Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '13

 
Kategori
Anılar
 

Çanakkale’de puslu İnsan Manzaraları / Naciye Abla

Çanakkale’de puslu İnsan Manzaraları / Naciye Abla
 

Çanakkale'nin akili Naciye Abla


1970-1975.

Camlı Kahve, bugünkü gibi yine Camlı Kahve'ydi. Sadece insanları değişiyordu yavaş yavaş. Kimseler fark etmiyordu gidenleri. Yine kimseler fark edemiyordu gelenleri. Herkese biçilmiş bir rol vardı. Herkes, Camlı Kahve’nin önünde rolünü en iyi şekilde oynayıp birden sahneden iniyordu. Yeni oyuncular gülerek sahnede yerlerini alıyorlardı.

Bir tek Camlı kahve yerindeydi, o kadar.

Sahne dekorunda değişmeler oluyordu ağır ağır. Deli asmadan bir gölgelik vardı eskiden. Birkaç ağaç… Birkaç gül ağacı… Yerlerde kırma taşlar… Kaldırım taşları da yenileniyordu, insanlar gibi.

Uzun süre görmediğiniz mekânı gördüğünüzde, değişiklikleri hemen fark ediyorsunuz.

Mekâna eklenenleri gördüğünüz gibi, eksilenleri de fark ediyorsunuz.

Camlı Kahve’nin yanı başında da bir büfe vardı. Yenice’nin tek büfesiydi bu büfe. (Hâlâ varda eski büfe değil.) Benim bildiğim tek işletmecisi, o zamanlar Ordu Dayı’ydı. Hüseyin Ordu. Kimler geldi, kimler geçti.

Ordu Dayı, 90 yaşını çoktan geçti. Yenice'nin en yaşlı çınarı olarak, hâlâ çarşının boyunda gidip geliyor. Hüseyin ordu, hükümet dairesine gelen kaymakam savcı, hâkim… Kim gelirse, o yıllarda, lacivert elbisesini giyer kravatını takar, birde çiçek alıp tek başına “hoş geldine” gidermiş.

Ordu Dayı’nın büfesi, o günlerde ahşaptan yapılmıştı. Zamanla eklentiler yapılıp bugünlere kadar geldi. Büfe değişti. İşletmecisi değişti. O yıllarda bu büfenin farklı bir anlamı vardı.

Köylere gidecek kadınlar, şimdiki gibi çok fazla meydanlarda görünmezlerdi. Büfenin çevresinde, ya da şimdiki Halk Bankası’nın olduğu yerde bulunan meşe ağaçlarının altında bekleşirlerdi. Aslında ev yapılmamış her arsanın içinde, yüzyıllık meşe ağaçları vardı. O yıllar aklıma gelince, her meşe ağacının altında bir hatıramızın olduğunu dün gibi hatırlarım. Hangimiz çocukluk hatıralarımızı unutabiliriz?

Son yıllarda kuduran inşaat sektörünün cambazlıklarıyla apartmanlar yapılırken, kesilen meşelerin hepsini fotoğrafladım. O meşe ağaçlarının fotoğrafları var bende. Bir tek tekelin duvarı arasındaki meşe ağacının fotoğrafını çekemedim. Söküleceğinden haberim olmadı.

Yeni yapılan belediye iş hanını her değişiklikte fotoğrafladım. Beş yüze yakın fotoğrafı var bende. Fotoğrafları slayt yaptığımda mevsimler bile değişiyor.

Neyse, bazılarına göre yaptığım, benim “boş işlerim” bana kalsın.

*

Camlı Kahve’nin önünde aşağı yukarı her gün bir kadın görürdüm. Yanında da iki çocuk olurdu hep. Erkek çocukları, kir pas içinde oynarlardı. Kadın, çocuklarla çok fazla ilgilenmezdi. Zayıf, çelimsiz ancak hareketli bir kadındı. Kimseden çekindiği yoktu. Kocası da kendisi gibi zayıf birisiydi. Paspal bir adamdı. Her Perşembe günü mutlaka Yenice’ye gelirlerdi. O günlerde nereli olduklarını bile bilmezdim. Kadın ve kocasının, ikisinin de kafası sıyrık, iki insan olarak düşünülebilirdi o yıllarda. Çocuklarda iki deliden dünyaya gelmiş, “yeni deliler” olarak algılanabilirdi. Aslında ortada deli filan yoktu. İşi deliliğe vurmuş, iki insan vardı. Belki de toplum ya da yoksulluk bu hale getirmişti, bu iki insanı. Bu kadının uçamayan kocasının bir lakabı vardı, ”paraşütçü.”

