Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mayıs '12

 
Kategori
Öykü
 

Büyük Göç

Büyük Göç
 

Varna,1877
Osman ayıldığında etraf dumanlıydı. Havada kanla karışık is kokusu vardı,biraz da acı, mutsuzluk ve umutsuzluk. Doğruldu, kolunda bir acı hissetti. Kolu yaralanmıştı ve hafif hafif kan sızıyordu. Etrafına bakındı. Önce nerede olduğunu kestiremedi fakat bir süre sonra farketti ki köyün kahvesinin önünde, yerde yaralı bir şekilde yatıyor. Fakat kahvenin olması gerektiği yer şimdi bir harabeye dönüşmüş ve civardaki evlerin bir kısmı da yanmış veya yıkılmış vaziyetteydi. Kolunun sızlamasına aldırmadan hızlıca kalktı ve yürümeye başladı. Bir an önce ana babasını bulup iyi olduklarından emin olmak istiyordu. Etrafta ellerinde çıkın ve çantalarıyla sağa sola koşturan insanlar ve askerlerler vardı. Osman neler olduğunun yavaş yavaş farkına varmaya başladı. Evlerinde bir süredir babası  bundan bahsediyordu. Masum insanlara savaş sırasında zarar görüyor,hırpalanıyor ve ölüyorlardı. Bu sebeplerden mecburi bir göç yapıp bu toprakları sonsuza kadar terk etmek zorunda kalabileceklerinden bahsediliyordu. Zaten son zamanlarda herşey o kadar değişmiş ve hayat öylesine zorlaşmıştı ki. Yiyecekler karneyle alınmaya başlanmış hatta sokaklarda bile rahatça yürümek imkansız hale gelmişti. İnsanlar kaçırılıyor ve şiddet uygulanıyordu. Evler soyuluyor ve yıkılıyordu. Kısaca halk düşman askerinden çok çekmişti. Hatta öyleki işkence edecek kadar bile düşmüştü insanlık. Bunu hatırlayınca kalbinin temposu yükseldi ve içini büyük bir sıkıntı kapladı. Evlere baktı,her yer süratle boşaltılıyordu. Etrafta kağnılarla taşınan hasta insanlar,küçük bebekleriyle analar ve eşyalar gördü, içi cız etti. Sonunda evlerinin önüne geldiğinde az da olsa rahatlamıştı, en azından o sapasağlam yerindeydi. Hızlıca merdivenleri tırmanıp içeri girdi. Gördükleri karşısında aslında şaşırması gerekirdi ama yinede önce ne yapacağını kestiremedi. Anası ve babası evin içinde hızlıca koşturup en önemli eşyalarını küçük çıkınlarına dolduruyorlardı. Altınlar ve diğer değerli eşyaların kimi balmumuna sarılıyor kimi kıyafetlerin arasına sıkıştırılıyor, kimi de iç çamaşırlarına sokuluyordu. Anasından sadece 1 saat sonra yola çıkmaları gerektiğini öğrendi. Dışarı çıkıp eve son bir kez baktı. Bu ev onun hayatıydı. Burada doğup büyümüş ve işte şimdiki yaşı olan 19 senesini geçirmişti. Daha küçücükken vefat eden kardeşlerini bahçelerine gömmüşlerdi. Mezarlarının başına gitti, içi tarif edilemez acılarla dolarak son bir kez dua etti. Gözlerinden süzülen yaşlar içindeki sıkıntının göstergesi olmaktan uzaktı. Onu dışarı çıkarmak istese buna gözyaşları yetmezdi. Fakat bu ağlama faslına bir son vermesse hiç bitmeyecekti. Toparlandı ve evin içine koşup bikaç parça eşyasını alacakken birden aklına Tahir Ağa geldi. Yaşlı adamın göçe katılmayacağından adı gibi emindi. Zaten seksenine merdiven dayamıştı,şimdi kimse onu doğup büyüdüğü topraklardan ayıramazdı. Ayırsa bile yoldaki sert koşulları yorgun bedeni kaldırmazdı. Gidip Ağa’yla son bir kez helalleşmek istedi. Süratle onun evine doğru yöneldi. Kapıyı açıp içeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında dizleri dayanamadı,yere çöktü. Tahir Ağa’nın ölü bedeni kanlar içide yerde yatıyordu. “Caniler!”diye bağırdı Osman, belki beş kere belki on kere. “Ne istediniz benim zavallı ve yaşlı Ağa’mdan!”. Osman kederden kendini kaybetmişti. Bir süre yerde onunla kaldı. O kadar acı dolu o kadar bitik bir haldeydi ki doğru düzgün düşünemiyordu bile. Mezar kazmaya vakti kalmadığını bildiğinden Ağa’nın başının altına bir yastık koyup üstüne de özenle örtüsünü örttü. Gözkapaklarını kapatıp son kez elini öptükten sonra evden çıktı. İşte tam da bu sırada kanayan kolunu hatırladı. Gömleğinin kol kısmını yırtıp üstüne sardı. Onu temizleyecek temiz suyu bile yoktu. Varna’da bir süredir o kadar sefil bir halde yaşam mücadelesi veriyorlardı ki. Göç etmeyip de ne yapacaklardı? Osman evlerine geri döndü. Kafası allak bullak olmuştu ve ne düşünüp neye yoğunlaşması gerektiğinin farkına varamıyordu. Ana babasının eşyaları tamamlayıp dışarı çıktığını gördü. O da merdivenlerden yavaşça inerken, ellerini duvarların üstünde bu köydeki varlığını iliklerine kadar son bir kez hissederek ve bu hissi hayatı boyunca hatırlamayı dileyerek gezdirdi,. Artık bitmişti. Yavaşça ilerleyen insan seline onlar da katıldılar.

