- Kategori
- Sosyoloji
Düşman erkek mi?
Feminizmi nasıl bilirsiniz. Benim bildiğim şekli ile feminizm kadınların özgürleşmesini savunan, kadınla erkek arasında tam bir eşitliği gerçekleştirmeyi amaçlayan bir ideolojidir. Ancak gerek ABD’de, gerekse buralardaki radikal feministler içinde ortaya çıkan kimi tutumlar, insanın aklına ister istemez feminizmin aslında gizliden gizliye erkek iktidarının yerine kadın İktidarını* geçirmek istediği, bu nedenle de kadınla erkek arasında dayanışma ve eşitliğin yerine hasımlık, hatta düşmanlık ilişkisi koymak istediği yönünde bir şüphe düşürüyor.
Hatta öyle ki bu anlayışı destekler mahiyette kimi ögeler sol siyasi gruplara da sirayet etmiş durumda. Bundan bir yıl önceki 8 Mart Öncesi radikal sosyalist soldan bir örgütün afişi bu kanıya destek olur mahiyetteydi.
Afiş’te “ Devrim Düzeni, Kadınlar Erkekleri Yenecek” yazıyordu. Sloganın ilk kısmı sosyalist soldaki her hangi bir örgütlenmenin olabilirdi. Ama son kısım sosyalist sol bir kadın örgütlenmesinden çok, bir hayli radikal feminist bir örgütlenmeye giderdi doğal olarak. Hem de erkekleri dışlayan Lezbiyen-Amazon tarzı radikal feminizmlere.
Ama bu slogan asıl olarak, post modern kimlik stratejisinin sosyalistleri bile etki alanına aldığını gösterir konumda. Şimdi bu sloganı düşünürsek, kadınlar erkekleri nasıl yenecek sorusu akla geliyor ve sloganın ilk kısmıyla bütünleşik düşünüldüğünde, bunun devrim yolu ile olacağı anlaşılıyor.
Lakin devrim egemenin egemenliğinden gönüllü olarak feragat etmemesi halinde başvurulan bir zor yoludur. O zaman kadınlar erkeklere zor yani şiddet uygulayacak ve devrim sonucu erkeklerin zorba iktidarı devrimci kadın şiddeti ile yerinden edilecek.
Kuşkusuz ki bu sloganı yazanlar bunu düşünmediler, onların aklından geçen devrimin aynı zamanda erkek hakimiyetine de son vereceği yolundaki bildik ortodoks sol anlayıştı muhtemelen.
Ancak düşünmeden yazılan bu slogan, ultra radikal feminizmin zihinsel arkaplanını ortaya koymak bakımından önemli, çünkü ülkemizde olmasa da batıda çeşitli feministler erkeklere yönelik şiddeti savunur durumdalar.
Cinsiyet eşitliğinden savaşa
Toplumsal cinsiyet olgusu ve bu cinsiyet etrafında oluşan ayrımcılık tüm toplumlara içkin bir gerçeklik. Bu terimi sosyolojiye sokan Ann Oakley 'e göre, "`cinsiyet' (sex) biyolojik erkek- kadın ayrımını anlatırken, `toplumsal cinsiyet' (gender) erkeklik ile kadınlık arasındaki buna paralel ve toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye gönderme yapmaktadır"
Dolayısıyla "toplumsal cinsiyet", kadınlar ile erkekler arasındaki farklılıkların toplumsal düzlemde kurulmuş yönlerine dikkat çekmektedir. Bu olgudan hareketle feminizm yıllarca bu cinsiyet eşitsizliğine son vermeyi, kadın ve erkek arasındaki hiyerarşinin son bulma idealinin adı oldu.
Ancak feminizm radikalleştikçe, bu kez çubuk ters tarafa doğru bükülmeye başladı ve feministler içinde kadınların iktidar olmasını savunan, erkeği adeta bir kötülük sembolüne indirgeyen, böyle olduğu için de onları dışlayan gruplar ve akımlar yeşermeye başladı.
Ülkemiz feminist bilincini yoğuran da daha çok erkeklik ve kadınlık temelinde oluşan hiyerarşiyi eleştiren ve bununla bağlantılı olarak İktidar olgusunu sorgulayan radikal feminizm oldu.
Radikal feministler tüm erkeklerin kadınların ezilmesine katıldığına ve bundan fayda sağladığına inanırlar ve sosyalist sol gibi sınıflı toplumun yıkılması ile bu ezilmenin ortadan kalkacağına inanmazlar. Heteroseksüellliğin kültürel olarak oluşturulduğunu ve ataerkilliği devam ettirmek için gerekli bir hakimiyet biçimi olduğunu kabul ederler.