Yenice’nin o yıllarda en kaliteli delisi Mümin Dayı’nın Ahmet’ti. İhtiyacı olan parayı isterdi. Bir sigara bir ispirte (kibrit) ya da biraz fıstık parası. Sıcak çayı bir dikişte içerdi. Çizilen çizgiden çıkamazdı. Artist gibi adamdı. Kese kâğıtlarını okurdu. Kaliteli deliydi. Deli olmasının nedeni de aşktı aşk. İstediği kızı alamayınca sıyırmış balataları. Sağ elinin işaret ve orta parmağının arası sigara zifirinden kına yakmış gibiydi. Parmakları da, sonuna kadar içilen sigaradan hep yanıktı.

Dedim ya, aslında o kadın ve kocası deli değillerdi. Deli gibi davranıp Dünya ile gırgır geçiyorlardı. Ben Yenice’den koptum gittim. Ne olduklarını hiç merak etmedim ve düşünmedim.

Yıllar sonra Çakır Köyü’ne geldiğimde, o kadının çocuklarından birisiyle karşılaştım. Akıllı, aklı başında birisiydi. Yetiştirme yurdunda büyümüş ve eğitimini tamamlamış. Memur olmuştu.  Babası ölmüştü, annesinin nerde olduğunu da sormadım. Babasının adını hiç bilmiyorum. Yalnız annesinin adını o günlerde biliyordum. Hiçte unutmadım.

1992.

Yenice'ye geldiğimde aradan geçen yıllar, Yenice’yi benim için yabancı bir kasaba yapmıştı. Yüzler değişmişti. Doğan çocuklar büyümüştü. Yenice'nin orta yerindeki beyaz güller tükenmişti. Ağaçlar bile yabancılaşmıştı bana. Sokaklarda tanımadığım insanlar dolaşıyordu. Camlı Kahve, geçmiş yıllardaki gibi, çeşitli işletmecilerin elinde can çekişiyordu. Doğru işletilmediğinden ilgi alanı olamamıştı. Perşembe günlerinin dışında, iş yaptığı yoktu.

Öğrenciliğimizde içine girmek çok tehlikeliydi. Köylerden gelen öğrenciler sobada ısınmak için kahveye girdimizde, öğretmenlerin baskınıyla açmak zorunda kalırdık. Öğretmen baskını olmasa da, kahveci çay getirince, çaktırmadan çay bardağını ve tabağını cebimize koyup kaçtıydık. Para yoktu para! Pantolonun kıçı yamalı, köylü çocuğunda para mı olur? Anası, iki yumurta satacakta okuyan çocuğuna gönderecek. Ah! O benim parasız yarı aç yarı tok geçen günlerim! Camlı Kahve, hakkını helal et.

Yavaş yavaş tanımaya başladım Yenice’yi. Değişen yüzleri yeniden kopyaladım hafızama. İnsanlar arasındaki, akrabalık ilişkilerini tekrar algıladım. Kendi akrabalarım hariç.

Yeni delileri olmuştu Yenice’nin. Eski deliler vefat etmişlerdi. Deli Yaşar, Yenice’ye geldiğimde hayattaydı. Seyvan Yolu’nda bir trafik kazasında ölünce, gerçekten ağlamıştım Yaşar’a. Yenice’nin yeni gülü, Şakir olmuştu. Şakir, Yenice’de herkesle birlikte büyüdü gitti.

O kadın yoktu. O iki çocuklu kadın yoktu. Terk etmişti Yenice’yi, ya da ölmüştü. Camlı Kahve’nin önünde başka kadınlar vardı. Deli Sevim vardı. Deli Sevim’de, bazı ahlaksızlar yüzünden, kendisini doğrayıp, güvenmediği insanların yardımını red ettiği için, ölmeyi tercih etti. Kan kaybından öldü gitti.

En sonunda Çakır Köyü’n de sordum birilerine. Kocası ölünce terk etti köyü dediler.