Sabahtan beri yürüyorlardı. Aksama doğru sonunda onları Mudanya’ya götürecek gemiyi beklemak için limandalardı.. Kıyıda toplaşmış yüzlerce insan vardı. Bu şekilde saatler boyu beklediler. Birinci günün sonunda gemi gözüktü. Fakat ne yazık ki Osman’ın annesinin durumu çok da iyi gözükmüyordu,çok zor yürüyordu. Zavallının oldukça yorgun bir hali vardı. Şu son yaşadıkları hassas anacığının kaldırabileceğinden fazlaydı. Osman’ın boğazı düğümlendi. Her ne kadar bunu düşünmek istemese de kaçınılmaz sonun yaklaştığını farketmişti. Yarım saat içinde tüm göçmenler gemiye yerleştirilmiş ve son hazırlıklar da tamamlanmıştı. Osman gemi demir alırken içinden son bir kez “Elveda” diye geçirdi. Tek ve basit bir sözcük. Oysaki kalbine iğneler batırmaya, kılıçlar sapmaya yeten bir söz. Sadece bir sözcük ve birden tüm hatıralar geçmişe karıştı. Tüm bunlar Osman’a ağır geliyordu ve artık tüm gerçekliğiyle üstüne çökmüştü. İnsanlar nasıl da perişan bir haldeydi. Kimileri ağlıyor, zırlıyor kimileriyse baygınlık geçiriyordu. Bir de kendi ailesine baktı. Artık babasının da yaşı ilerlemişti. Yaşamak için göç ettikleri yer olan Mudanya’dan nereye yerleştirileceklerini bilmiyordu. Fakat orası her neresiyse orada ailenin sorumluluğu kendisinin üstlenmesi gerekecekti yani bir işe ihtiyacı vardı. Bu yükü taşıyabileceğini umuyordu. Bir yandan da  anasının hastalığı karşısındaki çaresizliği altında eziliyordu. Fakat ne yazık ki yapacak birşeyi yoktu,gemideki kimse onlarla ilgilenemezdi.Kaderlerine razı gelmek zorundaydı. O an elinden gelen tek şey olarak, kendisi ve ailesi için dua etti. Varna’yı düşündü. Oradaki bazı çocukluk anıları geldi aklına. Sonra savaş öncesi yaşadıkları mutlu, güzel ve huzurlu günler. Hatta sevdalandığı kızlar, can arkadaşları, küçük yaşta ölen üç kardeşi... Onu tüm bu düşüncelerinden uyandırıp gerçek hayata döndürense sağanak yağmur oldu. Tek kalan battaniyelerini de anasının üzerine şefkatle örttü, bu yağmur hiç iyi gelmeyecekti onlara. Bu düşüncelerle kollarını kafasının üzerine siper ederek gözlerini yumdu. Islanarak yollarına devam ettiler.