İktidar ilişkilerinden arınmış bir kadın cinselliğini tam anlamı ile geliştirmek için lezbiyenliği savunurlar. Siyasi olarak, bu görüş ayrılıkçı bir konuma neden olur. Yani, kadınlar ezilmenin üstesinden gelmek için, erkeklerden ayrı olarak ve erkeklere karşı birlikte savaşmalıdırlar. Radikal feministler tüm kadınların aynı ezilmeyi paylaştığını öne sürecektirler.
Her ne kadar Condollisa Rice veya bizde de bir dönem Başbakan olan “Demir Leydi” Çiller gibi kadın idareciler, erkeklerden daha fazla kadınları ezseler de, radikal feministler bunun onların "erkek değer sistemi" içine çekilmeleri ve kızkardeşlerini unutmaları yüzünden olduğunu savunacaklardır. Rice’ın ezilen kadınlarla yönetici erkek sınıfa göre daha çok ortaklığının olduğunu, ama bunun farkında olmadığını!? iddia edecektirler. İkinci olarak, onların teorisinde mevcut toplumsal değişimi açıklayacak hiçbir dinamik yoktur. Üçüncü olarak, radikal feminist teori bizi kaçınılmaz olarak nihayetinde muhafazakar biyolojik belirlemecilik -yani, cinsler arasında biyolojik cinsiyetten kaynaklanan farklılıklar olduğu ve bunun da cinisyet kültürünün belirlediği- kavramına geri götürür.
Erkekler "doğal olarak" baskıcı, kadınlar ise "doğal olarak" erkeklerden daha az baskıcı mazlaumlar, kurbanlar olarak görülürler.
Bu, insanlığın gelişmesi olasılığı için pek az umut barındıran bir anlayıştır ne yazık ki. Kısacası mevcut haliyle radikal feminizm gerçek bir mücadele için erkekler ve kadınların birlikte olmalarını, erkeklerin kendi konumlarını gözden geçirtmek yerine, çatışmayı körükleyen savaşçı bir mantığa dönüşmüş halde.
Haliyle de erkeklerle savaşan bir kadın hareketinin gelişimi de mümkün olamazdı ve olamadı da.Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de feminizm gündemden düşmüş durumda ve tamamen tanınmacı bir kimlik politikası olarak yürümekte.
Tüketici Toplum ve Popüler feminizm
Bugün feminizm kendi içinde popüler ve ideolojik olarak ikiye ayrılmış durumda, popüler feminizm ve ideolojik feminizm. İdeolojik feminizm gerilerken popüler olanı yükseliyor.Popüler feminizm post modern iktidar yapısı ile eklemlenmiş bir halde.
Postmodern tüketici toplumu ürünlerin her şeyi kapsadığı bir pazar yeridir; içindeki her şey metalaştırılmıştır ve sürekli değişen giyim modası müzik ve "yaşam tarzı", reklamlar ve paketlenmiş imajlarıyla bizi kuşatmıştır. İmajlar ve sesler postmodern insanı bombardıman altında tutar ve idealleştirilmiş hayali insan bedenleri yaratır.
İnsan bedenlerinin sonsuz incelenmesi aslında kamusal imgelemdeki/tahayyüldeki gerçek insan bedenlerinin yerini almıştır ve bu nedenle, postmodern kültür eleştirmenleri Arthur ve Marilouise Kroker'ın ileri sürdükleri gibi, insan bedeninin çoktan miadını tükettiği söylenebilir. Ve bedenler artık iktidarın elinde birer metaya dönüşmüştür. Dona Haraway'ın Ciborg Manifestosu biraz da bu gözle okunabilir.
Fransız Feminist Irıgaray’ın dediği gibi kadınlar erkeksil bir düzende değiş tokuş edilen, mübadele edilen bir meta haline gelmiş durumda ve bu anlamda popüler feminizm de iktidarın suç ortağı konumunda.
Kadın kendi arzusunu bile bir başka Fransız feminist Cıxous’un dediği gibi erkeğin arzusu üzerinden kurmak durumunda.
Eğer feminizm erkek düşmanlığı üzerinden yürüyen bir kimlik stratejisi olursa, olsa olsa ancak kadınların özgür köleler olmasına yol açar.
Oysa önümüzde değişecek koca bir dünya var ve bu dünya ne sadece erkeklerin ne de sadece kadınların çabası ile değişmez. Dünyayı dönüştürmek için erkek ve kadınlar olarak birbirimize ihtiyacımız var. Bir Rus devrimcisinin dediği gibi, kadın ve erkekler olarak çevremizdeki herkes özgürleşmedikçe, biz de özgür olamayız.
*İktidar kelimesini bilinçli olarak büyük yazdım. Bir egemenlik biçimi olarak siyasal iktidar ile kişilerin kendi yaşamları üzerinde tam bir denetime sahip olmak anlamında ya ni güç kudret manasında iktidarı birbirinden ayırmak amacıyla. Halihazırda siyaset sosyolojisinde bu ikis arasındaki ayrım üzerine epyi bir külliyat oluşmuş halde.