Eeee akıllı kadınmış. Anlamış bir şey olmayacağını. Bende terk ettim sonunda Yenice’yi, geçtim gittim Çanakkale’ye.

2001.

Bilgisayar girdi ya hayatımıza. Birde “fesbuk” diye bir sosyal (aslında sosyal filan değil) bir site var ya. Bir sayfada ben yaptım. Bir video dolaşıyor sitede. Demircioğlu Caddesi’nde bir kadın. Yol üstüne oturmuş. Yan tarafında bir pazar çantası. Saçları kıvır kıvır. Durmadan sigara içiyor. Durmadan küfrediyor. Yoldan geçenler ne sorarsa sorsun, veriyor dumanı. Köpekle dolaşan kadınlara, ne kadar küfür varsa, söylüyor. Yolu tıkayan kim olursa olsun, nasibini alıyor.

Bir gün birisi ayağıyla, bastonuna dokunmuş. O da bastonu alıp adamın kı...nı dürtüklemiş. Bir de bağırmış adama, ”körmü sün?” diye. Adam durup dönünce, görmüş ki adam gerçekten kör.

Bu şişman kadının birçok videosunu seyrettim. Siyaset yapıyor. ABD başkanı Obama ile görüşüyor. Ambulanslara, sevmediği her harekete küfrediyor. Bazen de ciddileşiyor. Hüzünlere bürünüp susuyor.

Herkesimden insan bu kadınla konuşuyor. Bastonunu klarnet gibi yapıp çalıyor. Türkü söylüyor. Elinde bir teyp durmadan oyun havası çalıyor. Oturduğu yerden oynuyor. “Asma yapraaaa” diye bağırıyor. “R” harfine, en iyi baskı yapan kadın bu. Seda Sayan halt etmiş yanında.

Kadına bakıyor Çanakkaleliler. Teybinin pilinin bittiğini anlayan birisi pil alıp geliyor. Teybi bozulursa, teyp alıyor birisi. Sigarası hiç bitmiyor. Yanından geçen birisi elindeki yarım paketi veriyor. Ya da bütün paket alıp geliyor. Demircioğlu Caddesi bakıyor bu kadına. Kimileri kadının oturduğu yerdeki lokantaya para verip yemek ısmarlıyor. Büfeciler liste yapmışlar. Listede yemek bitmiyor. Kısacası, kadının yemeği her zaman hazır. Diğer hizmetler ayağına geliyor. Kimsenin bilmediği gizli bir dünyanın içinde bir kadın hayatını törpüleyip duruyor. Bu hayatın, biz dışını görüyoruz, içini bu kadın biliyor.

Bir gün karşılaştım kadınla. Yoldan geçen adamın birisi adını söyledi. Dondum kaldım. Bu kadın Yenice’de benim bildiğim kadın olmasın? Bir gün devlet hastanesinin önünde karşı karşıya geldik. Adını söyleyip, ”nasılsın” dedim. Yüzüme baktı. ”İyiyim” dedi ciddi bir şekilde. “Yenice’ye gidiyor musun?” dedim. Daha dikkatli baktı yüzüme. “Evet” dedim. “Gittim geçen ay. Gümüşlere gittim. Çakır’a gittim. Benim akrabala va urda” dedi. Ekmek parası verdim kendisine. Kilolu olduğu için dizleri ağrıyormuş.

Truva Caddesi yakınında bir virane evin önünde gördüm kendisini. Teybin sesini son ses açmış oyun havası dinliyordu. Beş litrelik su çantasını, “Öf len öfff!” diyerek yere vuruyordu. Havalar iyiydi. Dışarıda yatılabilecek bir hava vardı. Ya kış gelince?

2003.

Çanakkale’de mekânlar değişiyor. Demircioğlu Caddesi değişiyor. İnsanlar değişiyor. Her gün birileri geçip gidiyor öbür tarafa. Fakirlerde ölüyor eceliyle, garibanlarda…

Çok zenginler var, kendisini bir ipte sallandıran. Yaşama hevesini, inancını, ideallerini kaybedenler var maddi varlık içinde yüzerken. Bütün maddeleri (içi boş şeyler), zenginlik sayılabilecek her şeyi bırakıp intihar ediyorlar. Son yıllarda, Çanakkale’de intihar eden, varlıklı insanların çocuklarını hatırlayınız.