Beşinci günün sabahında hala sessiz ve umutsuz bir bekleyiş vardı. Osman kalabalıktan daralıp güverteye çıktı. Gemide insanlar o kadar zor koşullarda hayatlarını sürdürüyorlardı ki... Her yer pislenmişti ve erzaklar sınırlıydı. Daha bu şekilde ne kadar dayanacaklardı ve niye kimse kesin bir bilgi vermiyordu? Küpeşteye dayanarak düşüncelere daldı. İçi huzursuzluk,yeninin getirdiği bilinmezlik,korku ve daha bir sürü değişik duyguyla karmakarışık olmuştu. Belki biraz rahatlatır umuduyla deniz havasını içine çekti ve izlemeye başladı. Birden denizin inceldiğini ve karaya çok yaklaştıklarını farketti. Midesi karıncanmaya başladı,acaba sonunda varmışlar mıydı? Şöyle bir etrafına bakındı. Herkesi bir heyecan sarmıştı ve insanlar küpeştelere doğru koşturuyorlardı. Sonra merakla bundan sonra onlara ev sahipliği yapacağını düşündüğü toprakları inceleme başladı. Buranın güzelliğinden etkilenmişti. Tam o sırada göçmenlerden birinin burasının meşhur şehr-i İstanbul olduğunu,bu geçtikleri yolun da boğazı olduğunu bağıra bağıra anlatışını duydu. Adam burayı çok methediyordu. Fakat yinede Osman’ın içindeki heyecan geldiği gibi hızla söndü ve tekrar bir sürü soru işareti ve sıkıntı kapladı içini. Ama merakına yenik düştü ve  seyre koyuldu bu güzel şehri. Deniz kenarındaki görkemli yalıları,köşkleri ve sarayları gördü. Bir taraftan diğerine insan taşıyan kayıkçıları,denizin üzerinde uçuşan martıları ve boğazdan çıkarken İstanbul’u son bir kez selamladı. Buraya bir daha gelebilirmiydi bilmiyordu fakat çok istiyordu. İçine tekrar az önceki burukluk çöktü. Geri dönüp boğaza son bir kez baktı ve oturmak için ailesinin yanına geri döndü.

Hava kararmaya başlamıştı. Artık iyice pislik içinde kalınmış ve hastalıklar patlak vermeye başlamıştı. Osman’ın zaten kötü bir halde olan annesinin durumu bir de hastalığa yakalanınca iyice kötüleşti. Doğal olarak kimsenin elinden hiç birşey gelmiyor ve bu sebeple Osman üzüntüden kahroluyordu. Bu sırada gemide yirmiye yakın insan vefat etmiş ve cesetleri de mecburen denize atılmıştı ki bu da ayrı bir üzüntü kaynağıydı onun için. Yolda yiyecekleri çok kısıtlydı ve herkese belli miktarda veriliyordu, verilenler de kuru üzüm hoşafıyla bayat ekmekten ibaretti. Ayrıca  kişi başına verilen yemek miktarı gün geçtikçe azalıyordu. Üstelik gemideki tuvaletler neredeyse pislikten kullanılmayacak duruma gelmişti. Yolculuk birkaç gün daha devam ederse yiyecekleri tamamen bitecekti ve Osman bundan çok endişe ediyordu. İnsanlar gerek üzüntüden gerekse pislik ve hastalıktan her gün biraz daha eriyordu. Osman oturduğu yerde kaykıldı ve çevresine bakındı. Anası yine uyuyordu. Öylesine yorgun ve savunmasız bir hali vardı ki. Osman gemideki görevlilere söylemeyi düşündü tekrar. Fakat onlar ne yapacaklardı sanki. Yapılacak tek şey beklemekti. Kafasını diğer yana çevirdi. Babası da denizi izliyordu. Artık herkes bu sonu gelmeyen bekleyişten ve yaşam koşullarından yorgun düşmüş bir vaziyetteydi. İçi daralmıştı fakat yapabilecek birşeyi yoktu. Güzel şeyler düşünmeye çalıştı. Yerleşecekleri yerle ilgili hayaller kurmayı denedi. Osman kafası çalışan parlak bir gençti ve şanslıydı da. Çünkü köyün ilkokulunda Osmanlıca okuma yazmayı öğrenmişti. Zaten onun aklında yatan meslek belliydi,imamlık yapmak istiyordu. Bir de küçük tarla edindiler mi tamam olur diye düşünüyordu. Artık o da kendine göre münasip birini bulup evlenirdi. Küçük bir ev inşa ederdi , birkaç tane de çocukları olurdu. Mutlu mesut yaşayıp giderlerdi... Osman tüm bunları düşünerek hala gelecek hakkında heyecanlanabildiğini farketti. Buna çok şaşırdı. Yaşadığı tüm bu zorlu hayat koşullarına rağmen nasılsa içinde hala umut vardı. Bu hoşuna gitmişti. Günlerden sonra ilk defa hafif bir gülümseme yerleşti suratına,güzel hayalleri vardı. Son birkaç gündür az da olsa  kafasını toparladığını hissediyordu. Yine başını koydu ve gökyüzünü incelemeye daldı. Yıldızları sayarken uykuya daldı.

