece bir oyun aksesuarı olarak sınırlı sayıda üretildiğini söyleyemeden şoför sözümü kesiyor heyecanla.:

Evet Baran Bey, her şey gibi, hayat gibi, evren gibi, her şey tıpkı kitabınızda söylediğiniz gibi bir oyun.

Tanrım! panik atak başlıyor, titrememe hakim olamıyorum.“John Malkovich Olmak” filmi gibi bir gün. Bu gerçek olamaz. Bu bir oyun veya ben bu gece ülkedeki ve belki de dünyadaki herkes gibi çıldırıyorum.

“Ben Fahrettin’im” diyorum.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

“Ve bu çılgınlığa bir son verip, kendini derhal toparlamazsan, John Malkovich Olmak filmdekine benzer şekilde kendini yarın Mamak çöplüğünde bulursun oğlum diyorum.

Ülkenin bu hali ne olacak Baran Bey, diyor, şoför. iktidar oyunları, muhalefet oyunları, politik oyunlar, demokrasi oyunu, hukuksal oyunlar, etnik oyunlar, ekonomik oyunlar, harp oyunları …

Şoförün bu son “Baran Bey” hitabıyla savunma bariyerlerim tamamen çöküyor. Direnirsem bu kez Guguk Kuşu filmi’nin Yerşilçam versiyonuna dönecek bütün gece.

Bütün bunlar bir oyunsa, mahvolduk. Eğer değilse- işte o zaman hepten mahvolduk[1], Aydın Bey diyorum, şoföre çaresizce, aracın camından dışarı.

Aman Allahım, Kızılaydaki outdoor TV’de kitabın kapak resmini fark ediyorum. Arkasından, bir yazıya dönüşüyor ekrandaki görüntü: Bu kitapla kendi öykünüzü canlandırın .

Allahım, Ben kimim? Bu.. bu… halisinasyon ya da illüzyon olmalı ; ya da bir çoğul kişilik sendromu… Belki de her ikisi birden. Yada şu anda uykudayım ve bir rüya görüyorum. Birazdan uyanırım.

Gecenin siyah kalbine incecikten bir yağmur yağıyor. Gözlerimden birkaç damla yaşın yanaklarıma süzülmesine mâni olamıyorum.

Şu anda bir rüya görüyorum, birazdan uyanırım. Birazdan uyanırım…

“Ben Fahrettin’im”.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

“Ben Fah-ret-tin’im”.

Kendimi toparlayıp “ Bu bir durum” diyorum. “Evet tuhaf bir durum ama, bu durumla başa çıkabilirim, metin olmalısın, metânetini hiçbir zaman kaybetmemelisin” .

Kitabı “Baran Işık” ismiyle imzalıyorum: “Aydın Mülazimoğlu’na yaşamını insanlara ve insanlığa yararlı oyunlarla geçirmesi dileğiyle, sevgiler, 13 Ocak 2010. Baran Işık”

Yarın Dost’a uğrayıp, şu kitaptan bir tane edinmeliyim.. Şimdilik bir hiç kimse olarak Mesnevi’yi çıkarıyorum Dost Kitabevi’nin mavi poşetinden.

Aydın, “Baran Bey, Mesnevi’yi bir de bunu dinlerken okumalısınız” diyor, neşeyle, dikiz aynasından bakan ışıltılı gözlerle.

“Herkes Ney’den dinlemeye alışıktır, ama” diyor, elinde bir CD’yi sallayarak.

“Rumî’yi bir kez de sihirli bir flütten dinlemeli, Baran bey ” diyor, elindeki CD’yi taksinin CD çalarına takarken.

Ya şiirde ilk dizeyi söylemek, bir öyküde ilk cümleyi yazmak, bir söyleşide ilk cümleyi söylemek kadar zorsa? Ya da her şey o ilk dizede özetlenmişse? Ya Şair tüm yazdıklarını sadece ilk dizesinin hatırına söylemişse? Sorular bilimcimin ekranında ardı ardına akıyor.

Rasgele bir sayfayı açıyorum Mesnevi’den. “Aslan ve Tavşanın öyküsü” çıkıyor. Öyküye ve müziğe bırakıyorum kendimi.




[1] Juli Zeh, Oyun Dürtüsü (Roman), Metis Yayınları, 2004, s. 14. 

 
Toplam blog
: 4
: 566
Kayıt tarihi
: 23.08.10
 
 

Otodidakt Eğitim Bilimleri Okur-yazarlık bölümünün, okurluk kısmından 46 yılda zar- zor orta derecey..