- Kategori
- Sosyoloji
Çalışmak kader olduğunda
Bugünlerde siyaset pazarı hayli hareketli. Pazara gelen satıcıların tümü malların öve öve öve bitiremiyorlar. Bizde siyaset hayli sığ sularda yolculuk ettiğinden dünyanın özellikle de sanayileşmiş yerlerinde konuşulan şeyle buralara pek uğramaz. Şu sıralar mazot vaadinden sonra en revaçta olanlardan biri de işsizlik maaşı. Vaatte sınır tanımayan kimi politikacı esnafı 2000 euroluk işsizlik maaşı vaad edecek denli kopartıyor filimi. Uçmakta sınır tanınmayan yalanın en kuyruklusu vaat adı altında pazara sürüldüğü, umut ekmeğimiz diyerek ona yumulanların da safça inandığı zamanlar bunlar.
Oysa kimseler Türkiye’nin giderek Çinleşme yoluna girdiğini çalışma koşulları bakımından merdiven altı üretim yapan yerler başta olmak üzere hayli kötü koşullara sahip olduğumuzdan dem vurmuyor. Sosyal Haklardan, çalışma zamanının düşmesinden söz eden yok.
En çok da kendilerine haksız yere sosyal demokrat yakıştırması yapanlar bunlardan hiç söz etmiyor. Hürriyet Gazetesi geçenlerde partilerin seçim vaatlerin kapsayan bir kılavuz hazırlamıştı. İşsizlik yoğun olduğu için doğal ki partiler işsizliği nasıl önleyeceklerini anlatıyorlar. Hepsinin kendilerine göre önerdiği bir şeyler var ama hiç birinde çalışma koşulları ile ilgili bir vurgu yok. Yani işsiz iş bulsunda nasıl olursa olsun mantığı egemen. Öyle ya özellikle muhafazakar işadamları arasında çalışanların kendilerine iş ve ekmek verdiği için minnet duyması gerektiğini söyleyenler olduğundan, sosyal haklar bakımından ülkenin tam bir çöpsüz üzüm olmasını isteyenler hayli revaçta olduğundan, siyasi parti liderlerinin meydan konuşmalarında hamaset seviyesi gündemi oluşturmakta.
Oysa sanayileşmiş ülkeler çalışmadan, yani insanın yaşamını devam ettirmek için çalışmanın sona ermesinden söz ediyor, bunu tartışıyor. Gerçi onlar bir yandan bunu tartışırken diğer yanda Çin gibi, Kore gibi, Filipinler gibi Asya ülkelerinde insanlar tam bir köle gibi çalışıyor. Çalışmanın tarih boyunca acı ile birleşen bir yanı olmuş. Özellikle batı dillerinde çalışmak kavramı hep acı verici bir şey olarak tanımlanmış. Hatta öyle ki Tevrat bile çalışmayı bir ceza olarak sunar.
“ Ve Ademe dedi; karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu, ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin ve o sana diken, çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin ; toprağa dönünceye kadar alnının teriyle ekmek yiyeceksin, çünkü ondan alındın; çünkü topraksın ve toprağa döneceksin.” Kitab-ı Mukaddes Tekvin Bap 3, s:3, Kitab-ı Mukaddes Şirketi 1974 İstanbul)
Emek eşittir büyükçe bir insan grubu, dahası canlı hayat için acı, gözyaşı, ter, kan anlamına geliyor. Hintlilerin meşhur tanrıçası Şiva gibi emek ve onun ürünü olan ekonomi de bir eliyle yaşam bahşederken diğer eliyle nice yaşamları karartıp soldurur, hatta yaşamı çekip alır, ölümü verir. Yaşadığımız temel sorunların hemen hepsinin altında aynı olguyu yani çalışmayı, yani ekonomiyi görüyoruz. Savaşlar çoklukla ekonomi yüzünden çıkıyor, ekolojik felaketlere ekonomik faaliyetlerimiz neden oluyor, kısacası ekonomi ‘tarihteki zor’un ilk kerte de son kerte de belirleyicisi haline geliyor. Zaten tarihteki ilk emekçilerin köleler olduğun düşündüğümüzde bu hayli anlaşılır bir durum.
Amerikalı soysal teoriysen Hannah Arendt Modern İşkoliklere nazire olarak yazdığı İnsanlık Durumunda emek kavramının etimolojisine girerek bir tür işkence olan Tripalium’dan gelen Travailler’nin ya da Latince Laborare’den gelen Labour’un kökeninde acı, hüzün, eziyet gibi anlamların olduğunu söyler. Yani tarih boyunca hiçbir zaman burjuva medeniyeti dışında çalışmaya özgürleştirici, olumlu bir eylem olarak bakılmadığı gibi, bu süreç insanlık dışı görülmüş. Emeğe yalnızca modern çağda o da üretkenliğinden dolayı değer atfedilmiş. Aslında çalışmanın bir eziyet olarak yaşadığı dönüşüm, değişim ile Tahakküm denilen olgunun gelişimi eş zamanlıdır.
Tahakküm baskı uygulayan bir güç odağı demektir, sizi denetler, yönlendirir ve bir noktaya doğru seferber eder. İşte Leviathan dediğimiz tahakküm olgusu ile çalışmanın eziyet olması arasındaki ilişki Amerikalı Uygarlık Eleştirmeni Pearlman’ın Kaos yayınlarından çıkan enfes kitabı Er-tarih’e karşı Leviathan’a Karşı kitabında çok güzel anlatılmış.