Sabah gemi düdüğüyle uyandı ve kalbi hızla çarpmaya başladı. Kafasını kaldırıp baktığında karaya yanaşmak üzere olduklarını gördü. Bu sefer gerçekten vardıklarını anlamıştı. İşte şimdi gerçekten çok heyecanlanmıştı. Herkes büyük bir hızla toparlanıp inişe hazırlandı. İnsanların içindeki tüm mutsuzluğa ve yaşanan tüm kötülüklere rağmen gemiden sonunda inmek ve belirsizlikten kurtulmak az da olsa bir rahatlama duygusu vermişti. Kısa bir süre içinde limana giriş yapıldı ve göçmenler yavaş yavaş dışarı alındı. Büyük bir kargaşa oluşmuştu. Henüz kimse nereye gideceğinden tam haberdar değildi. Osman ailesine sahip çıkmaya çalışıyordu. Anasının durumu iyice ağırlaştığından onu kucağında taşıyordu. Bunları düşünmekten nefret ediyordu fakat yaşlı kadının zorlu yolculuk koşullarında vefat etmemesine çok şaşırmış ve şükretmişti. Bir süre sağa sola gidip geldikten sonra görevliler insanları bir bölgeye topladılar. Osman bu bölgelerin mülteci kampı olduğunu ve gidecekleri yere nakledilmeden önce burada birkaç gün geçirmeleri gerektiğini öğrendi. Burada geçirdikleri zaman da en az gemi yolculuğu kadar sancılıydı. Fakat karada olmanın verdiği rahatlık küçümsenemezdi. Bu kampta üç gün geçirdiler. Bu üç günün sonunda artık herkesin yavaş yavaş bir yerlere gittiğini gören Osman babasıyla bir karara varmaya çalıştı. Daha önceden göç edenlerden Semerci Hasan Efendilerin ailecek Bursa’nın bir ilçesi olan Karacabey’deki Dağseven köyüne gittiğini şanseseri kampta öğrendi. Hasan Efendi’nin oğlu Mehmet küçükken Osman’ın can arkadaşlarındandı. Bir umut, başka tanıdıkların da çıkacağını düşünen Osman ve ailesi oraya giden mülteci grubuna karıştı.  Kağnılarla Dağseven’e ulaşmaları 3 gün sürdü. Vardıklarında, köyün girişinde oranın ileri gelenleri tarafından karşılandı göçmenler. Hilali Ahmer’in dağıttığı çadırlarını kurdular. Evlerini inşa edene kadar bu çadırda idare etmeleri gerekiyordu. Osman ne hissettiğini bilmiyordu. Bir süredir olduğu gibi aklı karışıktı. Kafasında hemen kıyaslamalar oluşmaya başladı. Onları çabucak yok etti, aksi takdirde burada mutlu olamazdı. Diğer taraftan anası bir deri bir kemik kalmış, yüzü solmuş ve yarı baygın bir haldeydi. Hal böyleyken düzenleri nasıl kurulacaktı? Babası da üzüntüden perişan olmuştu. Karısını çadırda yere yatırıp başında oturdu. Osman’ın içi içini yiyordu. Anasının bu halini görmeye dayanamıyordu. Belki biraz kafası dağılır ve Mehmet ile rastlaşır umuduyla köye indi. Kahveyi kestirdi gözüne. İçeri girip şöyle bir bakındı ve umduğu kişiyi gördü. Hemen Mehmet’in yanına gidip kucaklaştı. Nasıl da özlemişti onu! Ayaküstü hızlıca sohbet ettiler, Osman da durumlarını anlattı. Mehmet Osman’ın anasının durumuna çok üzülmüştü. Mehmet ”Osman’ım bak, artık geldiniz buraya, hep beraberiz. Birlikten kuvvet doğar kardeşim! Sen şimdi çadıra dön ben bacımı bulup geliyorum yanınıza.” dedi. Osman arkadaşının dediklerini dinleyip kahveden çıktı. Başı önünde yürüyordu. Sonra neden bilinmez ama birden başını kaldırdı ve O’nu gördü. Beyninden vurulmuşa döndü bu güzellik karşısında. Başörtüsünün altından kara ipek saçları gözüküyordu kızın. Gözleri kömür, yanakları elma gibiydi. Kız da ona bir an bakıp gözlerini kaçırdı. Osman belki çok istediğinden belki de gerçekten kızın gülümsediğini görür gibi oldu, gizlice örtüsünün altından. Arkadan biri “Esma! Haydi gel, acele et!” diye sertçe bağırdı. Sesin geldiği yöne dönen Osman kahveden çıkan Mehmet’i gördü. Meğer kız Mehmet’in kardeşiymiş de Osman kendi kendine ne duygulara kapılmış. Bir anda Esma’nın küçüklüğünü hatırladı Osman. Nasıl da onu tanıyamamıştı. Kız öylesine büyüyüp güzelleşmişti ki! Sonra kızla Mehmet’in uzaklaştığını görünce mecburen yoluna devam etti. Çadırlarına döndü. Eve girdiğinde yolculuğa başladıklarından beri içten içe geleceğini bildiği fakat düşünmekten bile korktuğu o kaçınılmaz an işte gelmişti. Osman annesinin cansız yatan bedeninin yanında yerlere kapanarak ağlayan babasını gördü. Anası yolda yaşadıkları her türlü zorluğa katlanmış ve mücadele edip onları yalnız bırakmamış, vardıklarındaysa daha fazla dayanamamıştı. Hemen babasının yanına koştu ve içinden geldiği gibi ağlamaya başladı. Son iki haftadır yaşadıklarını, annesinin ölümünü, hissettiklerini teker teker dışarı döktü göz yaşlarıyla. Bağırışları duyanlar olup biteni merak edip hemen içeri girdiler. Mehmet de gelmişti Esma’yla. Onu görünce Osman’ın midesinde hafifçe kelebekler kanatlandı. Fakat henüz anasının acısı onu kuvvetle bastırıyordu. Yardımsever komşu kadınları henüz tanışmaya bile fırsat bulamadıkları merhumeyi yıkadı. Kimileri de yemekler getirdi.  Sonra da Osman dışarı erkeklerle mezar kazdı. El birliğiyle tüm hazırlıklar tamamlandığında anasını toprağa verdiler. Dualar okundu, cenaze yapıldı. Her türlü merasim bittiğinde vakit akşam olmuştu. Osman  köydeki ilk gecesinde çadırın içine koyulan samanların üstüne attı kendini. Mehmet onlarda kalmalarını söylemişti fakat Osman’ın kimseyle görüşecek hali yoktu. Üstü başı pislik içindeydi ama buna aldırdığı yoktu. O gece gözyaşları eşliğinde uykuya daldı. Rüyasında Esma’yı görmüştü.