O kadının kaybedecek bir canı var. Onu da kaybetmiyor. Bir sokak ortasında, pis bir kaldırımın üstünde yaşamaya devam ediyor. “Bir hayatı var” elinde. Topladığı, çarptığı, çıkardığı ve böldüğü hiçbir şeyi yok. Böyle olunca da korkusu yok. Kilitli kapısı yok. Bulursa ekmek bölüyor. Kendisini çarpıyor. Toplama yok kitabında. Toplaması olmayınca çıkaracak bir şeyi de yok.

Hayatın içindeki dört işlem, bir aldatmaca aslında.

Mekânsız yaşıyor. Bir yaşama direnci var. Beton çiçeği gibi yaşıyor. Kuvvetli iplerde kendini sallandıran zayıf insanlara inat yaşıyor.

Ambulanslara neden kızıyormuş biliyor musunuz? “Hep ölecek insanları taşıyorlarmış ta ondan.”

Bu kadın benim 70’li yıllarda gördüğün kara feraceli Naciye’ymiş meğerse.

Deli Naciye; akılı geçinenlere, hayat iksirini bedava satan kadın.

*

Şimdilerde, biraz daha küçülmüş. Hayatın acımasızlığı sokaklarda onu da öğütmüş. Eski havası yok. Dizlerinin ağrısına küfrediyor. Yüzünün çizgileri daha da derinleşmiş. Daha bir esmerleşmiş yüzü. Çanakkale’yi istila eden Sudanlılara benzemiş. Arapları ve zencileri görünce yine basıyor küfrü. “Nı gıda çok yanık adam gelmiş Çanakkali. Her taraf yanık adam dolu. Bu ni ına gdumun” diye şikâyet etse de, şikâyeti bilmediğinden birçok şeyi.

Baharla birlikte çıktı piyasaya. Demircioğlu Caddesi ile Köprübaşı arasında, Cuma Pazarına kadar oluşan bir yaşam alanında, bir görünüp bir kayboluyor.

Geçenlerde “Nasılsın Naciye Abla?” dedim. Yüzüme baktı tanıyamadı. Kendimi tanıtınca, yüzü değişiverdi birden. Çakır Köyü’nden konuştuk. Çakır Köyü tarhanası, istedi benden. Birde “köyde ölen kadınların şalvarlarından getir bana” dedi. Yoldan geçen birisi sigara uzattı. “Sigarayı bıraktım” dedi. Sövdü birde, ”olanla gızıyo” dedi.

Sana kim kızabilir Naciye Abla?

Herkes, kendi hayatının çarpıklığına kızsın.

Beyazın değerini arttıran siyah değil mi?

Bu yaşamın zorlu yolarında; düz yolda yürümeyi beceremeyenler, senin çukurların içinde yıkılmadan nasıl yol aldığından ders alsınlar.

*

“Deli Naciye.”

Yenice’de öyle diyorlardı, bir zamanlar. 70 li yılların delisi, 2 binli yılların bilgesi.

Bizim hayatımızın içinde yer alan bir kişilik. Bakın çevrenize, ölüp giden kaç akıllı insan var aklınızda?

Benim “hiç.”

Naciye Abla’yı, unutacağımı hiç zannetmiyorum.

Aysel Gürel’e de Deli Aysel diyorlardı. Neyzen Tevfik’te bu hayatın delisiydi.

Demircioğlu Caddesi’nde, kapalı telefonla direk olarak “Brak Obama” ile görüşebilen tek kişi kim?

“Naciye Abla.”

Valla, ister deli deyi, isterse akıllı.

Umrun da olmaz.

Benim zaten umrumda değil.

Ben aldığım “derse” bakarım.

Hayat dersi almak isterseniz, Naciye ablaya gelin.

Her saatlik dersin ücreti, ”bedava.”

Demek ki bu dünyayı; “kimileri sırtında taşır. Kimisi de kendisini, dünyaya taşıtır.”

Naciye Abla’da bildiğini yapıyor.

“Kim deli, kim akıllı” bilmiyorum.

Ben, bu âlemin cahiliyim.

 

 
Toplam blog
: 420
: 1641
Kayıt tarihi
: 19.12.08
 
 

1957 Çanakkale/Yenice doğumluyum. Öykü ,deneme, şiir yazarım. Yazdığım bir çok şiirin bestesini d..