Çalışma Tahakkümle Başladı
Perlman insanlığın henüz tahakküm yani Zor ile karşılaşmadığı dönemlerde, ihtiyaçlarına yetecek kadar çalıştıktan sonra dinlenmeye, oyuna, hayal kurmaya, mistik etkinliklere zaman ayırdığını ve bu biçimde yaşamını idame ettirdiğini belirtiyor. Ki bu tespitler Pierre Clastres ve Marshal Sahlins gibi antropologlarca da doğrulanmıştır. Hâlâ, günümüzde bile, kabile toplumu insanları bizim çalışma dediğimiz olguya çok az zaman ayırmaktalar.
Perlmanın tezlerinden yola çıktığımızda çalışmanın dönüşümünde kader anı egemenlik dediğimiz olgudur, tabi ilk kullanılan emek köle emeğiydi ve köleler kentlilerin önce kamusal, zamanla ise her tür işlerini yapıyordu. Ama asıl dönüşüm zamanla özellikle tacir sınıfın (modern kapitalistlerin ilk ataları) kendi içlerindekileri de borçlandırma yolu ile (ilginçtir bu da tüketim nesnelerine yaratılan bağımlılık ile oluşturuluyor) köle kılmalarıyla oluşmuş. Bir anlamda tarihin ilk şafağında bugünkü kapitalizm gibi, herkes ekonomiye tabi kılınıyor, zorunlulukların kölesi kılınıyordu. İnsanlık bu sürecin sonunda iş denile zahmetli ve acı verici angaryayı sırtında taşırken, diğer yandan da ondan kurtulmak ya da onu evcilleştirmek için çaba gösterdi
Nitekim ilk fabrikalarda çalışanlar, mekanik zaman ve disipline edilmiş beden temelinde örgütlenen çalışma düzenine uzun müddet direndiler, bu doğaya aykırı çalışma düzenine karşı koydular, ama sonunda mega makinenin dişlilerine kapıldılar. İlk emek destekçileri ise bu işçi sınıfının bir sınıf olmama, bir makine dişlisine dönüşmeme çabasını anlamayıp ha bire sınıf bilinci ekseninde “işçisin sen işçi kal topla takımların dedi ustam” şarkısındaki gibi bu sınıfı henüz gerici, feodal bağlardan kurtulamamış olarak görüp, onu fabrikaya yollamıştı. Bu anlayış ise modern solun ne denli sistemin dişlisi haline geldiğinin açık bir göstergesiydi.
Emeksiz emekçiler
Günümüz solu ise, sanayileşmiş ülkelerin sanayi ötesi topluma geçişlerin de artık yok olmaya başlayan sınıfı eski fabrikasına dönme yerine özgürleşmeye çağırıyor, Mesela İtalyan Sosyalist Antonio Negri Burjuvazinin herkesi ücretlilere dönüştürerek aslında işçileştirdiğini, bu nedenle işçinin toplumsal işçiye dönüştüğünü belirtiyor eserlerinde.. Ve eski sosyalistlerin burun büktüğü sınıf altı ya da sınıf dışı unsurlara da dayanan, yeni bir “devrimci özne” tanımı olarak “çokluğu” öne çıkarıyor. Andre Gorz ise çalışma süresinin düşmesinin en büyük devrimci talep olduğundan hareketle, çalışmaya daha az zaman ayrılmasını, ama herkesin katılmasını, buna karşılık çalışma dışı zamanın ise daha fazla olmasını öneriyor. Negri Emeğin göçerliğinin sermayenin göçerliği karşısında bir direniş odağı olduğunu söyleyerek emeğin göçünü ve göçmenlerin oluşturduğu farklı bir insan hakları tarifi yapan Agambeni eksene alarak, kendi kendini feshe gidecek bir işçi sınıfı ve emek tarifi yapıyor.
Kısacası artık “proletarya’ya” veda eder haldeyiz, ama buna karşılık tüm toplumun proleterleştiği, Perlman’ın tanımı ile herkesin “zek”leştiği bir toplumsal sürece doğru gidiyoruz
Bizde ki Sosyal demokrat partiler ve solun büyükçe bir bölümü ise bu tartışmalardan hayli uzak konumdalar. Örneğin CHP ve DSP en radikal milliyetçilikler ile milliyetçilik yarışında. Türkiye’nin büyükçe sendikalarından DİSK ise kendi içlerinden bağımsız adaylar çıkarıp meclise işçi temsilcileri sokacak yerde işçi sorunların da, yoksulluğa da yabancılaşmış, üst ve orta sınıfların partisi olarak Ankara’da, İzmir’de İstanbul’da hali vakti semtlerden oy alan CHP-DSP ittifakın destekliyor. Ne yazık ki bu ülkede her şey böylesi baş aşağı bir durumda. Eğer DİSK gerçek manada bir sendika örgütlenmesi olsaydı solun temsili de CHP DSP ikilisi tarafından yapılmazdı.
Bir başka sıra dışı ama bana göre hayli sağlıklı şey de bu ülkede çalışmak durumunda olan herkesin gönlünde kendi işinin patronu olma, esnaf olma çabası görülüyor. Hâlâ sınıf politikası yaparak işçi sınıfına övgüler düzen sol ise bunun farkında değil. Onlar hal kaslı proleterya rüyası görüyor. Kısacası tam bir “tamburam ne çalıy dilim ne söyliy” durumu. Hal böyle olunca da işçi semtlerinden oylar sol partilere ve sol adaylara değil onlara zenginlik, refah ve girişimci olma vaat eden sağ partilere oy gidiyor. Cem karacanın şarkısını uyarlarsak: "Ey sol sen bir gazoz ağacısın Gülhane parkında, ne sen bunun farkındasın ne de hitap ettiğin işçi sınıfı"