Sabah bitkindi. Birkaç gün evden hiç çıkmadı ve taziyeleri kabul ettiler. Osman daha yeni tanıştığı bu yardımsever komşularına minnettardı. Hergün anasının mezarın başında ağlıyordu. Çok kötü bir durumdaydı ve çıkmaza sürükleniyordu. En sonunda vefatın üstünden iki haftaya yakın süre geçtiğinde yine birgün mezarın başındayken, önünden geçen Esma’yı gördü. Bu sayede unuttuğu bazı şeyleri hatırladı ve gerçeğe döndü. Böyle devam ederse bu acıdan hiç kurtulamayacaktı. Hemen kendisine bir meşgale bulmalıydı. Ayrıca iş de bulması şarttı yoksa babasının yüzüne bakamazdı. Hemen kendini dışarı attı. İlk iş camiye gidip müezzin oldu. İş ve ev arasında git gel derken aradan birkaç hafta geçti. Osman artık Esma’sına kavuşmak istiyordu. Fakat sabretmezse başaramayacağını biliyordu. Osman arkadaşlarının da yardımıyla evlerini inşa etti anasının mezarının yanına. Bir de küçük bahçe edinip ektiler. Elde ettiklerinin bir kısmını kullanıp bir kısmını da satmaya başladılar. Ve zaman geçtikçe artık Osman yavaş yavaş köyde tanınmaya başladı. Bir gün vaktin geldiğini düşünüp Mehmet ile konuşmaya gitti. Esma’ya tutulduğunu anlattı. Önce Mehmet bu durumu çok iyi karşılamasa da, babaları evladını köyün genç imamına vermekten memnundu. Kısa bir süre sonra Osman babasıyla Esma’yı istemeye gitti. En sonunda sözlendiler ve bir süre sonra da evlendiler. Artık Osmanla babasının evine bir kadın gelmiş yani hayatları iyice düzene girmişti. Yıllar içinde üç çocukları oldu. İlk ikisi savaşlarda şehit düştü. Sona kalan tek oğulları olan Nazmi’yi de evlendirdiler. Ve Esma’sıyla beraber birgün onların hayatını araştırıp da yazacak Nazmi’nin torunun kızı olan Ayça adında küçük bir torunları olacağından bihaber yaşayıp gittiler.

 

 
Toplam blog
: 18
: 1098
Kayıt tarihi
: 15.09.06
 
 

1996 yılının oldukça sıcak bir vakti olan 9 temmuz günü dünyaya geldim. Sonradan İstanbul'a taşın..